Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Simülasyonu Ciddiye Almak: Chalmers, Kötü Cin ve Sanal Gerçeklik

Bir simülasyon yerine gerçek dünyada yaşadığınızı nasıl bilebilirsiniz? Bir VR cihazında birlikte etkileşime girdiğiniz "insanların" gerçek olup olmadığı önemli mi?
Çeviren:
Özlem Kırtay
Kaynak:
The Philosopher

Reality+

David Chalmers’ın yeni kitabı gerçek bir güç gösterisi. Yaklaşık 500 sayfalık sade dille yazılmış bir düzyazı ile çağımızın birçok felsefi sorununu ortaya koyuyor: Gerçekliğin mutlak doğası, bilgi ve kuşkuculuk sorunları, bilinç ve yapay zekâ problemleri, değerin kaynağı, iyi bir toplumun yapısı; hatta Tanrı’nın mahiyeti bile kısaca ele alınıyor.

Chalmers bu türden klasik soruları sanal gerçeklik (VR) fikrinin arka planında tartışıyor. Sanal gerçeklik araçlarının şu anda olduğundan çok daha gelişmiş olduğunu varsayarsak, şu gibi sorular yöneltebiliriz: Bir simülasyon yerine gerçek dünyada yaşadığınızı nasıl bilebilirsiniz? Bir VR cihazında birlikte etkileşime girdiğiniz “insanların” gerçek olup olmadığı önemli mi? Sanal gerçeklikte nesnelerin gerçek bir değeri olabilir mi? Değerin kaynağı deneyimden mi yoksa insanlarla olan gerçek ilişki ve etkileşimlerimizden mi gelir?

Kitap aynı zamanda Tim Peacock’un büyüleyici (ve felsefe için alışılmadık derecede yerinde) illüstrasyonlarını da içeriyor. Chalmers’ın Batı felsefesindeki çağdaş sorunları tartışırken Batı dışı geleneklere göndermeler yapması ve gelenek tarafından görmezden gelinen düşünürlerin (örneğin kadınlar) fikirlerini kolaylıkla sunması da dikkate değer. Okunabilir, güncel, güzel hazırlanmış ve iyi yapılandırılmış olan Reality+, felsefeye giriş derslerini veren hocalar için bir lütuf olacak ve uzun yıllar ders programlarında kalmaya devam edecek. En kısa zamanda kullanacağımı söyleyebilirim.

Bununla birlikte, kitap sadece bir giriş metni değil. Aynı zamanda son derece özgün ve tartışmaya açık bir tema içeriyor: Sanal gerçekliğin kendi içinde bir tür gerçeklik olduğu fikrini ciddiye almamız gerektiğini söylüyor. Sanal gerçeklikte karşılaştığımız şeyler, orada olmayan bir gerçekliğin kurgusal ya da fantastik bir temsili ya da zihnin dışında olanın yanlış bir temsili olmaktan ziyade gerçektir. Yalnızca diğer şeylerden farklı bir temel doğaya sahiptirler. Sanal gerçeklikte karşılaştığınız masalar gerçek masalardır ancak ne var ki bunlar ahşap ve metal yerine “bit ve baytlardan” yapılmıştır. Bu, onun “simülasyon gerçekçiliği” adını verdiği düşüncesidir.

Bu fikir, Chalmers’ın 2005 yılında kaleme aldığı ve simülasyon gerçekçiliğini ünlü Matrix filmi bağlamında geliştirdiği “Metafizik Olarak Matrix” başlıklı makalesini okuyanlara tanıdık gelecektir. Fakat bu fikrin Reality+‘daki tartışması çok daha açık, kapsamlı ve derindir. Bu incelemenin geri kalanında simülasyon gerçekçiliği konusundaki tez ve bu teze yönelik argümanlarla ilgileneceğim.

Simülasyon Gerçekçiliği

Öncelikle, bir sanal gerçeklik simülasyonunda yaşıyor olabileceğimiz hipotezini Chalmers’ın simülasyon gerçekçiliğinden ayırarak başlamalıyız. Chalmers’ın tezi sanal gerçekliğin gerçekliğin yanlış bir yansıması olmadığını ifade ederken, sadece sanal gerçeklik simülasyonu fikri bunu göstermez. Sanal gerçeklik simülasyonu hipotezi elbette Descartes’ın 1650 tarihli Meditasyonlar eserindeki kuşkucu varsayımının çağdaş bir versiyonudur: Mevcut deneyiminiz, etrafınızdaki nesneleri (öyle ya da böyle) öyle olmadıkları halde tam da göründükleri gibiymiş gibi gösteren bir “malin génie”, bir Kötü Cin tarafından kandırılmanızla ve hatta matematiksel doğruların doğru olmadıkları halde doğruymuş gibi görünmesiyle uyumludur. Descartes’ın dediği gibi, “Gökyüzünün, havanın, yeryüzünün, renklerin, şekillerin, seslerin ve tüm dışsal şeylerin, cinin benim muhakememi tuzağa düşürmek için tasarladığı hayallerden ibaret olduğunu düşünebilirim.”

Elbette Descartes bunun gerçek bir çıkmaz olduğunu düşünmemiş ve gerçekliğin doğası hakkında Chalmers’ın vardığı sonuca varmamıştır; ama görünüşlerin bazı dış mekanizmalar tarafından nasıl yaratıldığına dair ilk açıklama Chalmers’ın fikrine çarpıcı bir şekilde benzemektedir.

Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Sanal gerçeklik simülasyonu fikri ile Kartezyen fikir arasındaki temel fark ne olabilir? Sanal gerçeklik hipotezi Descartes’ınkine ne katıyor? Bu soruyu sormak Chalmers’ın kitabının ana temasına yaklaşmanın bir yoludur. İki seçenek var gibi görünüyor. Sanal gerçeklik fikrinin temelde Kartezyen düşünceyle aynı olduğunu söyleyebiliriz. Ya da sanal gerçeklik simülasyonunun Descartes için mevcut olmayan yeni şeylere (yeni gerçekler, yeni yorumlar) hitap ettiğini ve bu nedenle kökten farklı bir görüş sunduğunu söyleyebiliriz. Her bir seçenek Chalmers için sorular doğurur ve cevaplar basit olmayacaktır. Belki de bu nedenle, kendisinin cevaplar konusunda biraz kararsız kaldığı hissine kapılıyorum.

Aşağıda açıklayacağım gibi, Chalmers bazen iki senaryonun amacının temelde aynı olduğunu söylemektedir: VR simülasyonu hikâyesi Descartes’ın amacına ulaşmanın sadece güncel bir yoludur. Bunun bir dizi sonucu vardır. Bunlardan biri, Kötü Cin hikâyesi kuşkucu bir senaryo olduğu için sanal gerçeklik senaryosunun da öyle olması gerektiğidir ve aslında Chalmers’ın simülasyon senaryosunu kullandığı kullanımlardan biri de budur.

Kuşkucu senaryolarda, genellikle ayrıntıları çözmek zorunda kalmayız. Bertrand Russell deneyimlerimizin dünyanın beş dakika önce yaratılmış olmasıyla tutarlı olduğunu söylediğinde, bunun nasıl gerçekleşmiş olabileceğini açıklamak zorunda kalmamıştır. Dünyayı beş dakika önce kimin yarattığını, nasıl yarattığını, bunu neden yapmak istediğini vb. açıklamak zorunda değildir. Chalmers’ın kendisinin de cinden bahsederken dediği gibi “Descartes ayrıntılar konusunda net değildir”.

Descartes’ın Kötü Cin hikayesi karşısında cinlerin olmadığını söylemek iyi bir argüman sayılmaz; bu asıl konuyu gözden kaçırmak anlamına gelir.

Gerçekten de öyle. Ancak kuşkucu amaçlar için ayrıntılar önemli değildir. Belirli bir kuşkucu senaryo tutarlıysa, hikâyenin belirli kısımlarına yapılan itirazlar önemsizdir. Descartes’ın Kötü Cin hikayesi karşısında, cinlerin olmadığını söylemek iyi bir argüman değildir, bu asıl konuyu gözden kaçırmak anlamına gelir. Benzer şekilde, Russell’ın geçmişle ilgili kuşkucu argümanına, hiç kimsenin gerçekte, gerçekçi bir şekilde, görünen tüm tarihiyle dünyayı yaratamayacağını söylemek de iyi bir argüman değildir. Bu argümanların amacı dünyanın nasıl olduğuna dair gerçekçi bir hipotez oluşturmak değil, mevcut bilgi ve deneyimlerimizde bu inanılmaz hipotezleri dışlayan şeyin ne olduğunu sormaktır. Ve bunların gerçekçi olmadığını söylemek kuşkuculuğa karşı iyi bir savunma yöntemi değildir.

Dış Dünyanın Gerçekliği

Chalmers’ın simülasyon gerçekçiliğiyle ilgili çarpıcı bir şey de dış dünya hakkındaki kuşkuculuğa genel bir cevap verebilmesidir (sanal gerçeklikte dış dünya vardır, sadece bizim düşündüğümüzden çok farklıdır):

Sanal gerçeklik teknolojisi üzerine düşünmek, dış dünya sorununa yanıt vermemize yardımcı olabilir… Eğer gerçekten bir simülasyondaysak, masa ve sandalyelerin yanılsama değil, tamamen gerçek nesneler olduğunu savunuyorum: bunlar bitlerden oluşan dijital nesnelerdir.

Bununla birlikte, sanal gerçeklik senaryosundan çıkarılacak doğru sonuç, gerçekliğin düşündüğümüz gibi olmayabileceğiyse yani temelde “dijital” olabileceğiyse, o zaman neden Descartes’ın Kötü Cin senaryosu için de benzer bir şey söylemeyelim? Neden masa ve sandalyelerin yanılsama değil, aksine cinlerin bilincinin parçalarından oluşan tamamen gerçek nesneler olduğunu söylemeyelim?”

Chalmers bazen bu paralel tartışmadan gayet memnun görünmektedir. Bir noktada kendi simülasyon senaryosu ile Descartes’ın senaryosu ve Putnam’ın meşhur kavanozdaki beyni arasında bir karşılaştırma yapar:

Mükemmel bir simülasyonda her şey tamamen gerçektir. Aynı şey Descartes’ın kötü cin senaryosu ve Hilary Putnam’ın kavanozdaki beyin senaryosu gibi diğer Kartezyen senaryolar için de geçerlidir. Simülasyon gerçekçiliğini bu senaryolara genelleyerek, Kartezyen senaryoların yanılsama içermediği görüşüne ulaşabiliriz. (s. 119)

Ayrıca daha sonra “Descartes’ın kötü cin senaryosundaki öznenin bir yanılsamaya maruz kalmadığını” (s.122) söylediğinde bu durumu açıkça ortaya çıkarır.

Dolayısıyla Descartes’ın kötü cin senaryosu hakkında çıkarılacak doğru sonuç bu olamaz. Chalmers’ın bir sanal gerçeklik simülasyonunda yaşıyor olabileceğimiz ihtimalinin bile onu bir gerçeklik teorisi olarak ciddiye almak için bir neden olduğunu düşündüğünü unutmayın. Gerçekliğin parçalardan oluşabileceği fikrinin ciddi bir metafizik olasılık olduğu varsayılır. Ancak cin varsayımı hakkında söylenecek doğru şey bu olamaz. Senaryonun salt tutarlılığı bize cinlere inanmamız için hiçbir neden vermez; daha önce cinler konusunda kuşkucuysak (ki olmalıyız), senaryo bize fikrimizi değiştirmemiz için hiçbir neden vermez. Senaryonun amacı bu değildir.

Berkeley: Tanrının Zihnindeki Gerçeklik

Elbette bazı filozoflar kuşkuculukla savaşmanın yolunun, kuşkucu tarafından varsayılan hata türünün gerçekten mümkün olduğunu reddetmek olduğunu savunmuştur. George Berkeley buna bir örnektir. Chalmers gibi o da masa ve sandalyelerin “yanılsama değil, tamamen gerçek nesneler” olduğunu düşünüyordu ama bunlar parçalardan değil, Tanrı’nın zihnindeki idelerden meydana geliyordu. Chalmers bu benzerliği kabul eder: “[Berkeley’in görüşünü] benim kuşkucu senaryolar hakkındaki görüşümün bir akrabası olarak düşünebilirsiniz; Tanrı simülatör ya da kötü cin rolünü oynamaktadır”

Berkeley sadece gerçekliğin temelde zihinsel (“ideler”) olduğunu düşünmesi anlamında değil, aynı zamanda görünüş ve gerçeklik arasında büyük bir boşluk olamayacağını düşünmesi (“esse est percipi” [varolmak algılanmaktır]) anlamında da bir idealist olmuştur. Bunlar iki farklı öğretidir. İlk anlamda idealizm, düalizm ya da materyalizmle, ikinci anlamda ise realizmle karşıtlık içindedir. İkinci karşıtlık, görünüş ve gerçeklik arasındaki olası boşluğun boyutuyla ilgilidir. Realistler, gerçekliğin nasıl olduğu konusunda ilkesel olarak çok yanılıyor olabileceğimizi söylerler. Etrafımızdaki sıradan nesnelerin var olmadığını varsaymak ilkesel olarak tutarlıdır. Kuşkuculuk gerçekçiliği öngörür, bu şekilde anlaşılır.

Berkeley ile yapılan kıyaslama, Chalmers’ın simülasyon gerçekçiliğinin bu ikinci anlamda bir tür idealizm olduğunu göstermektedir. Bunun nedeni, belli bir tür sistematik hatanın dışlanmasıdır. İlginç bir şekilde, bu tür bir idealizmden çok panpsişizm gibi tuhaf öğretilere daha fazla hoşgörü göstererek bunun farkında değil gibi davranmaktadır:

İdealizmin bazı biçimlerinin en azından varsayımsal bir hipotez olarak ciddiye alınması gerektiğini savunacağım. Evrenin temelinde bilincin yattığını göz ardı edemeyiz. Bununla birlikte, görünüşlerimizi gerçeklikle bir tutmaya dayanan herhangi bir idealizm versiyonunun sonunun geldiğini düşünüyorum.

Ancak simülasyon gerçekçiliğinin bağlı göründüğü idealizmin bu versiyonuna benzer bir şeydir. İdealizmin bu biçimi görünüşleri gerçeklikle tam olarak eşit tutmaz, bu doğru. Fakat simülasyon, kavanozdaki beyin ve cin senaryolarının hepsi aynı şekilde (“yanılsama yok görüşü” açısından) açıklanırsa, Chalmers’ın tercih ettiği metafizik, realizmin izin verdiği görünüş ve gerçeklik arasında kökten bir kopuşun imkanına izin vermez. Aslında, Chalmers’ın “yanılsama yok görüşü” tarafından yanıtlanmayan herhangi bir küresel kuşkucu hipotezi nasıl inşa edebileceğini görmek zordur. Chalmers’ın izlediği bu yol, kuşkucu iddianın temel bir dayanağını, yani görünüş ve gerçeklik arasında kökten bir uçurum olması olasılığını ortadan kaldırmaktadır. Chalmers, “analiz işe yararsa, belki de Batı geleneğinin dış dünya hakkında herhangi bir şey bilebileceğimizden şüphe etmesinin başlıca nedeni olan şeyi çözer” diye yazıyor (s. xx). Ama aslında bu tür nedenlerin hepsini ortadan kaldırır. İdealizm kuşkucu şüpheyi tutarsız hale getirir.

Bunun Chalmers’ın “yanılsama yok” görüşüne bir itiraz olması beklenmez çünkü bugünlerde bile birine idealist demek bir hakaret sayılmaz. Benim amacım daha çok Chalmers’ın bağlılığının kapsamını ve bunların ne ölçüde farkında olmadığının anlaşılmasını sağlamaktır.

Simülasyonu  “Ciddiye Almak”

Şimdiye kadar Chalmers’ın VR simülasyon senaryosunun aslında Kartezyen senaryodaki ile aynı olduğu çizgisini benimsediğini varsayıyordum. Ama belki de bu yanlıştır. Belki de sanal gerçeklik hikayesi gerçekten yeni bir şey, belki de altta yatan gerçekliğimizin nasıl yapılandırılabileceğine dair daha ayrıntılı ve daha inandırıcı bir hikâye ekliyordur. Chalmers’ın da dediği gibi:

Bu simülasyon düşüncesi sorunu ortaya koymaktan daha fazlasını yapmaktadır. Aynı zamanda Descartes’ın kötü cinleri içeren zorlama senaryolarını bilgisayarları içeren daha gerçekçi senaryolara dönüştürerek sorunu keskinleştirir ve ciddiye almamız gereken senaryolar haline getirir. (s.xix)

“Ciddiye almak” derken, (kötü bir cin tarafından kandırılmanın aksine) gerçekten başımıza gelebilecek bir şey olarak ciddiye almaktan bahsettiğini varsayıyorum. Bu, onu kuşkucu hipotezler kategorisinin ötesine taşımaktadır çünkü eğer haklıysam, bu hipotezlerin bu anlamda ciddiye alınmasına gerek yoktur. Eğer öyleyse, sanal gerçekliğin ortaya çıkardığı sorun sadece kuşkucu bir sorun değil, teknolojideki ve felsefi olmayan dünyadaki değişimlerin bizi zorladığı türden bir sorun, tıpkı iklim değişikliğinin ya da internetin vb. ortaya çıkardığı sorunlar gibi. Chalmers’a göre bu, daha önceki kuşkucu senaryolarla bir farklılığa işaret etmektedir:

Kötü cinlerden kavanozlardaki beyinlere ve simülasyonlara geçişin sadece basit bir ambalaj değişikliği olduğunu düşünebilirsiniz, ancak modern teknolojinin kullanımının tartışmayı daha güçlü hale getirdiği bir husus vardır. Simülasyon hipotezi bir zamanlar hayali bir hipotez olabilir, ancak hızla ciddi bir hipotez haline gelmektedir.

Ne de olsa sanal gerçeklik makinelerinin var olduğunu biliyoruz; Chalmers’ın bizden hayal etmemizi istediği tek şey, bunların şu anda olduklarından çok daha gelişmiş olmaları. Dolayısıyla, bir simülasyonda yaşadığımız fikrini ciddiye almamız gerekebilir (sadece kuşkucu bir hipotez olarak değil, gerçekten ciddiye almamız gerekebilir). Chalmers bu konuda Nick Bostrom ve diğerlerinin görüşlerini de takip ediyor.

Sanal gerçeklik makinelerinin var olduğunu biliyoruz; Chalmers’ın bizden hayal etmemizi istediği şey, şu anda olduklarından çok daha karmaşık hale gelmiş olmaları.

Gerçekten de böyleyse, ayrıntılar önemlidir. Daha doğrusu, sanal gerçekliğin deneyimlerimizin tüm yönlerinin gerçekçi bir simülasyonunu yaratabilmesi önemlidir. Ve bu, gerekçelendirilmesi gereken önemli bir deneysel varsayımdır. Örneğin, bir sanal gerçeklik deneyimi diğer insanlarla etkileşim deneyimini içeriyorsa, bir bilgisayarın gerçek bir insanla etkileşimden her bakımdan ayırt edilemeyecek bir deneyim üretebilmesi gerekir. Bu, Yapay Zekânın (YZ) potansiyeli hakkında büyük bir varsayımdır. YZ araştırmacılarının bildiği gibi, bu çok büyük bir görevdir ve şu anda olduğu gibi YZ’nin böyle bir şey üretebileceği açık değildir; metin üretme programı GPT-3’ün etkileyici çabalarına rağmen (Reality+ kitabının 13. Bölümünde GPT-3 hakkında keyifli bir tartışma var, ancak burada ipucu vermeyeceğim).

Örneğin, Siri veya Alexa gibi bir sesli asistanla etkileşim kurma deneyimini düşünün. Bu makineler hakkında etkileyici olan şeylerden biri, konuşulan dili nasıl tanıyabildikleridir. Daha az etkileyici olan ise ortaya çıkan “konuşmalar”dır. Bu tür konuşmalar genellikle “işte sorunuzla ilgili bazı web sayfaları” gibi bir öneriyle sonuçlanır. Konuşmanın amacı her zaman bilgi ya da bir sorunun cevabını bulmak olsaydı bu güzel olabilirdi. Ancak sohbetin genel amacının bu olmadığı bariz ve aslında sohbetin tek bir amacı olduğu da açık değildir.

Eğer bir sanal gerçeklik cihazı deneyimlerimizin tüm yönlerini gerçekten taklit edebilecekse, o zaman (diğer pek çok şeyin yanı sıra) gerçek konuşmaları da taklit edebilmelidir. Bunu yapabilmek için de YZ araştırmalarının en büyük sorunu olan yapay genel zekâ (AGI) sorununu çözmesi gerekir. YZ makineleri açıkça tanımlanmış görevlerde (örneğin satranç, GO) belirli bir zekâ sergilemeyi başarmış olsalar da, sahip olduğumuz zekâ türünün, yani sağduyu olarak da bilinen genel zekânın nasıl yaratılacağı konusunda şu anda kimsenin bir fikri bulunmamaktadır.

Chalmers Reality+ kitabında “mevcut hiçbir dijital sistemin henüz genel zekâya yakın olmadığını” yazarken bunu kabul etmektedir (s. 279). Ancak başka yerlerde daha iyimserdir. New York Times‘a verdiği bir röportajda “yapay genel zekânın mümkün olduğunu” ve “insan düzeyinde AGI’ye ulaşmadan önce katetmemiz gereken çok yol olmasına” rağmen “bunun eninde sonunda, örneğin 40 ila 100 yıllık bir zaman dilimi içinde mümkün olacağını” söylediği aktarılmaktadır. Bununla birlikte, Reality+‘daki YZ tartışmalarının çoğu, bir YZ makinesinin bilinçli olup olamayacağıyla ilgilidir, AGI ve bunun tam bir VR simülasyonunun edimsel imkanıyla ilgili değildir. Yine de dışarıdan bakan biri için soru şudur: Genel zekâ sorununu nasıl çözeceğimizi bilmiyorsak, neden gerçekçi bir şekilde böyle bir simülasyonun olabileceğine inanmalıyız?

Chalmers’ın Çıkmazı

O halde Chalmers için çıkmaz şudur: Ya VR simülasyonu Kartezyen senaryonun güncellenmiş bir versiyonudur, bu durumda herhangi bir ayrıntı üzerinde çalışmamız gerekmez. Bu iyi bir şey, ancak o zaman tanıdık bir bölgedeyiz ve tüm ilgi simülasyon gerçekçiliğinin sonuçlarında yatıyor. Ya da sanal gerçeklik simülasyonu yeni bir şey ekliyor, ancak o zaman felsefe yapay zekâ ve AGI’nin yaratılmasıyla ilgili sorunlara mahkum oluyor. Bunlar çok farklı yönler gibi görünüyor, ki bence Chalmers Reality+‘da bunları yeterince ayırt edemiyor.

Chalmers her zaman yaratıcı bir felsefecidir. Zihin ve bilinç felsefesinde mevcut felsefi manzaranın şekillenmesine yardımcı olmuştur. Canlı bir imgeyle (zombiyle -ya da bir terimle- “zor problem”) zihin-beden probleminin yanı sıra olasılık ve düşünülebilirlik arasındaki ilişki gibi diğer konularla ilgili güncel tartışmaları belirlemiştir. Rudolf Carnap’ın Constructing the World‘deki Aufbau‘sunu (2010’da Oxford’da verdiği John Locke dersleri) yeniden yaratma çabası, bilinç üzerine yaptığı çalışmalardan daha az etkili olsa da, The Conscious Mind‘ın (Bilinçli Zihin, 1996) zihin felsefesinde yaptığı gibi Reality+‘ın da metafizikte çeşitli gündemler belirlemesini bekliyorum. Ve bunu, çoğu yeni başlayanlar tarafından anlaşılabilecek bir kitapta yapması daha da etkileyicidir.

Bilinçli Zihin ile yapılan bu karşılaştırmadan doğan eleştirel bir yorumla bitireceğim. Yazarın 1996 tarihli kitabının iddiaları, zor ve kolay problemler arasındaki ayrım ya da zombi fikri gibi ilk bakışta basit, açık ya da tartışmasız gibi görünen ama aslında bazıları çok karmaşık olan pek çok felsefi varsayımı barındıran başlangıç noktalarına dayanmaktadır. Bu varsayımların sorgulanması zihin felsefesinin temel çalışmalarının bir parçası olmalıdır, ancak çoğu zaman bunlar başlangıçta sadece kabul edilir ve ardından çeşitli pozisyonlar arasındaki karmaşık dans başlar (“hepimiz zombinin ne olduğunu biliyoruz”). Wittgenstein’ın deyimiyle sorun, kendimizi meseleye belli bir bakış açısıyla bakmaya çoktan adamış olmamızdır.

Aynı şey Reality+ için de geçerlidir. Bir simülasyonda yaşamayı tahayyül etmek oldukça basit bir şey gibi görünse de (örneğin Matrix gibi) sonuçlarının doğru bir şekilde görülebilmesi için çözülmesi gereken bir dizi soru var. Simülasyonlar ve kuşkuculukla ilgili temel sorulara odaklanmamın nedeni, pek çok şeyin bu başlangıç noktalarını gerçekten kabul edip etmediğinize bağlı olmasıdır. Sanal gerçeklik simülasyonu varsayımının sonuçlarına bakmadan önce, bunun ne tür bir varsayım olduğunu, hangi varsayımlara dayandığını ve hangi bağımsız inandırıcılığa sahip olduklarını bilmemiz gerekir. Bu da Chalmers’ın bazen bize izin verdiğinden bir nebze daha yavaş hareket etmemizi gerektiriyor.