Algoritma Değilsiniz!

Spotify, Twitter ve Özneleşmenin Yitimi

Tam olarak ruhunuzu satmıyorsunuz ama özneliğinizi rehin bırakıyorsunuz. Kendinizi; gerçekte siz olmanın nasıl bir şey olduğunu hesaba katmayan, katamayan dışsal bir bakış açısından görülebileceğiniz şekilde görmeye izin veriyorsunuz.
Okuma listesi
Editör:
The Philosopher
Özgün Başlık:
You Are Not An Algorithm

Ne siz bir algoritmasınız ne de ben. Yine de razı olduğumuz varoluş biçimi büyük ölçüde algoritmik teknolojilere dayandığından ve devamlılığı yine bu teknolojilerle sağlandığından hayatlarımızı bir parça da olsa algoritmalaşmaya açık hale getirmiş durumdayız. Bu türden bir varoluş biçimini kabullenme, doğamızı değiştirmez; ancak saptırır. Spotify algoritmalarla çalışır, Twitter ve Facebook’ta haber akışınızda hangi gönderileri göreceğinizi belirleyen de algoritmalardır. Ancak sosyal medya platformları, bizim aksimize, zekâ sahibi varlıklar değillerdir, hatta varlık bile değillerdir. Algoritmalar aracılığı ile akıllı varlıkların yaptığı şeyleri yapabilmelerini ve belli şekillerde anlaşılmalarını sağlayabilmemiz, yalnızca kendi zekâmızın bir kanıtıdır. Onları gözlemleyerek onlar gibi olmamız gerektiğini varsaymak, [tuhaf biliyorum ama] biraz otomatik soba inşa etmeye benziyor; düzgün çalıştığında onun da bizim gibi sabit bir sıcaklığı koruduğunu fark edip buradan bizim de soba olmamız gerektiği sonucuna varmak gibi.

Aslında insanoğlunun kendi ürettikleri teknolojilerden etkilenmelerinin ve kendilerini bu cihazların bir türü olarak tahayyül etmelerinin uzun bir tarihi var. Otomatik soba örneği gerçek, tarihsel bir örnektir: 17. yüzyılda yapay bir cihazda sıcaklığın kendi kendine düzenlenmesi, devridaimin kabaca bir tarifi olarak görülüyordu ve dolayısıyla hayvanların ve insanların bedenlerinin ideal bir modeli olduğu düşünülüyordu. Ayna parlatma teknolojilerindeki gelişmeler, aynı zamanda erken modern dönemde zihinlerimizin bir tür ayna olması gerektiği fikrini alevlendirmiş ve C. S. Peirce’i takip eden Richard Rorty’inin de bunu çağrıştırıcı bir şekilde “camsı öz” (glassy essence) olarak adlandırmasına neden olmuştur.

Son zamanlarda, zihinlerimizin ya da fiziksel dünyanın temel doğasını yansıtması umulan ve esinini bilgisayar teknolojilerinden alan müphem analojiler kuruldu. Zihnin bilgi sayan (computing)  bir makine olduğu fikri, sibernetik çağının başlangıcından beri yaygın bir görüş. Ve daha güncel olarak, tüm evrenin bir sanal gerçeklik ya da bir “video oyunu” olması gerektiğini söyleme modası ortaya çıktı. Elon Musk da, Oxfordlu filozof Nick Bostrom’un rehberliğinde buna kanaat getirenlerden ve tabii Musk, ünlü ve milyarder olduğundan bu düşüncesini umuma açık şekilde dillendirdiğinde insanlar onu ciddiye aldılar. Bütün bir 13,7 milyar yıllık fiziksel gerçekliğin, yalnızca 1970’lerden beri var olan ve eski bir atari salonunda Space Invaders ya da Pac-Man ile ilk karşılaşmasında muhakkak küçük Elon’ın hayalgücünde iz bırakmış olan bir teknolojinin varyasyonu olabileceği fikrini ciddiye alıyor insanlar. Eğer bu doğru olsaydı, en hafif tabiriyle olağanüstü bir tesadüf olurdu. Belki de tarihin ritmine ve eski fikirlerin kendilerini farklı şekillerde tekrar etme biçimlerine dikkat kesilmek daha faydalıdır.

Bu, bize algoritmanın bir tür ritim olduğunu söyleyen yanlış bir etimolojidir; kaldı ki algoritmalarla son zamanlardaki meşguliyetimiz de bize zihnin ayna modelini, bedenin soba modelini ve evrenin video oyunu modelini veren eski seslerin tekrarıdır. Yunanlılardan beri, 9. yüzyılda yaşamış İranlı matematikçi Muhammed İbn Musa el-Harezmî’nin algoritmaya adını vermesinden ta yüzyıllar önce, problem çözmek için gerekli temel prosedür geliştirilmiş ve anlaşılmıştı. Algoritmanın çalışmak için bir makineye ihtiyacı yoktur, prensipte çıkarımını bir kâğıt parçası üzerinde ya da bir kişinin düşüncelerinde bile gerçekleştirebilir. Fakat algoritmaların tarihindeki önemli bir an da 17. yüzyılda G. W. Leibniz’in en keskin şekilde farkına vardığı şu görüştür: Kâğıt üzerinde gerçekleştirilebilen her türlü karar prosedürü prensipte bir makine tarafından da gerçekleştirilebilir ve bu şekilde makineler, insanların akıl yürüttüğü sırada olup bitenlerin çoğunu yeniden üretebilir.

20. yüzyıl boyunca makineler, akıl yürütme benzeri işlerde giderek daha iyi hale gelmeye başladılar; ki zaten onları bu yüzden icat etmiştik. 1950 yılında Alan Turing kendisiyle aynı adı taşıyan bir test önerdi: Buna göre; akıl yürütme davranışı, bir insanın akıl yürütme davranışından ayırt edilemeyen herhangi bir makine için; bu makinenin akıl yürütmeyi taklit eden değil, aslında doğrudan akıl yürüten bir makine olduğu sonucuna varabiliriz.

Günümüzde, pekâlâ botlar tarafından oluşturulmuş olabilecek, kökeni bilinmeyen dil parçalarıyla, sanki belli bir niyeti dile getirir gibi görünen tivitler ve gönderilerle kuşatılmış haldeyiz. Sözde niyetler ve insan düşüncesinin makine yapımı taklitleri ile dolu bir yolda hareket ediyoruz. Bunların insan düşüncesinden ayırt edilemez olduğunu söylemek abartı olur. Çoğu zaman birazcık çaba ile, aday Donald Trump’ın kampanya platformunu desteklemek için bir Rus Twitter botundan yayınlanan zar zor tutarlı olacak şekilde sıralanmış kelimelerle aynı adayı destekleyen bir insanın zar zor tutarlı olacak şekilde sıralanmış kelimelerini ayırt edebiliyoruz. Tabii bu bunaltıcı bir çaba olsa da. İçinde yaşadığımız tüm bilgi ekosistemi, bilişsel ve duygusal olarak Leibniz ve Turing’in muhtemelen hayal dahi edemeyeceği bir şekilde tükeniyor.

Ve işte bu noktada, bizlerin algoritma olduğumuza dair çıkan yeni terane, çoğu zaman gerçek hakikat sanılan daha önceki teknolojik analojilerden farklı olabilir. Zihnin bir ayna olduğu söylendiğinde ya da bedenin bir soba olduğu, bu genellikle bir heyecanın hevesiyle söylenmiştir; gerçekliğin en temel unsurlarının altında yatan ilkeleri anladığımız ve bunları nasıl yeniden üreteceğimizi öğrendiğimiz düşüncesinin heyecanıyla. Ancak algoritma olduğumuz söylendiğinde bir heyecandan ziyade sıklıkla  bir bıkkınlık seziliyor. Çok mu çalışıyorsunuz ve boş zamanınız kısıtlı mı? Müzik zevkinizi Spotify’a bırakmak çok daha kolay. Farklı bakış açıları sizi tehdit mi ediyor, çevrimiçi tartışmanın faydasızlığının fazlasıyla farkında mısınız? Neden sosyal medya akışınızın, halihazırda var olan fikirlerinizi teyit etmesine ve sizi sonu olmayan bir yankı odasında kapalı tutmasına izin vermeyesiniz ki?

Tabi burada bir terslik var. Kişiliğinizin neredeyse tüm yönlerinin kurulması ve sürdürülmesi ile ilgilenen makine algoritmaları ayarlayabilirsiniz, ancak bunun için delinmiş bir parmağın kanıyla bir sözleşmeye imza atmanız gerekir (gerçi bu artık, genellikle okunmamış bir dizi hüküm ve koşulların altına tıklamakla gerçekleştiriliyor). Tam olarak ruhunuzu satmıyorsunuz ama özneliğinizi rehin bırakıyorsunuz. Kendinizi; gerçekte siz olmanın nasıl bir şey olduğunu hesaba katmayan, katamayan dışsal bir bakış açısından görülebileceğiniz şekilde görmeye izin veriyorsunuz.

Özneliğinizi dilediğiniz zaman; sosyal medya şirketleri bundan hoşlanmasa da, kendi zevklerinizin, arzularınızın ve görüşlerinizin ağırlığını ortaya koyarak, bu zevkleri, arzuları ve düşünceleri işlemek ve bilemek zamanı geldiğinde makinelerden uzaklaşarak ve nihayet benliğin algoritma olduğu tembel analojiyi, ki bunun gibi analojiler saf ve kayıtsız kişiler tarafından hakikatin ifadesi olarak kabul edilir, terk ederek kazanabilirsiniz.

Özne olarak varoluşumuz, tabii ki bizi bitap düşüren pek çok dış güç ile koşullanır; bu yüzden sanki yeni algoritmik determinizmden özgürlüğümüzü geri talep etmek, tam bir otonomi ile sonuçlanacak değildir. Ama hırpalanıp bitap düşmenin birden fazla yolu var. Algoritmik olanın yanı sıra, aletorik (şansa bağlı) olandan da bahsedilebilir: bir yapay zekâ programının bazı ortak özellikler nedeniyle beceriksizce bir araya grupladığı şarkıların, bu özellikleri içeren birinden diğerine geçmek yerine; kişi hiçbir benzerlik kriterine dayanmadan, yalnızca bakmak için bakarak tamamen rastgele bir şekilde şarkıdan şarkıya, kitaptan kitaba, bir görünüşten diğer görünüşe geçebilir.

Çocukluğumda, evimizin arkasındaki tarlada bir ahır vardı, ki bu ahır, ben doğmadan birkaç yıl önce, büyükbabamın mütevazı yumurta işi için, binlerce yumurtlayan tavukla doldurulmuştu. Ben orayı keşfetmeye ilk başladığımda tüm tavuklar gitmişti, ancak tüy ve dışkı gibi tavukların olduğuna dair izler hala oradaydı. Bir noktada, kim olduğunu bilmiyorum, birisi, sayısı muhtemel binlerce olan bir dolu kitabı oraya yığmıştı. Bu kişi, tavuklar gitmeden önce ahıra ulaşmış olmalı, çünkü kitapların çoğu dışkı ile kaplıydı. Ancak tabii olayların sırasını net söyleyemem.

Bu kitaplar benim ilk kütüphanemdi. Yığından gözüme çarpan ve çok kirli olmayan ne varsa çıkardım ve bu kitapları incelemek, dünyayı bu kitaplarla biraz anlamlandırmaya çalışmak için onları eve getirdim. Aralarında, Ulusal Ulaşım Güvenliği Kurulu’nun 1971’deki toplantısının tutanaklarının bir cildi vardı. Batı Alman ormancılığının 1969 yıllığı vardı (yabancı dildeki bu nadide baskı özellikle değerliydi); Louis Lamour westernleri, Bronte kardeşlerin Reader’s Digest büyük basım versiyonları, Erica Jong’un Uçma Korkusu vardı. Bunların hiçbiri gruplandırma açısından anlamlı değildi, ancak bir mikrokozmos olarak bir kişisel kütüphanenin aracılığıyla kozmosun düzenlenmesine yönelik ilk hamle olması açısından benim oldukça işimi gördü.

Bu seçim tabii ki asla tamamen özgür değildi: Orada olmayan kitapları seçemezdim. Ancak bu, bir gidip kitap seçme özgürlüğü egzersiziydi. İnsanoğlu; dünyada, genellikle hep böyle ilerlemiştir ve bunun, “Şunları da beğenebilirsiniz…” ilkesine göre programlanmış makinelere dayanan seçilim sistemiyle çok az ortak ölçütü vardır. Batı Alman ormancılığının yıllığını ve Louis Lamour’u beğendim ve hiçbir makine, arızalı olmadığı sürece, benim için bu eşleşmeyi çıkaramazdı.

Ancak bir makine için arızalılık, bizim için gelişmenin ta kendisidir. Zevklerimizi, ilgi alanlarımızı ve görüşlerimizi aptal algoritmalara teslim ettiğimizde feragat ettiğimiz şey tam da bu gelişimin kendisi. En tembel ve en pasif halimizde bile aptal olduklarını biliyoruz -örneğin ikisi de “rock” olduğu için Coldplay’i Jimi Hendrix’le aynı listeye koyduğunda- bir bot siyasi görüşlerini ifade etmeye başladığında nasıl bir şeylerin yolunda gitmediğini biliyorsak, bu da öyle. Algoritmaların yalnızca dışsal koltuk değnekleri değil, gerçek benliğimizin yansımaları olduğu fikrini kafamızda canlandırdığımızda, kendimizi aptallaştırır ve kökleri özgür öznelliğimize dayanan gerçek doğamıza ihanet ederiz.

Bunları okudunuz mu?