Kahramanın Düşü

Hölderlin, Ses ve Delilik

Yaşantının kuşatılmasının veya yalnız bırakılmışlığın aşılmasının imkânı, sesin/yazının müştereklerin inşasına cüret eden delilikle yarattığı kırılımla, iradenin yeniden temellüküyle mümkün olacaktır.
Okuma listesi

I: Kahraman

Sanatçı içeriğini şimdiki zamandan alsa da, biçimini tüm zamanları aşan bir zamandan, varlığın değişmez birliğinden alır diye yazıyordu Schiller. Hölderlin’in doğa, tarih veya varlık felsefesi de, kendisini kimi zaman doğada, kimi zaman Diotima’sında kimi zaman asil Yunan düşünde gösterse de, tüm özgünlüğünü, bu zamansızlığa, esasında varlığın değişmez birliğinden pay almasına borçludur. Tıpkı bir tutam yerlilik düşü bir tutam delilik paydasıyla felsefenin bitip düşünmenin ve şiirin başladığını ilan eden Heidegger’de sesinin ve sessizliğinin yankılanışı gibi, Hölderlin’in doğa idealizminde Herder ve Schiller üzerinden Rousseau’nun, Yunan coşkusunda Winckelmann’ın çınladığını sezeriz. Ancak bunlar yalnızca düşüncenin bahaneleridir, aslolan her zaman şiirdir.

Hemen her şiir gibi, Hölderlin şiiri de dünyada ses bulsa da, dünyaya değil bu zamansız sessizliğe aittir. Bağrında kahramanca bir ideali taşıyan safi bir görümün hizmetindeki bu şiir, her şeyden öte safiyetin, lekesizliğin timsalidir. Denebilir ki şair yalnızca ve yalnızca ruyeti, sukutuhayali ve düşü, yani şiiri taşımak ve doğmak üzere zuhur etmiş bir bedenleşmedir. Doğanın yüceliği, kozmik düzenin yasallığı, insan dünyasının kötülüğüne karşı doğanın masumiyetini kuşatan, varolanda eksik olanı varlıkta işitebilme idealidir.

Ancak Hölderlin ne kötümser bir mersiye şairi ne de bir pastoral methiye ozanıdır. Umutsuzluğun tınısını zerk etmez onun şiiri, bu ebedi gelgit elemi değil, her zaman tanrısal olanı imler. Ancak tanrısal olan ötedünyasal bir manadan ziyade hemen her zaman kahramanın düşüdür. Şiirde tınlayan tanrılar, doğaya, yurda ve sevgiliye dahi tanrısallığını katan, o ölmez insanlık idealinin özlemi ve ülküsüdür. Tanrıları yeryüzüne indiren yaşamı efsunlayan bu ülküdür. Tıpkı tanrısal vahyi doğurmanın sancısıyla kıvranan peygamber gibi, şairin ruhu o sonsuzluk türküsünü yankılama uğruna ıstırap içinde yüzer. Sonsuzluğun şiirinin bedeli, ufku olmayan bir sessizliğe mütehammil olmaktır. Kendi düşünden doğduğu, yine kahraman olarak kendidir. 

II: Uğultu

Anlamı yaratan efendi, söz mü, yankı mı, uğultu mudur? Varolanların, varlığın sesini bastırdığı, tek tek yaşayanların tınısının tekil bir uğultuya dönüştüğü yerdir artık bu dünya. Her birimiz bizi aşan ama yaşamlarımızda yankılanan olaylar yığınıyla kuşatılmış gibi hissederiz, Lavalle’in deyişiyle, çıkardığımız ses ile üretilen yankı arasında bir tür orantısızlık, sözü söyleyen ile dinleyen arasında her gün giderek büyüyen bir kopukluk içindedir yaşantı bugün. Tekrarın tekrarının yaşantının ve yaratımın hazzının yerine ikame edildiği fantezidir aynı zamanda. Yine Lavalle’in diliyle:

Varlıklar arasında bir tür kesintisiz iletişim kuran, hep farklı ve hep tehlikede olan, hem bir doğuşa hem de bir vahye benzeyen ifadenin o kıyaslanamaz nezaketini yavaş yavaş yitiriyoruz. Yalnızlığı hem parçalayan hem de arttıran düşüncenin yavaş yavaş söze dönüşerek kendini duyumsadığı yalnızlığı [ve sessizliği] deneyimlemiyoruz artık.

Karanlık zamanlar diye tabir edilen her dönem istencin gaspıyla birlikte istisnasız her zaman sesi ve de yaşam deneyimini hedef alır. Zor, kendini yok edişlerle olduğu kadar, politik olanın bireyci ahlaka, aşkın ölçümlenebilir dürtülere, yaşamın fanteziye indirgenmesiyle ortaya koyar. Aynı zamanda yazının tanrısal (yani kahramanca) kökeninden koparılarak temasın kendisini deneyimden soyutlayan steril yaşantı yaratma amacının tarihsel uğrağıdır bu. Ancak yıkımı olduğu kadar yaratımı da bağrında taşır. Yazıya sığınmak bir tehlike olarak görülse de, tanımı gereği yazı deneyimden ayrı değildir. Kendini duyumsayan öznellik, özgürleşmenin diyalektiğini, varlığın sessizliğiyle birlikte gerektirir.

III: Corpus

Hölderlin’in Sophokles çevirisinden söz ederken Schelling Goethe’ye şöyle yazıyordu: “Hölderlin… hep gözle görülür çöküntü içinde. Sophokles çevirisi, kötüye giden zihinsel halini ortaya koyuyor.” Heinrich Voss ise yine Agamben’in dediğine göre daha alaycıdır: “Dostumuz gerçekten tam bir deli mi, yoksa bu rolü oynamakla yetiniyor da, Sophokles çevirisi, kötü çevirmenlerin üstü örtülü bir yergisi mi?… Schiller’in nasıl güldüğünü görmeliydin!” Anlamın tarihsel yükünün daha iyi bir resmi mümkün mü? Çevreleyen dünyanın tüm alaylarına karşın, kahramanın dili tanrıcadır (yani kahramanca). Deliliğinin son raddelerinde şair, insan dilinde anlamsız sözceler ve kekeme heceler dile döker gözükse de esasında tanrıların dilinde konuşur.

Sesi yerlileştirme veya kendine mal etme, her zaman bir çeviri edimidir. Varlık da sesini ancak naif deneyimi sessizliğine mal edenlere duyuracaktır. Her ne ad altında olursa olsun, yaşantının kuşatılmasının veya yalnız bırakılmışlığın aşılmasının imkânı, sesin/yazının müştereklerin inşasına cüret eden delilikle yarattığı kırılımla, iradenin yeniden temellüküyle mümkün olacaktır.

Kahramanını arayan bir düş olarak Corpus geçen yıl bu vakitlerde doğdu, sözün ve dokunuşun riskini keyfekeder üstlenen binlerceye musallat oldu. Bu deliliği, yazının ve dokunuşun tehlikelerini ve hazzını kuşanan tüm okurlarımıza, yazar ve çevirmenlerimize minnetle. Sesin kökensel riskini taşımanın yüküyle, nice yaşlara Corpus!

Notlar

Heidegger, Varlık ve Zaman; Louis Lavalle, Söz ve Yazı; Agamben, Hölderlin’in Deliliği

Bunları okudunuz mu?