İtalyan komünist Antonio Gramsci, dünyayı dönüştürme derdindeki sosyalist strateji üzerine ardında zengin ve karmaşık bir düşünce mirası bıraktı. Daniel Devir ile bu söyleşisinde tarihçi Michael Denning, bu büyük ve yanlış anlaşılmış düşünür hakkında bize kılavuzluk yapıyor.
Solda çok az düşünür Antonio Gramsci kadar büyük bir öneme sahiptir. Pek çok düşünür tarafından çok çeşitli amaçlarla sık sık alıntılanır, ancak çok az kişi onu bir İtalyan komünisti olarak, özellikle de tarihsel bağlamı içinde onu gerçekten okuma ve onunla cebelleşme zahmetine girer.
Hegemonya kavramına dönelim. Gramsci, Lenin’in sanayi işçilerinin olsa olsa küçük bir azınlık oldukları bir ülkede komünistlerin iktidarı nasıl kullanabileceklerini tanımlamak için kullandığı hegemonya kavramından yararlanmıştı.
Gramsci hegemonyayı nasıl daha genel bir kavram haline getirdi ve bu kavramı herhangi bir toplumsal grubun nasıl yönettiğini ya da yönetmeye çalışması olarak tanımladı? Lenin’den yola çıkan bu hegemonya teorisi, şu an ne tür toplumsal güçlerin egemen olduğunu ve ne tür bir siyasetin onları devirip yerine geçebileceğini anlamamızı nasıl sağlar?
Gramsci ve Lenin arasındaki ilişki ilginç bir ilişki. Gramsci, Lenin hakkında hegemonyayla ilgili iki şey söyler. Birincisi, Lenin’in hegemonya fikrinin hem felsefi hem de siyasi bir ilerleme olduğudur. İkincisi, o anın Lenin’in Birleşik Cephe stratejisi için baskı yaptığı an olduğunu ve Gramsci’nin kendisinin de bu stratejiye yıllarca bağlı kalacağını söyler ve bunu Komünist Enternasyonal’in diğer üyelerinin o sırada çağrıda bulunduğu çeşitli ani ayaklanma kavramlarının karşısına koyar. Gramsci, 1919 ve 1920 sonrası yenilgilerin bir sonucu olarak, ne bir tür saf işçi sınıfı tabanı ne de bir tür ayaklanmacı siyaset için bir moment olmadığını zaten hissetmektedir ve faşizme karşı çıkmak için yeni bir birleşik cephe biçimi tahayyül eder.
Bu sadece siyasi bir strateji değil, aynı zamanda felsefi bir kavrayıştır. Gramsci çeşitli noktalarda siyasi düşünce alanında asıl meselenin, yönetenler ve yönetilenler (rulers and ruled) sorunu olduğunu söyler. Bunun insan doğasıyla ilgili bir durum olmadığını belirtir. Yani her zaman yönlendirenler ve yönlendirilenler (leaders and led) vardır diye bir şey yoktur. Yönlendirenler ve yönlendirilenler şeklinde bölünmemiş bir toplum yaratılmak istendiğinde, yönlendirenler nasıl ortaya çıkar?
Dolayısıyla hegemonya kavramı, yönlendirenlerin nasıl öncülük etmesi (lead) gerektiği, bir partinin nasıl öncülük etmesi gerektiği, bir partideki yönlendirenlerin nasıl öncülük etmesi gerektiği teorisinden ortaya çıkmaktadır. Ve üç aşama vardır. Ekonomik tüzel momentten hegemonik momente geçiş, kişinin kendisiyle aynı ekonomik konumu veya statüyü paylaştığı için diğer insanlarla birlikte durduğu yerden bir geçiştir. Verdiği örnek, bir tüccarın başka bir tüccarın yanında durması, bir iş insanının diğer iş insanlarının yanında durmasıdır; siyasi bir örgütün sadece kendi çıkarlarına göre yan yana duran insanlar olmayacağı, yeni bir dünya anlayışı, yeni bir toplum, şeyleri organize etmenin yeni bir yolu hakkında daha geniş bir vizyona sahip olacağı bir nosyona geçilir.
Gramsci’ye göre bu hegemonik moment, örgütlü bir siyasi grubun, örgütçülerin önderliğinde, böyle bir pozisyonu gerçekten dile getirebildiği ve diğer müttefiklerin bu pozisyona razı geldiği andır. Bazen bunun, daha geniş bir hareket inşa etmek amacıyla müttefiklerine bir şeyler vermek için kendi çıkarlarının bir kısmını feda etmek anlamına gelebileceğini ifade eder.
Çarlık Rusyası’nın son dönemleri ve Sovyet Rusya’nın ilk dönemleri örneğinden yola çıkarsak, kırsal köylü nüfus çok büyük olduğu için, sanayi işçileri ve sendikalardan oluşan herhangi bir hareketin köylülüğü kazanmak için onlara taviz vermesi gerekecektir. Bu, Gramsci’nin açıkça ilgilendiği bir konudur çünkü İtalya, kırsal tarımsal köylü nüfusu, kiracı çiftçiler, gündelik işçilerden oluşan büyük bir güney bölgesine sahip bir ülkeydi.
Bu soru her türden siyasette güncelliğini korumaktadır: Bir siyasi örgütlenmenin düşmanlarıyla değil de dostlarıyla yapmaya niyetlendiği ödünleşmeler neler olmalı? Burada mesele düşmanlarını kazanmaya çalışmak değil, müttefikleriyle ittifaklar kurmaktır.
Gramsci her zaman güncel siyasi örneklerle geçmiş tarihi örnekler arasında gidip gelir ve İtalyan tarihindeki geçmiş örneklere dönerek bazı grupların aslında kendi çıkarlarıyla çok fazla ilgili olmalarından dolayı hiçbir zaman hegemonik bir strateji sunmadıklarını ve müttefikler kazanmadıklarını ve sonuç olarak başarısız olduklarını gösterir.
Ona göre bu, sendika stratejileri ile parti stratejileri arasındaki farklarla ilgili bir meseledir. Bir sendikanın stratejisi her zaman üyelerin çıkarlarıyla tanımlanacaksa, ya belirli bir yerelde ya da o sendikanın ya da o zanaatın üyesi olan diğer insanlar tarafından, bir siyasi parti sadece farklı türden mesleklerden ve toplumsal kesimlerden işçileri değil, aynı zamanda çalışan nüfusun dışında kalan insanları, işsizleri de bir araya getirmelidir.
Birkaç kez kullanacağı bir diğer ifade ise “hegemonik aygıt” ya da “hegemonya aygıtları”dır. Bu, örgütçülerin, entelektüellerin, yasa koyucuların ve parti militanlarının aslında eğitici, kültürel gazeteler yarattığı fikridir. Birkaç yerde, gazetenin partinin kendisi olabileceği gibi şeyler söyler. İngiltere’deki Times of London’ın siyasi bir parti olduğunu belirtir. Aslında New York Times’ı da bir tür siyasi parti olarak düşünebiliriz. Bu hegemonya aygıtları, dünyanın bu daha geniş kavranışının uygulanabileceği araçlar ve enstrümanlardır.
Siyaset ve “Organik Entelektüeller”
Gramsci şöyle yazar: “Bütün insanlar politik varlıklar oldukları için, hepsi aynı zamanda yasa koyucudur. Her insan aktif olduğu, yani yaşadığı ölçüde, içinde geliştiği toplumsal çevrenin değiştirilmesine katkıda bulunur.” Buna bağlı olarak, “Bütün insanlar filozoftur” der. Gramsci, herkesin yasa koyucu olduğuna dair bu argümanı ileri sürerken, iktidarın devlete özgü olmadığını, toplumun her yerinde farklı şekillerde genelleştirilmiş bir şey olduğunu iddia etmektedir; elbette devletten işyerine, işyerinden eve ve diğer her yere.
Bu, siyasetin ne olduğuna dair hâkim fikirlere yönelik büyük bir eleştiri gibi görünmektedir. Siyaset seçkin bir grup lider arasında yoğunlaşan, sadece devlet etrafında örgütlenmiş bir şey değildir. Gramsci’nin burada söyledikleri tam olarak ne anlama geliyor? Sosyalist siyasetin kapsamını düşünme şeklimize dair bize ne sunuyor? Dahası bu, organik entelektüeller olarak adlandırdığı klasik formülasyonuyla nasıl ilişkilidir?
Gramsci’nin düşüncesini bir araya getirmeye çalışmanın bir yolu, bu iki yarıyı, herkesin filozof ve herkesin yasa koyucu olduğu fikrini, onun büyük projesinin, dünya hakkındaki düşünme biçiminin iki yarısı olarak düşünmektir. Herkes filozoftur ve herkes entelektüeldir, ancak bu, toplumsal işbölümünde bazı insanların entelektüel rolü haiz olması koşuluyla birliktedir. Bazı insanların işi budur. Diğer insanlar ise günlük yaşamlarında entelektüel düşünceyi kullanırlar.
Herkesin yasa koyucu olduğuna dair de neredeyse aynı argümanı kullanacaktır. Gerçekten de profesyonel yasa koyucular vardır. Profesyonel siyasetçiler vardır ve Gramsci bunu reddetmez. Öte yandan, siyaset bu insanlarla sınırlı değildir. Bir anlamda herkes yasa koyucudur, diğer anlamda ise, kim olduğunuza bağlı olarak yasama faaliyetinizin kapsamının farklı olduğunu söyler. Eğer ulusal yasama organındaysanız, belediye meclisinde olmanızdan çok daha farklı bir kapsama sahip olursunuz. Belediye meclisindeyseniz, bir departman toplantısında olduğunuzdan çok farklı bir kapsama sahipsinizdir.
Ancak bir üniversitede, bir bölümde bile, davranış normlarını belirleyerek, müfredatı belirleyerek, sınavların çerçevesini çizerek bir anlamda yasama yaparsınız. Gramsci herkesin zora başvurabileceğini söyler; sınıfta olumsuz notlar verme üzerinden bunu yapabilirsiniz örneğin veya günlük yaşamınızda ve işinizde çeşitli biçimlerde yaparsınız bunu, ki bu şekilde davranış normları belirler ve çevrenizdeki insanların davranış normlarını denetlersiniz.
Aslında sadece emirlere uysanız bile, sadece bu davranış normlarını uyguluyorsanız ve bu şekilde yasama yapıyorsunuz demektir. Kırmızı ışıkta veya dur tabelasında durduğunuzda, o kavşağa dur işaretini koyan kişilerle aynı güce sahip olmasanız da, günlük yaşamın mevzuatının bir parçasıdır bu [ve böylece siz de bunun bir parçası olursunuz]. Bu, siyasi eylem hakkında düşünmenin çok güçlü ve zengin bir yoludur.
Yönlendirenler ve yönlendirilenler arasındaki, yönlendirenler ve madunlar arasındaki bu mücadele, bunun yapılandırılma yollarından biridir. Gramsci bunun genellikle gizlendiğini söyleyecektir, çünkü otorite ve iktidar ilişkisinin yalnızca teknik bir ilişki olduğu söylenir. Çeşitli otorite yapıları, daha uzman, daha fazla yetkiye sahip birini yükseltmekle ilgili gibi görünür, ancak aslında vasıf veya bilgi açısından gerçek bir fark olmamasına rağmen, birisinin bir başkasına patronluk yapmasının bir yolu olabilir.
Bu da siyaseti doğrudan işyerinin içine sokmaktadır. Gramsci, “Hegemonya fabrikada doğar” diye yazar ve bu çoğu zaman fazla indirgemeci bir yaklaşımla ele alınmıştır. Bununla beraber genel anlamda yönlendirme, işyerlerinde ve her türden işyerindeki davranış normlarında doğar.
Organik entelektüele gelince: İngilizcede organik, organizma olarak adlandırılan bir dizi kelimeyi organizatör ve organizasyondan ayırma eğilimindeyiz. Bir bakıma, bir kelime grubu bir tür biyolojik doğaya sahip gibi görünürken, diğeri daha mekanik bir doğayı gerektirir. Aslında İtalyancada bu böyle değildir, yani bir organizma ve bir organizasyon biri biyolojik diğeri mekanik olmak üzere iki değil, aslında benzer bir kelime grubudur.
Dolayısıyla Gramsci’nin anladığı anlamda organik entelektüel, belirli bir dünyada kökleri olan biri değildir, örgütleyen kişidir. Bu bağlamda, aslında “örgütleyici” ve “entelektüel” eşanlamlı kelimeler olarak görülebilir.
Gramsci, kişinin içinden çıktığı toplumsal gruplarla yakından ilgilenir. Sık sık işçi sınıfının örgütleyici entelektüellerinin işçi sınıfı topluluklarından çıkan insanlar olduğunu öne sürer. Ama onların işi bir sendika örgütçülüğü, bir işyeri temsilciliği ya da bir siyasi parti örgütçülüğüdür. Bunu söyleyebilirsiniz çünkü aslında kapitalist sınıfın örgütleyicileri kapitalist sınıfın içinde doğmuş insanlar değildir. Gramsci’nin örnekleri reklamcılar, finansörler, yönetici insanlardır. Kapitalist işletmelerin gündelik işlerini örgütleyen insanlar kapitalist sınıfın organik entelektüelleridir.
Gramsci bu ifadeyi hiç kullanmasa da bence bir organik yasa koyucu kavramı tahayyül edilebilir; (organik entelektüel kavramını herkese yaymak yerine) gündelik yaşamın ve çalışmanın çeşitli biçimlerinde örgütleyici olan veya toplumsal hareketlere katılan insanlar olarak düşünülebilir bu kavram. Bir yanda kültürel, entelektüel ve eğitim hayatını örgütleyen organik entelektüeller ile diğer yanda organik yasa koyucular arasında bir ikilik hayal edilebilir. Biri kendi ifadesiyle dünyanın kavramlarıyla uğraşıyorsa, diğeri davranış normlarıyla uğraşmaktadır.
Kitle Kültürü
Aynı zamanda şöyle yazar Gramsci: “Ancak yenilik, en azından başlangıçta, insan faaliyetine içkin olan anlayışın belirli bir dereceye kadar tutarlı ve sistematik, kesin ve kararlı bir iradede her zaman mevcut bir farkındalık haline geldiği bir elitin aracılığı dışında kitleden gelemez.”
Bu, Gramsci’nin her insanın doğasında var olan dünya oluşturma gücü anlayışına dair neyi açıklığa kavuşturmaktadır? Ve bu, onun buradaki büyük ideolojik geçişin kitlelerin gündelik yaşamı ve argümanlarının dışında örgütlü bir liderlik gerektirdiği iddiasıyla nasıl ilişkilidir?
İki cevabım olabilir. Birincisi, Gramsci’nin dünyasının ve Gramsci’nin tarihteki uğrağının özel tarihsel koşullarıyla ilgili. Unutmayın ki 1860’lardan 1930’lara kadar olan bu dönemde, kırsal, tarımsal ve köylü dünyalarından yeni kurulmakta olan endüstriyel fabrikalara doğru dünya çapında olağanüstü bir göç yaşanmaktadır. Bu Fordizm dönemidir. Gramsci birçok açıdan Fordist dönemin Marksistidir. Marx ise Fordizm öncesi dönemin Marksistiydi. Biz ise post-Fordist bir çağda yaşıyoruz.
Gramsci’nin siyaset bilimi eleştirisinde işaret ettiği her şey, elitlerin her zaman sizinle birlikte olacağını söyleyen elit teorilerin tamamen yanlış olduğudur. Bence, belli bir yeni nüfusun eğitilmesi ve siyasi eyleme geçirilmesi gibi belli bir moment Gramsci’nin aklındaki. Buna paralel olarak, biraz daha genç olan ve bunun diğer tarafını yaşamış olan Trinidadlı büyük Marksist C. L. R. James, 1940’larda ve 1950’lerde, tam da kitlesel okuryazarlığın ortaya çıkması ve insanların 1940’larda ve 1950’lerde yaptıkları yeni iş türleri nedeniyle, o dönemin sıradan işçilerinin dünyayı kavrayışlarında Hegel ve Kant’tan daha ileri olduklarını yazar.
Gramsci, kitle kültürü olarak düşündüğümüz şeyin henüz var olmadığı bir dünyadadır. Filmin ilk dönemleri, kısmen radyo var. Kitlesel seri romanlar hakkında yazarken çok ilginçtir, ancak 1940 sonrası dünya için çok temel olan popüler hikâye anlatımı ve popüler deneyim paylaşımı endüstrileri gerçekten Gramsci’nin dünyası değildir. Gramsci, ne zaman popüler zihniyetlerin değişimine baksa, yeni örgütleyicisini, yeni partisini modellemek için Katolik Kilisesi’ne bakacaktır. Şöyle der: “Vay canına, Katolik Kilisesi’nin ne kadar başarılı olduğuna bakın. Eğer birisi yeni bir dünya anlayışı istiyorsa, bunu bu şekilde hayal etsin.”
Solcular için dini örgütlerin yeni dünya anlayışları yaratma ve bunları nesiller boyunca sürdürme yolları hakkında düşünmek gerçekten hâkim bir durumdadır. Öte yandan, Gramsci’nin, bir kuşak sonraki Marksistlerin aksine, film ve radyo yayıncılığının, kitle kültürünün ve kitlesel gösteri sporlarının yaratacağı farkın henüz farkında olmadığını hissettiğiniz bir an vardır.
Gramsci’nin buradaki anlayışını, önde gelen İtalyan elit teorisyen Robert Michels’inki ile nasıl karşılaştırabiliriz? Michels, örgütlenmenin doğasında var olan hiyerarşinin, yönlendirenler ve yönlendirilenler arasındaki bölünmenin, doğası gereği “oligarşinin demir yasası” olarak adlandırdığı şeye, örgütler ve partiler içinde yukarıdan aşağıya yönetime doğru içsel bir eğilime yol açtığını savunuyor. Michels, sanırım bir komünist ya da sosyalist olarak yola çıkıyor ancak nihayetinde bir faşiste dönüşüyor.
Gramsci, biri son derece kötümser, diğeri ise ilginç bir şekilde iyimser olan iki farklı eğilimin farkındadır.
Bir yanda Michels, Vilfredo Pareto, Gaetano Mosca gibi gerçekten de bu dönemde icat edilen kötümser bir siyaset bilimi var. Siyaset biliminde bugün de önemli bir gelenektir bu ve temelde elitleri gerekli görür, demokrasi elitlerin dolaşımından başka bir şey değildir. Katılımcı demokrasi mümkün değildir.
Öte yandan Gramsci, Frederick Winslow Taylor ve 1910’lu ve 20’li yıllardaki bazı düşünürlerin yönetim teorisinin iyimser tarafı olarak düşünülebilecek yönüyle de karşı karşıyadır. Amerikalı düşünürler aslında işçileri işlerinden mutlu edebilecek ve işyerini sadece teknik olarak daha verimli hale getirmekle kalmayıp aynı zamanda işçilerin duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarına da cevap verebilecek bir yönetim bilimi geliştirebileceğimizi düşünürler.
Gramsci aslında her iki tarafta da olmayan bir tür radikal demokratik örgüt teorisi arzular. Gerçekten de yönlendirenler/yönlendirilenler ayrımının ötesinde bir dünyaya ulaşabilecek partiler ve liderler inşa edilebileceğini ve aynı zamanda patronlar ve işçilerin ötesine geçebilecek, üretimin bunu yapanlar tarafından kontrol edilebileceği işyerleri yaratılabileceğini düşünüyordu.
Gramsci ve Michels arasındaki bu farka ulaşmanın bir yolu Gramsci’nin siyasi partilerin veya daha genel olarak siyasi örgütlenmenin yapısına ilişkin analizidir. Üç kritik bölüm tanımlar. Birincisi kitle unsuru; ikincisi temel bağdaştırıcı liderlik unsuru ve üçüncüsü “birinci unsuru ikincisiyle eklemleyen ve aralarında sadece fiziksel değil, aynı zamanda ahlaki ve entelektüel olarak da temas sağlayan” bir ara unsur.
Bu bileşenleri ve özellikle Gramsci’nin bunları bir ara katman, kadro katmanı aracılığıyla nasıl bir arada gördüğünden bahseder misiniz? Bu ara katman örgütlenme için neden bu kadar kritiktir?
Çünkü ara katman en ilginç ve en az açık olan katmandır. Gramsci’ye göre bu gerçekten de mahalle rahipleri ve rahibeleriydi. Papalar, teologlar ve piskoposlar -kilisede büyük örgütsel kararları verenler- ile kiliseye inananlar arasında aracılık yapanlar aslında bu insanlardı. Kendi partisinin yapması gerektiğini düşündüğü şey, çok sayıda kilise rahibi ve rahibesi yaratmaktı.
Bunu İtalyan Sosyalist Partisi’nde bazı şekillerde gördü. O yıllarda gerçekten de ofis için koşturmuyordu. Casa del Popolo’da ya da dergilerin bulunduğu, gece okullarının ve parti toplantılarının yapıldığı bir bina olan Halk Evi’nde çok aktifti. Burası mahalle için bir tür merkezdi. Orada konferanslar veriyordu. Gazetelere yazıyor ve yayına hazırlıklarını yapıyordu. Bunu ara tabakanın bir parçası olarak görüyordu.
Hatırlayın, İtalyan Komünist Partisi 1921’de kuruluyor, Gramsci 1926’da hapse atılıyor. Gramsci’nin bu yeni partinin lideri olduğu ve faşizm karşısında bu aracılar setini yarattığı sadece beş yıl var.
Gramsci, partisinin henüz var olmayan ve çoğunlukla faşizm altında var olmayacak ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar gerçekten devreye girmeyecek bir parçasını hayal etmeye çalışıyor. Gramsci’nin bu konudaki fikirlerinin temel olacağı İtalya’da Gramsci’nin tarihsel öneminin nedenlerinden biri, savaş sonrası on yıllarda İtalyan Komünist Partisi’nin yarım yüzyıl boyunca seçimlerde, kültürel kurumlarda, eğitim kurumlarında önemli bir siyasi güç haline gelmesidir.
Ayrıca Gramsci’nin broşür yazıları parti militanlarını eğitmek için yazılmıştır. Gramsci, bir okula sahip olmakla çok ilgiliydi, çünkü Sol’un büyüdüğünü ve örgütlere katılan, hareketlere katılan, Sol hakkında tüm tarihe ve bilgiye sahip olmayan bir dizi yeni insan kazandığını gördü. İnsanları nasıl harekete geçirirsiniz? Yeni bir nesli nasıl eğitirsiniz?
Bu, dışarıdan bir şeylerin gelmesi gerektiği ya da insanların reformist bir moddan devrimci bir moda geçirilmesi gerektiği duygusu değildir. Daha ziyade, her siyasi örgütün iyi ve kötü, zafer ve yenilgiyle dolu bir deneyim birikimi vardır. Yale mezunu öğretmenler kısa süre önce sendika tanınma seçimlerini kazandılar. Oy kullananların yüzde 91’i sendika için otuz yıl mücadele ettikten ve otuz yıl boyunca gelen, birkaç yıl geçiren, sendika için çok çalışan, ayrılan birçok nesil mezun öğretmenden sonra sendikaya oy verdi.
Bu örgütçüler hem başarı ve başarısızlığın tarihini aktarmaya hem de yeni gelen insanları üyeliğe kazandırmaya çalıştılar. Unutmayın, bir sendika ile ilgili çarpıcı şeylerden biri de üyelerinizi seçemiyor olmanızdır. Peki, aynı işverenin sizi işe almış olması dışında hiçbir ortak noktanız olmayan insanlarla bir işyerinde nasıl dayanışma kurarsınız?
Bence bu aracılık duygusu, insanları siyasi bir hareketin içine çekebilecek insanlardan oluşan bir dünya yaratıyor. Ve burada Gramsci oldukça nettir: Eğitimciler olmadan eğitim; örgütçüler olmadan örgütlenme olmaz.
Gramsci örgütlenme konusunda Amerikan geleneğinden daha politik bir şekilde düşünmemize nasıl yardımcı oluyor? Bu gelenek, anti-politik Saul Alinsky’den çok fazla etkilenmiştir, ancak aynı zamanda yüzyılı aşkın bir süredir devam eden siyah ve işçi özgürlüğü mücadeleleri tarafından da şekillendirilmiştir.
Ve ilk günden itibaren Alinsky modeli tarafından şekillendirilen bir hareket -bilirsiniz, bir anlamda Alinskyci modellerin en güçlülerinden biri- Cesar Chavez’in tarım işçileri ve marul ve üzüm boykotlarının inşasıdır. Dolayısıyla bu cümle Amerikan örgütlenme geleneğine bir tür saldırı olarak değil, daha ziyade Amerika Birleşik Devletleri’nde sahip olduğumuz geleneğin ne kadar zengin olduğunun farkına varmamız içindi. Bildiğiniz gibi, nasıl oluyor da Amerikan tarihinde hiç sosyalist parti olmaz? Tam tersi de söylenebilir. Amerikan tarihinde neden bu kadar çok güçlü sol örgütlenme geleneği var?
Öte yandan, o farklı anları yaşamış olan birçoğumuz, kültür, eğitim, uğruna mücadele ettiğimiz yeni dünya anlayışının ne olduğuna dair daha büyük meselelerin, genellikle yarın yapılması gerekenler uğruna paranteze alındığı anları muhtemelen hatırlayacaktır. ABD siyasetinin pragmatik ve sonuç odaklı doğası diye bir şey var, pragmatizmin bir anlamda ABD’nin asli ideolojisi olduğu gerçeği var… Amerikan Gramsci’si kimdir diye soracak olursanız muhtemelen bu, büyük pragmatist filozof ve aynı zamanda ilerici eğitimin en büyük teorisyenlerinden olan John Dewey’dir. Dewey’in fikirleri sol-liberal öğretmenler ve politikacılar için pek çok yönden ortak akıl haline gelmiştir; üstelik muhtemelen Dewey’in söylediklerini yaptıklarının farkında bile olmamalarına rağmen bu böyledir.
Ve bu kavrayışın -sonuç odaklı, araçsal siyaset düşünme biçiminin- çok fazla gücü var, ancak bence Gramsci’nin bize hatırlattığı bir şeyi gözden kaçırıyor: Kişinin gerçekten farklı bir dünya anlayışına sahip olması gerekiyor. Burada söz konusu olan sadece insanların belirli bir konudaki fikirlerinin uzun vadede değiştirilmesi değildir; örneğin birinin kürtaj konusundaki fikrini değiştirmek, dünyayı, yaşamı, kadın-erkek ilişkilerini ve cinsellik durumlarını tamamen farklı bir şekilde anlamaya bağlıdır. Bunlar sadece bu kadar kısa bir şekilde ele alınabilecek konular değildir. Bazı açılardan, Amerikan solunun bu şekilde hegemonik olan kısımları -kadın hareketinin o dönemki “bilinç yükseltme” gücünü göz önünde bulundurursak- bazen kişinin kendi hayatından yola çıkmıştır.
Gramsci’nin söylediği de budur: Yapmamız gereken ilk şey, benliği bu çelişkili yer olarak anlamak ve kendi benliğimizde kazılı olan bu tarihin izlerinin bir envanterini çıkarmaktır. Gramsci’ye nadiren atıfta bulunsalar da ve buna ihtiyaçları duymamış olsalar bile, bir anlamda bu, erken dönem kadın hareketinin güçlü Gramscici uğrağıydı. İnsanın, bunun ötesinde bir dünya ve özgürleştirici bir dünya hayal edebilmesi için kendi kişisel hayatının bazı şekillerde nasıl şekillendiğini düşünmesi gerekiyordu.
Ve bir şekilde bu iki yarıyı yakalamak -günlük siyasi meseleden vazgeçmek değil, ama her birimizin bir yasa koyucu olduğu, yani temel bir şekilde kişisel olanın politik olduğu, kişisel olanın bir şekilde yasamanın gerçekleştiği alanlardan biri olduğu argümanını gerçekleştirmek- bence Gramsci’nin bize güçlü bir şekilde hatırlattığı şeylerden biridir.
Kendimi Gramsci’ye bu kadar sık geri dönerken, gençlerle Gramsci okurken bulmamın bir diğer nedeni de Gramsci’nin nadiren küçümseyici bir “ben sana demiştim” tavrına sahip olmasıdır. Onun ekonomist politikaya karşı çıkışı -“ah, pekala, çünkü bu birilerinin kendi çıkarları içindi, para kazanıyorlardı ya da her neyse”- bunun yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Diğer insanlardan daha çok şey biliyormuş gibi hissetmenin ucuz bir yoludur bu. Özellikle Gramsci’nin Hapishane Defterleri, neyin yanlış gittiğine, neden yenildiklerine dair muhteşem bir düşünümdür.
Az evvel bahsettiğiniz partinin bu üç parçası hakkında, sorumluluğun farklı durumlarda eşit olmayabileceğini, ancak hepsinin yenilgiden sorumlu olduğunu söylüyor. Ve bunu faşist bir rejimin iktidara gelmesi karşısında ifade ediyor. Hem parti liderleri, hem aracılar hem de üyeler olarak neyi yanlış yaptığımızı ve bunu nasıl anlayacağımızı düşünmek zorundayız. Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde, sözgelimi devrimci bir rejimin zaferinden sonra yazan meşhur Marksistlerde olmayan güçlü bir alçakgönüllülük var: “Bizim yaptığımız gibi yaparsanız siz de bu dramı tadarsınız”. Gramsci aslında bunun tam tersini söyler: Bizim yaptığımızı yapmayın çünkü bizim yaptığımız hiçbir işe yaramadı. Fakat yapmaya çalıştığımız şey hakkında enikonu düşünün.
Keyfî Değil
Gramsci başarılı bir ideolojik proje hakkında şöyle yazar: “Bu tür bir kitlesel yaratımın, herhangi bir ideoloji dolayımında, onu yalnızca kendi fanatik, felsefi ya da dini inançları temelinde öne süren bir kişi ya da grubun geçmiş yaratıcı iradesinden dolayı rastgele/keyfî olarak gerçekleşemeyeceği açıktır. Düşünce biçimlerinin rasyonelliğinin ve tarihselliğinin gerçek kritik sınaması, bir ideolojiye kitlesel bağlılık ya da gevşekliktir.”
Bu bir düzeyde çok açık bir içgörü gibi görünse de bugün hâlâ insanların iyi argümanların siyasi mücadeleleri kazanabileceğine ya da sadece azmin bir mücadeleyi kazanabileceğine inanmaları çok yaygın. Bunun hem Sol hem de merkezdeki insanlar arasında belki de daha yaygın olduğunu söyleyebilirim, çünkü Sağ, hem ekonomik krizleri sembolik düzeyde toplumsal politikaya bağlamakta hem de ideolojisini Evanjelik kiliseler gibi kitlesel kurumlara bağlamakta hiç şüphe yok ki daha becerikli. Solun kitlesel sendikal yoğunluğun yokluğunda bunu çözebileceğini de sanmıyorum. Ve malumunuz, dindar bir soldan da pek söz edemeyiz.
Solda bizler, tüm bu örgütlenme teorilerine sahip olduğumuz ama yapayalnız kaldığımız bu pozisyonda mı sıkışıp kaldık?
Gramsci genellikle sol ve sağ hakkında bizim düşündüğümüz şekilde yazmaz. Bilirsiniz, Gramsci için gerçekten egemen sınıflar, yönetici sınıflar -iktidarın ekonomik ve siyasi kollarını kontrol eden insanlar- ve madunlar (subaltern) vardır. Ancak bazen yapmaktan hoşlandığım gibi, sözcüğü sub ve altern şeklinde ayıracak olursak, “ötekilerin altında/başkalarına tabi” anlamına gelir. Bu yüzden çok açık bir şekilde söyleyeceği argümanlardan biri, egemen sınıfların tarihinin basit bir tarih olduğudur, çünkü bu esasen devletin tarihidir, çünkü devletin kontrolündedir. Başkalarına tabilerin tarihini anlamak ise çok zordur çünkü başkalarına tabilerin her yerde olması gibi tarihleri de her yerdedir. Bir devlet içinde birleşmiş değillerdir, hatta çoğu zaman bir siyasi partide bile birleşmezler.
O halde soru şu: Bir toplumda başkalarına tabi olarak tanımlananlar -sadece başkalarına tabi olarak tanımlanmakla kalmayıp, başkalarına tabi olarak yaşayan, güvencesiz istihdam edilenler ya da sürekli patronluk taslananlar, nefes alıp verdiği sürece çalışmak zorunda olanlar- gerçekten kendilerini bir arada nasıl hayal edebilirler? Kendilerini, üniversiteler, okullar, televizyon stüdyoları, sosyal ağlar, Google’lar, Twitter’lar ve tüm bunlar tarafından kendilerine verilenden farklı bir dünya anlayışına sahip olarak tahayyül edebilirler mi?
Dolayısıyla Gramsci’ye göre maduniyet basit bir karakter meselesi değil, bir düşünce tarzıdır. Madun olmak boyun eğmektir. “Başkası daha iyi bilir. Başkası şöyle liderlik etsin, ben takip edeyim” demektir. Ve madunu, başkalarına tabi olanı, kullandığı başka bir terime, yani “kolektif işçi”ye dönüştürme momenti aslında bir anlamda hegemonyanın ilerlemesidir. Aslında bu bağlılık ve riayet momentinin bir kendini ortaya koyma, kendini yasama, kendini kurma momentine dönüşmesi hegemonyanın momentidir. Başkalarına tabilerin çeşitli geleneklerinden yararlanır.
Bu yüzden tekrar ve tekrar peri masalları, ütopik hayaller ve bir gün her şeyin çok farklı olacağına dair hikayelerden oluşan uzun bir gelenek olduğunu söyleyecektir. Öte yanda kutsal metinleri okumanın pek çok yolu var. Harika bir örneği var: İşçi, Katolik işçi, “İsa yoksulların her zaman sizinle birlikte olacağını söylüyor. Bu sana ters değil mi?” der. Katolik sosyalist işçi ise şöyle der: “Sırf kurtarıcımızı haksız çıkarmamak için bir yoksul işçiyi yanımızda tutacağız.”
Böylece Gramsci aslında dünyanın çeşitli madun vizyonlarını ve bunun yeni bir dünya anlayışının imkanını nasıl değiştirebileceğini görüyor. Çoğunlukla bu çelişkili, bazen tutarsız, birbiriyle bağlantılı olması gerekmeyen dünyagörüşlerinin tutarlı hale getirilmesi gerektiğini düşünür; “uyumlu hale getirmek” de denebilir. Gramsci için uyum (conforming) aslında olumlu bir terimdir. Diğer insanlarla birlikte şekillenmek, diğer fikirlerle birlikte şekillenmek anlamına gelir. Reformasyonla ilgilidir. Reform, dönüşüm, dönüştürme ve uyma, Gramsci’nin düzenli olarak bu şekilde kullandığı benzer metaforlardır.
Sanırım buradaki muallakta kalan nokta toplumsal yaşamın dağınıklığı ve sağda hala güçlü kitlesel kurumların, yani Evanjelik kiliselerin olması. Bazen bu tartışmaları retorik üstünlüğümüzle ya da azmimizle kazanmaya çalışıyormuşuz gibi geliyor bana, oysa ihtiyacımız olan şey bu kurumlar.
Doğru, burada Gramsci’nin tarih anının bir sınırı olup olmadığı ve neden parti çağının sona erdiğini söylediğimle ilgili bir soru var. Yani Gramsci’nin bütün bir eğlence ve kitle kültürü endüstrisini bilmemesiyle ilgili aynı soru.
Gramsci’nin kuşağının yapabildiği şeylerden biri, bir siyasi partinin insanların günlük yaşamının odağı olabileceğini hayal etmekti. Ve öyleydi de. Sosyalist ve komünist partilerin spor kulüpleri, yürüyüş kulüpleri, okuma kulüpleri vardı. İşçi sınıfı için hiçbir sigortanın mevcut olmadığı yerlerden söz ediyorum. Nitekim sigorta yaptırmak istiyorsanız, cenaze sigortası, sağlık sigortası hatta ilk grev sigortası bile sendika ve partilerden çıkmıştı. Gazeteler ve dergiler vardı; Komünist Parti’nin 1930’larda bile sanatçı sendikaları ve yazarlar için John Reed Kulüpleri vardı. Bir tür alt kültür, parçası olunabilecek bir dünya olarak düşünün bunu.
Bu partiler döneminden bizim partiler dönemimize geçişle ilgili bir husus da şu: Ben de dahil olmak üzere hiç kimse, kitle kültüründe pek çok kuruma sahip olmamıza rağmen, günlük yaşamla ilgili şeyler için bir siyasi partiye gitmiyoruz. Bu aslında kiliseleri de etkiledi, tıpkı Evanjelik olsun ya da olmasın kiliselerin insanların günlük yaşamında bir yeri olması gibi. Bu gerçekten de azaldı. Sanırım hepsi de bunun farkındaydı.
Kiliselerin bir şekilde tutunabilmesinin nedenlerinden biri -Solun ve sol partilerin yapamadığı şeylerden biri- doğumlar, ölümler, evlilikler, birleşmeler gibi şeyler etrafında yaratılan yaşamın dönüm noktalarıydı. Sonuç olarak, pek çok insan hayatlarının bu dönemlerinde kiliselerine geri döndü. Bence Gramsci bunun gerekli olduğunu, gerçek bir yeni partinin doğumları kutlayan, ölümlerin yasını tutan ve insanları bir araya getiren bir parti olması gerektiğini düşünüyordu, çünkü aksi takdirde tam anlamıyla -ona göre- bir tür etik parti ya da bu anlamda kültürel bir parti olamazdınız.
Herhangi bir partinin bunu yapıp yapmayacağı ya da siyasi yaşamın profesyonel politikacıların, profesyonel uzmanların, profesyonel para toplayıcıların egemen olduğu dünyanın çok özel bir parçası haline gelip gelmeyeceği, ki aslında yaptıkları sadece budur. Geri kalanımız içinse bu sadece bir seyirlik spor. Cumhuriyetçiler ve Demokratların Yankees ve Red Sox gibi olduğunu bilirsiniz. Bir tarafı desteklemek için doğarsınız. Bazen tarafınız diğer zamanlarda olduğu kadar iyi görünmez. Ama temelde, gerçekten dramatik bir şey olmadıkça taraf değiştirmezsiniz. Çok fazla bir bağlılığınız yoktur. Red Sox mu yoksa Demokratlar mı bilmiyorum ama Red Sox için Demokrat Parti’den daha çok ağlamışımdır. Bunu söylemekten nefret ediyorum.
Sendikaların bu pozisyona sahip olduğu o ilk günler, işçinin işyeri ile mahallesi arasındaki ilişkinin genellikle çok daha yakın olduğu, aynı fabrikada çalışan insanların aynı mahallede yaşadığı ve bazen ev sahiplerinin aslında fabrikanın da sahibi olduğu bir momentti. Şimdi ise bu durum çok daha az geçerli. Ve bu ayrılık bir dizi siyaset bilimci tarafından da kaydedilmiştir. İnsanlar genellikle iş yerinde farklı bir politikaya sahipler -ki burada genellikle oldukça militan davranıyorlar çünkü gerçekten daha fazla maaş, daha fazla sosyal hak ve işleri üzerinde daha fazla kontrol istiyorlar- evde ise aslında ev sahibi oluyorlar, mahallelerinin mülk değerleri, mahalleye kimin gireceği ya da her neyse, bunlar hakkında endişeleniyorlar.
Ve siyasetimiz bölünmüş olduğu için, yaşadığımız yerde oy kullanıyoruz. Çalıştığımız yerde oy kullanmıyoruz. Siyasi partiler, iş yerinde neler olup bittiğine dair bir siyasetten ziyade, belirli bir tür konut siyaseti, “arka bahçemde değil” siyaseti, sınırlar ve hudutlar siyaseti etrafında kampanya yürütüyorlar. Bence bunlar, Gramsci’nin siyasetin nasıl gerçekleştiğine dair fikrinin bizim için gündeme getirdiği çok temel sorular.
Gramsci şöyle yazıyor: “Eğer egemen sınıf konsensüsünü kaybetmişse, yani artık liderlik etmiyor, sadece zor gücü kullanarak egemen oluyorsa, bu tam da büyük kitlelerin geleneksel ideolojilerinden koptukları ve eskiden inandıkları şeylere artık inanmadıkları anlamına gelir. Kriz tam da eskinin ölmesi ve yeninin doğamaması gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bu ara dönemde (interregnum) çok çeşitli hastalık belirtileri ortaya çıkar.”
Son yıllarda solcular bu pasaja ve interregnum (ara dönem) kavramına tekrar tekrar dönerek, böylesine bitmez tükenmez bir krizin içinde yaşamanın ne anlama geldiğini araştırdılar. Gramsci uzun bir krizi karakterize eden interregnum ile ne demek istiyor? Ve sürmekte olan krizin doğası ve türü hakkında düşünmemize nasıl yardımcı olur bu kavram?
Bu biraz ilginç çünkü aynı pasajda bu krizi tetikleyen şeyin ne olduğunu da söylüyor sanırım: Yönetici sınıf, aslında talep ettiği ve halktan destek aldığı büyük bir girişimde başarısız olduğunda. Ona göre bunun en büyük örneği bir savaşı kaybetmektir. Eğer halkınızı bir savaş için seferber etmişseniz ve bu savaşı kaybederseniz, bu liderliğin meşruiyetini kaybeder ve sonuç olarak alternatiflerin ortaya çıkması için muazzam yeni bir güç verir.
Örneğin Portekiz diktatörlüğü.
Evet, hatta 1917 Sovyet devrimine kadar geri gidilebilir. Bu devrim, Rus Çarlığı bu savaşı kazanamadığı için ortaya çıkıyor. Bolşevikler kendilerini toprak, ekmek ve barış çağrısına bağlıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki en güçlü sol hareketler, Yunanistan, İtalya, Vichy Fransası gibi liderliklerin faşizm ve Nazilerle ittifak kurduğu ve itibar kaybına uğradığı yerlerdi. Vietnam’da Japon imparatorluğu İkinci Dünya Savaşı’nda yenildikten sonra Viet Minh ve Ho Chi Minh Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kurabilmiştir.
Diğer taraftan egemen sınıfların kazandığı anlarda solun ilerleme kaydetmesi çok zor olmuştur. 1940’larda Amerika Birleşik Devletleri’nde muhtemelen Amerikan tarihinin herhangi bir döneminde olduğundan daha fazla popüler sosyalist duygu olmasına rağmen, hükümet İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmıştır. Ve savaştan sadece ABD’ye hâkim olma değil, dünyaya egemen olma duygusuyla çıktı ve bir Amerikan yüzyılının yaklaşmakta olduğunu açıkça ilan etti. Bu da Amerikan solunun buna karşı örgütlenmesini çok zorlaştırdı. Amerikan solu birçok açıdan yapabileceği tek şeyi yaptı; kendisini Roosevelt’in Yeni Düzen’inin küçük ortağı olarak gördü, tüm dünya için Yeni Düzen. Ve aslında o noktada sol, Roosevelt’in kuyruğuna takılıp zafere ulaşabileceğini umuyordu.
Bir nesil sonra, kendi adıma söyleyeyim, Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki yenilgisi aslında büyük bir otorite kriziydi. Bu kriz, Watergate ile ilgili onca şeye rağmen, Nixon’ın görevden alınmak üzere olmasının ve istifa etmek zorunda kalmasının nedeninin, Amerikan halkından talep edilen önemli bir şeyin başarısızlığa uğraması olduğunu söyleyebilirim; bu da Vietnam’daki savaşı desteklemek, ABD’yi bu tür emperyal bir konuda dünyanın polisi olarak desteklemekti. Vietnam’daki savaşın kaybedilmesi ve “petrol krizinin” damgasını vurduğu 1973-74 yıllarındaki derin durgunluk, ABD liderliğinin meşruiyetini kaybetmesine neden olan güçlü bir andı.
O zamandan beri benzer bir olay yaşandı mı? 2008’le ilgili sorularımdan biri de buydu. O da benzer bir krize işaret ediyor muydu? COVID mi? Bunu, bu yazıyı okuyan herkesin kendi kararı ve analizine bırakıyorum, çünkü politika bunu nasıl analiz ettiğinize bağlı. Neyin mümkün olduğu, bu güçleri nasıl gördüğünüze bağlıdır.
Bu konjonktürel ya da organik kriz seviyeleri açısından, 1920’lerde Gramsci tarafından görülememiş olabilecek daha derin bir kriz seviyesi, daha temel bir şey, derinleşen iklim değişikliğinin çeşitli süreler boyunca devam eden bu çeşitli krizlerin bir noktada 21. yüzyılın genel krizi gibi bir şeye dönüşmesi anlamına geldiği bir seviye olabilir mi?
Evet, biliyorsunuz, Gramsci’nin muhtemelen doğanın krizleri, insan ve doğa arasındaki metabolik ilişki hakkında düşünmek için iyi bir referans olmadığını düşünüyorum. İklim değişikliği, hayvanlar, bitkiler, biyosfer ve atmosferle ilgili bir dizi çevresel felaket ve musibetin bir parçasıdır. Bu anlamda Gramsci, kendi kuşağından pek çok kişi gibi, örgütlediği metal işleme makinistlerinin muazzam ütopyacılığından ve bir şekilde bolluk ve yoksulluk sonrası yeni bir endüstriyel dünyayı yeniden inşa ettiklerini düşünen fabrika işçilerinden çıkan Fordist bir Marksisttir. Gramsci’nin bu tür bir figür olduğu pek çok an var ve belki birileri bunu bulabilir ama ben bir tür ekolojik Gramsci’nin köklerini pek göremiyorum.
İkinci olarak Gramsci, kendi kuşağındaki komünistlerin soyut bir şekilde enternasyonalist olduklarını seziyordu. Bunlar enternasyonalizmlerinin o denli güçlü olduğu fikrine sahiptiler ki aynı stratejileri her ülkede kullanarak bir dünya işçi sınıfı, uluslararası bir işçi sınıfı inşa edebileceklerini düşünüyorlardı. Gramsci bunun sınırlarını görerek aslında ulusal ve popüler olanı vurgulamak istedi. Gramsci, belirli durumların özgüllüğünün, İtalyan tarihinin, Sardunya tarihinin ve Akdeniz tarihinin kendilerine has doğalarını hesaba katmak zorunda olmanın en büyük teorisyenlerinden biridir.
Sonuç olarak Gramsci’nin uluslararası krizlere gereken önemi vermediğini düşünüyorum. ABD’deki krizleri iklim değişikliğinin dışında ya da dünyanın en büyük ülkeleri olan Çin, Hindistan ve Endonezya’da yaşanan krizlerin dışında okumak gerçekten de yanlış olur. Sol geleneğin zorluklarından biri de genellikle belirli bir ismi altında savaşılacak bir bayrak olarak kabul etmekti. Bu kişi Gramscici, Troçkist, hatta Marksist ya da başka bir şeydi. Bunu düşünmenin daha zengin bir yolu ise, 19. yüzyılın başlarından bu yana, sanayi devrimi ile ortaya çıkan yeni tür işyerlerinde, yeni fabrikalarda ve ofislerde işçi hareketlerinin olmasıdır.
Esasen Ortaçağa özgü ve ataerkil aile biçimlerine karşı isyan eden kadın hareketleri olmuştur. Köleleştirilmiş ve sömürgeleştirilmiş halkların hareketleri olmuştur ve bu üç hareket grubu son iki yüz yıldır özgürleştirici siyaseti bir şekilde şekillendirmiştir. Bu hareketlerin pek çok farklı siyasi ideolojisi olmuştur. Bir anlamda, bu hareketlerin her birinde kendilerini şu ya da bu şekilde sosyalist ya da komünist olarak gören bir grup vardı. Ve bu dünya içinde, kendilerini bir şekilde Marx ve Engels’in damgasını vurduğu düşünce geleneğiyle bağlantılı olarak hayal eden daha küçük bir grup olmuştur.
Ancak o zaman bile, Marx ve Engels’i iki kişi olarak değil, 1848’in o muazzam devrimci kuşağının bir parçası olarak düşünmek gerektiğini söyleyebilirim. Ne de olsa Marx, Frederick Douglass’ın tam çağdaşıdır ve Frederick Douglass köleliğe karşı ve 1848 devrimleri hakkındaki manifestolarını yazarken, genç Marx da Engels ile birlikte Komünist Manifesto‘yu yazmaktadır. Dolayısıyla bir anlamda Sol’un, özgürleşmeye yönelik bir dizi tartışmayı ve katkıyı miras aldığımızı hayal etmesi gerektiğini düşünüyorum. 19. yüzyılın, 20. yüzyılın sözcüğü muhtemelen özgürleşmedir. 21. yüzyılın sözcüğü nedir bilmiyorum ama anlamı, başka bir dünya hayal etmektir.
Bu anlamda, ister 1848 kuşağından Marx ve Douglass olsun, ister 1919 kuşağından Du Bois ve Gramsci olsun, ister 1960’ların ya da 2008’in figürleri olsun, bu figürler bu geleneğin bir parçasıdır. Bu isimleri koyduktan sonra, bir şekilde hepsiyle diyalog halindeyiz ve aslında onların çalışmalarını bir düzeyde canlı tutmak zorundayız, ki bu benim gibi daha akademik tarafın yaptığı bir şeydir, ancak bu sadece insanlar için canlı hale getirilebildiği içindir. Çoğu zaman herhangi bir entelektüel gelenekte ebeveynlerin kuşağı tükenmiş gibi görünür ve büyükanne ve büyükbabaların kuşağına dönerek birdenbire yeni türden şeyler ortaya çıkabilir.
Şimdi Gramsci, garip bir şekilde, muhtemelen büyükannem ve büyükbabamla aynı yaştaydı. Ve benim için Gramsci’nin formülasyonlarına geri dönmek, aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkan ve ebeveynlerimin neslinin uğraştığı Soğuk Savaş’tan çıkan sağduyunun öncesine gitmek gibi görünüyordu. Ancak hiçbir zaman Gramsci’nin 20. yüzyılın en önemli, en hayati, en iyi Marksisti olduğunu iddia etmedim, daha ziyade her iki tarafı da temsil eden, dünyayı hem anlamaya hem de değiştirmeye çalışan organik yasa koyucular, organik örgütleyiciler ve organik entelektüeller olmaya çalışan temelde zengin, çeşitli, farklı, özgürleştirici bir söylem içinde görülmelidir.
Manevra ve Mevzilenme
Gramsci, sosyalist stratejinin nasıl kavramsallaştırılacağı konusunda manevra savaşı ile mevzi savaşı arasında ünlü bir ayrım yapar. Bu kavramların birçok çıkarımına girmeden önce, ne anlama geldiklerini açıklayabilir misiniz?
Bu kavramlar hakkında iki şey söylememe izin verin. Birincisi, ben şahsen Gramsci’nin askeri metaforlarından pek hoşlanmıyorum. Bunları Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazdı ve bunlar da dahil olmak üzere bir dizi askeri metafor çizdi. Benim için uygun olduklarından emin değilim. İkincisi ise tanımın zor olması. Yakın zamanda çıkan çok güzel bir kitap var, The Dialectic of Position and Maneuver, Gramsci’nin kullanımlarını gerçekten takip etmeye çalışıyor ve temelde Gramsci’nin kendisiyle çeliştiğini buluyor.
Geçenlerde kendimi üç tür savaş olduğunu söylediği bir pasajda buldum: mevzi savaşı, manevra savaşı ve yeraltı savaşı. Gandhi’nin sömürge Hindistan’da İngilizlere karşı verdiği şiddet içermeyen mücadelelerini örnek veriyor. Boykotun bir tür mevzi savaşı olduğunu söylüyor. Grevler bir tür manevra savaşıdır ve yeraltı savaşı da sömürgeci bir durum olduğu için tam anlamıyla yeraltı savaşıdır.
Farklı strateji biçimleri hakkında düşünmeye çalışır. Tamamen işyeri sendika modeli ya da parlamenter mücadele modellerinin dışında düşünmeye çalışır. İşyeri sendika modelini Rosa Luxemburg ile ilişkilendirir ve 1905’te Rus İmparatorluğu’nda gerçekleşen kitlesel grevlerle ilgili kitabının işçi sınıfı bakış açısından manevra savaşı üzerine yazılmış en iyi kitap olduğunu söyler, ancak 1919-1920’deki kitlesel grevler ve fabrika işgalleriyle ilgili kendi deneyimlerinden yola çıkarak bundan tatmin olmaz. Ama aynı zamanda, kendisinin de bir parçası olduğu İtalyan Sosyalist Partisi’nin, hatta İtalyan Komünist Partisi’nin parlamentarizminin tam olarak işlemediğini görür.
Bu yüzden onları bir tür karşıtlık olarak düşünmüyorum. Bunu düşünmenin daha doğru bir yolu, mevzi savaşı momentleri ile manevra savaşı momentleri arasında ileri geri hareket eden bir diyalektik olarak düşünmektir.
Gramsci farklı yerlerde farklı anlamlara gelmektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde Gramsci, dünyaya Küresel Güney’den bakan tek Avrupalı Marksist olarak görülür. Dolayısıyla Güney Asya ve Hindistan’daki madun çalışmaları grubu Gramsci’yi Hint tarihinin ve Hint alt kıtasının bazı özelliklerini düşünmenin bir yolu olarak ele alır. Latin Amerika’da, özellikle Brezilya ve Arjantin’de, bazıları Gramsci’yi, 20. yüzyılda artık sömürge olmadıkları, ancak bir şekilde Güney İtalya’dan farklı olmayan bir şekilde dünya kapitalizmine bağımlı göründükleri sömürge sonrası ulus devletlerde yaşadıkları için konuşuyor olarak görmektedir.
20. yüzyılın ikinci yarısında Gramsci aslında farklı gruplara çok farklı şekillerde seslenmektedir. Bu anlamda Gramsci, 1848 ve 1917 günlerinin, manevra savaşının, devlete karşı hızlı mobil grevin, Kışlık Saray’ın ele geçirilmesinin, hepsinin geçtiğini ve yeni bir tür mevzi savaşı momentine yol açtığını öne sürüyor gibidir.
Gramsci, Kışlık Saray’ın basılmasından bu yana koşulların nasıl değiştiğini düşünerek bu konuyu irdelediği pasajlarda -ister manevra savaşının kalıcı olarak sona ermesi olduğunu mu savunsun, isterse sadece daha ince değişikliklerden ve konjonktürden bahsetsin fark etmez- şöyle yazıyor: “En gelişmiş devletler söz konusu olduğunda, sivil toplum çok karmaşık bir yapı haline gelmiştir ve dolaysız ekonomik unsurun yıkıcı saldırılarına, krizlere, bunalımlara vb. karşı dirençlidir. Sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper sistemleri gibidir.”
Şöyle devam eder: “Rusya’da devlet her şeydi. Sivil toplum ilkel ve kaygan bir şeydi. Batı’da ise devlet ve sivil toplum arasında düzgün bir ilişki vardı. Ve devlet titrediğinde, sivil toplumun sağlam yapısı hemen ortaya çıkardı.”
İleri kapitalist demokrasilerdeki bu sivil toplum teorisi, manevra savaşının kesin sonunu müjdelemiyorsa nedir? Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi, aslında ikisi arasında daha çok bir diyalektik ve gerilim ya da dinamik var. O halde bu, egemen bir sınıf olarak burjuvazinin doğasında kapitalist iktidarın işleyişi hakkında ne önerir?
2008’deki mali krizde, dünyanın en büyük bankalarından bazıları aniden erimeye başladığında, çok hızlı bir şekilde büyük miktarlarda para basıldı ve ekonomiye aktarıldı.
İlginçtir, Gramsci bu pasajda bile askeri metaforu kullanıyor ve onlara devlet tarafından meydan okunduğunu değil, ekonomik bir bunalım tarafından meydan okunduğunu yazıyor. Yani bir tür ekonomik kriz olduğunda siperler bir anlamda devreye giriyor. Dolayısıyla 2008’den sonraki yıllarda dünya kapitalist sistemini kurtarmak için harcanan muazzam enerji tam da bu siperlerin bir örneği olarak okunabilir. Sanırım ben de buna katılıyorum: Bir araya getirilen iş miktarının tüm hesapları, daha sonra bazı ülkelerin aslında diğer ülkeleri kurtardığı gerçeği ve bir şekilde bu sistemin başarısız olmak için çok büyük olduğu, hatta bu düzenin bir tür basamaklanmasını veya çöküşünü görmemek için bunun bazı zayıf halkalarını desteklememiz gerektiği duygusu gibi görünüyor.
Öte yandan, denebilir ki, Gramsci’nin diğer tarafını ele alacağım, Gramsci’ye göre bu tür bir ekonomizmle ilgili sorun, gerçeklerden sonra tarihin her zaman böyle olacakmış gibi görünmesidir. Yani 6 Ocak için de aynı şey söylenebilir. Şöyle denebilir: Televizyonda izlediğimizde bile, her ne türden olursa olsun saçma bir darbe girişimi gibi görünüyordu; çılgınca şey gibi duruyordu. İnsanlar sadece etrafta dolaşıyordu. Gerçekten de silahları olan bazı insanlar vardı ve hiç şüphesiz Proud Boys ya da her neyse onlar tarafından getirilmişlerdi ve içeri girmek istiyorlardı. Ama öyle görünen başka insanlar da vardı ki -birçok gösteriye katılmış biri olarak söylüyorum- orada bulunmalarının sebebi olan şey buydu; selfie ve fotoğraf çekiyorlardı.
Q Şaman da oradaydı.
Garip bir kombinasyondu. Ve sivil toplumun hendek sistemlerinin sağcı bir darbeyi ve Trump’ın yönetimi ele geçirmesini engellediği söylenebilir. Ama bence Gramsci, Mussolini ile yaşamış biri olarak, pek çok şeyin olabileceğini söyleyerek bizi uyarırdı. Bunu kesinlikle doğrudan söylüyor. O günün sonu oldukça farklı olabilirdi. Birdenbire, bilirsiniz, senaryoları hayal etmeye bile çalışmayacağım, ama gerçekten de iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmediği, iki hafta içinde Trump’tan Biden’a devredildiği gibi senaryolar var.
Ve aslında, Biden ile aynı hizaya gelen ve nihayet tüm bunları görüp Trump’ı marjinalleştirmeye çalışan bazı insanlar da var… ve sonra aniden McCarthy bir şeyden diğerine geçiyor. Ne kadar değişken olduğunu görüyorsunuz ve gerçekten de birkaç şey daha farklı olabilirdi ve bu, Trump’ın Mussolini figürü olduğu Amerika’nın Roma Yürüyüşü’ne dönüşebilirdi.
Dolayısıyla Gramsci’nin bunun her iki yarısını da yakalamak istediğine dair bir his var. Aslında sivil toplum siperlerinin gücü hakkında düşünmek gerekir, çünkü sonuçta Federal Rezerv dışındaki bankalar, o dev sigorta şirketleri özel kuruluşlardır. Twitter ve tüm bu şeyler özel kuruluşlardır ve devlet kuruluşları değildir; yine de farklı noktalarda devletin düşmesini engelleyen siperler haline gelirler.
Ama Gramsci aynı zamanda şunu da söylemek istiyor: Öte yandan devletler yıkılır. Ve biz devletlerin yıkıldığı anları gördük. Perry Anderson’dan şöyle bir cümle hatırlıyorum: “Sık bir şekilde sosyalizme giden parlamenter yolun etkili olmadığı kanıtlandı. Ancak faşizme giden parlamenter yol birkaç kez gerçekleşmiştir. Aslında parlamenter rejim biçimlerinin, bir kez oraya geldiğinizde sonsuza kadar orada kalacağınız gibi olmadığı duygusu, Gramsci’nin konjonktüre dikkatini çektiğini düşündüğüm türden uyarılardan bir diğeridir. Geriye dönüp baktığınızda Hitler’in iktidara gelmeden on yıl önce darbe yaptığını görürsünüz. İlk birahane darbesini bir tür tuhaf, hazırlıksız bir soyutlama olmaktan ziyade Üçüncü Reich’ın bir tür habercisi olarak görmek ancak geriye dönüp bakıldığında mümkündür.
Bu da bir hareketin soyut bir hareket mi yoksa gerçekten organik bir hareket mi olduğuyla ilgili daha önceki konuya geri döner. Soyut hareketler manifestoları olan hareketlerdir. Bir grup insan vardır ama asla bir yere varamazlar. Hiçbir zaman rıza kazanamazlar. Organik hareketler ise kimsenin beklemediği bir şekilde birdenbire ortaya çıkan partilerdir. Aslında 50’li ve 60’lı yıllardaki siyahların kurtuluş hareketini, 60’lı ve 70’li yılların başındaki kadınların kurtuluş hareketini, az sayıda insan tarafından başlatılan ve inanılmaz bir şekilde gelişen hareketler olarak ele alabiliriz.
C. L. R. James’in 1950’lerin ortalarında yazdığı ve Güneyli bir vaiz tarafından yönetilen bu hareket karşısında nasıl şoke olduğunu anlattığı harika mektuplar var (sanırım mektuplardı). James on yıl ya da daha uzun bir süredir Afro-Amerikan siyasetindeki gelişmeleri izliyordu ve St Louis ve Detroit’teki hareketlere katılmıştı. Bunun Montgomery’de birdenbire ortaya çıkmasını beklemiyordu. Dolayısıyla, siyasi hareketlerin aniden patlak vermesi ve patlak vermemesine dair bir sürpriz duygusu var. Bu soruyu sormanın bir başka yolu da hangilerinin gerçek taban hareketleri olduğu ve hangilerinin … ne denirdi ona?
Çim tepeler..
Evet, yapay çim (astroturf) ya da çim tepeler, doğru, sahte hareketlerdir. Ve herhangi bir hareketin başlangıcında, bir yöne mi yoksa diğer yöne mi gideceğini belirlemek zordur.
Gramsci’nin İtalyan Yeni Solu’nda ve başka yerlerdeki Yeni Sol’da nasıl karşılandığı arasındaki dikkate değer farktan bahsediyorsunuz. Gramsci 1970’lerde defterlerin ilk kez İngilizceye çevrildiği dönemde Anglofon Marksist sol tarafından nasıl karşılandı? Aklıma pek çok şey geliyor, özellikle de Perry Anderson’ın 1976’da yazdığı ve o zamandan beri bir kitap haline gelen “Antonio Gramsci’nin Antinomileri” adlı büyük-denemesi de dahil olmak üzere New Left Review çevresindeki büyük etki. Ayrıca Stuart Hall’un çalışmalarının tamamı.
50’lerde birkaç derleme çıkmıştı, ancak 1971’deki büyük derleme, Hapishane Defterlerinden Seçmeler, Gramsci’yi gerçekten de herkesçe bilinir hale getirdi. Çalışmalarının nasıl karşılandığına dair farklılıklardan biri, bir ülkede komünist geleneğin ne kadar güçlü olduğuyla ilgilidir. Gramsci, Komünist Parti içindeki bir reformun, eski Stalinist partiden kopmaya çalışan ve yeni bir model icat etmeye çalışan insanların figürü haline gelir. İtalya’da durum böyledir.
İngiltere’deki bu figürler arasında, başta büyük tarihçi Eric Hobsbawm olmak üzere bir kısmı Gramsci’yi İngilizlere ilk getiren isimler arasında yer alacaktır. Hobsbawm, Komünist Parti Tarihçileri Grubu olarak bilinen grubun bir üyesiydi ve İngiliz Komünist Partisi çevresinde Gramscici bir kültür yaratmaya çalışmıştı. E. P. Thompson, Komünist Parti’den kopacak olsa da yine de aynı dünyadan çıkmıştır. Stuart Hall bile, bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman Britanya Komünist Partisi’nin bir üyesi olmadı ve Britanya’da Komünist Parti’nin reforme edilmesini savunan bir yayın organı haline gelen Marxism Today dergisine çok yakındı.
ABD Komünist Partisi solda siyasi olarak çok daha az önemliydi ve aslında Soğuk Savaş tarafından yerle bir edilmişti. Dolayısıyla Gramsci’nin bu konuda çok az etkisi olmuştur. Bazı İtalyan-Amerikan komünistler, özellikle de tarihçi Eugene Genovese üzerindeki etkisinden söz edebiliriz. Ama aslında ABD Komünist Partisi’nin yenilenmesi, ABD Komünist Partisi’nin siyah aktivizmindeki önemli rolünü vurgulayan siyah aktivistler tarafından yapılmıştır; W. E. B. Du Bois, Paul Robeson, Angela Davis, Nelson Peery veya Harry Haywood gibi çeşitli muhalif küçük siyah komünistler gibi figürlerce. Dolayısıyla ABD örneğinde, Gramscici olandan çok daha önemli olan Amerikan komünizminin Afro-Amerikan reformudur. Bu noktada Gramsci’nin önemi daha azdır.
Ancak bu seçkilerin öne çıktığı bir başka bölüm daha var: Yeni Öğrenci Solu. İngilizce Seçmeler’in ilginç yanlarından biri de entelektüeller ve eğitimle ilgili bölümleri öne koyması. Bunlar kitabın ilk bölümleri ve bu çok tuhaf. Kitabı asla bu şekilde okutmam, çünkü Gramsci’nin entelektüeller ve eğitim hakkındaki görüşlerini anlamaya çalışarak Gramsci’ye başlayamazsınız. Gramsci’nin düşünce, ortak duyu ve felsefe hakkındaki temel argümanlarını anlamak için dört yüz sayfa okumalısınız. Yine de bu kitap Kuzey Amerika ve İngiltere’deki Yeni Sol’a çok güçlü bir şekilde hitap etti çünkü birdenbire Marksist bir pozisyondan eğitim sisteminin, entelektüellerin oluşumunun, organik entelektüellerin yaratılmasının çok spesifik pozisyonunu teorileştiren birine sahip olundu. Bu gerçekten önemli hale geldi.
Avrokomünizm
Avrokomünizm neydi ve Gramsci’nin bu konudaki etkisi nasıl değerlendirildi? Genellikle bir tür reformizmle suçlandı. Bu adil mi? Ve Gramsci neden hem hayranları hem de karşıtları tarafından bu tür yorumlara maruz kalıyor?
Avrokomünizm, 60’lı ve 70’li yıllarda komünist partilerin, kitle partileri olarak kalmak istiyorlarsa kendilerini Leninist devleti devirme umuduna bağlamak yerine, rekabetçi bir parlamenter sistemde meşru aktörler olarak kurmaları gerektiğini fark ettikleri andan itibaren ortaya çıkmıştır. Devleti devirmek değil, devlet iktidarına seçilmek zorunda olduklarını anladılar.
Sonuç olarak tüm partilerin içinde siyasetin nasıl yapılacağına dair eski versiyonla mı kalınacağı yoksa yeni versiyona mı geçileceği konusunda bir savaş vardı. Gramsci, daha parlamenter bir yola doğru ilerlemenin ve sivil toplumda savaş vermenin figürü olarak ele alındı. İtalyan partisi, Fransız partisinden ya da Batı Avrupa’daki diğer partilerden daha önce bu yönde hareket eden tek partidir.
Bunu geriye dönüp baktığımızda, 1981 yılında Fransa’da Francois Mitterrand’ın Fransız Sosyalistleri ve Fransız Komünistleri arasındaki uçurumu kapatarak birleşik bir cephe oluşturması ve seçimi kazanmasıyla elde ettiği muazzam zaferde görmemek zor. O zamanlar, Mitterrand’ın seçiminin, Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın İngiltere ve ABD’deki seçimleri kadar geleceğe dair bir vaat olduğu düşünülebilirdi. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, Reagan ve Thatcher’ın gelecek olduğunu biliyoruz. Avrokomünizm çok hızlı bir şekilde dağıldı.
Aslında o dönemde Amerikalı sosyalist Michael Harrington sermaye grevini harika bir şekilde anlatmıştı. Uluslararası sermaye parasını çekti, Fransa’dan yatırımlarını çekti ve temelde şunu söyledi: Kendi başınıza bir Fransız sosyalizmi yaratamazsınız, yoksa Fransa’yı batırırız. Sonuç olarak Mitterrand, Fransız ekonomisini çökmekten kurtarmak için programını derhal geri çekti. Mitterrand kısa sürede Bill Clinton ya da Tony Blair tipi sosyal demokratlara benzemeye başladı.
Bu sosyal demokratları hayalgüçlerinin noksanlığı nedeniyle eleştirebilirsiniz ama aslında olan şuydu: yenildiler. Mitterand’ın asıl umudu, 1968’in umutlarının tabut taşıyıcısı olmak yerine, 1981’de 1968’in umutlarını gerçekleştirmekti.
Bu yüzden bana göre Gramsci’nin en popüler olduğu dönem, sosyal demokrasinin solunda reformdan geçmiş bir sosyalizm ve eski Stalinist olmayan bir komünizm fikrinin bir araya gelebildiği 70’ler ve 80’lerdi. Donald Sassoon’un bin sayfalık büyük tarihi Sosyalizmin Yüz Yılı‘nda, 1978-79 yıllarını Avrupa sosyalizminin ve komünizminin en başarılı olduğu, ama aynı zamanda 80’lerin başında neoliberal sermaye güçlerine ve Reagan ile Thatcher’ın temsil ettiği yeni tür hegemonyaya çok hızlı bir şekilde yenildiği an olarak görür.
Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibi sol popülizm teorisyenleri Gramsci’den ne çıkarmışlardır? Ve bundan ne tür politikalar çıkardılar, özellikle de İspanya’daki Podemos? Onların Gramsciciliği ne tür bir siyaset içindi? Ve bu Avrokomünist deneyimle nasıl karşılaştırılabilir?
Popülizm ile neyi kastettiğinize bağlı. Gramsci’yi ele alan Laclau ve Mouffe versiyonlarıyla yaşadığım zorluk, Gramsci’nin düşüncesini söylem siyasetine ve siyaset olarak söyleme yönelik postmodern bir ilgiyle ilişkilendirmeleridir. Bunu Laclau’nun ilk kitabı olan Marx’ın Teorisinde Siyaset ve İdeoloji‘den itibaren görüyorsunuz: popülizmin, iktidar bloğuna karşı halkın etrafında ideolojik bir ittifak yaratan bir siyaset olduğu hissini.
Sonuç olarak, çok farklı şekillerde ilerleyebilir, çünkü biri iktidar bloğunu farklı şekillerde ifade edebilir ve biri halkı farklı şekillerde ifade edebilir. Ancak argümanları, modern toplumlarda, özellikle de seçimle işbaşına gelen parlamenter toplumlarda, halka karşı çıkarak seçim kazanamayacağınızdır. Eğer bir seçimi kazanmak istiyorsanız, gerçekten de halkın yanında olduğunuzu söylemeniz gerekir. Sonuç olarak, “halk” hakkında bir tür söylem üretirsiniz. Adam Przeworski’nin işçi partileri hakkında güçlü bir argümanı var. Eğer partinizin, örneğin sanayi işçilerinin partisi olduğunu söylerseniz, sanayi işçilerinin nüfusun sadece yüzde 20’sini oluşturduğu bir noktada, bir işçi ya da emekçi kimliğine tutunmak ve halkın çoğunluğunu kazanmak çok zordur. Çoğunluk gerektiren seçim sistemlerinde çoğunlukçu bir stratejiye sahip olmanız gerekir.
Gramsci, bir halk hareketinin aslında tüm bu farklı sektörleri içeren çoğunlukçu bir strateji inşa etmesi gerektiğini savunur. Onun zamanında bu köylüleri kapsıyordu; günümüzde ise hizmet sektörü, çeşitli toplumsal hareketlerdeki işçiler belli bir söylem etrafında bir araya getirilmelidir.
Gramsci’yi bu şekilde okuma eğilimi, Gramsci’nin kendisinin de eleştirdiği ideolojizme düşmekte ve bu toplumsal grupların ekonomik temellerle şu ya da bu şekilde bağlantılı olduğu gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Eğer popülizm sadece halk adına konuştuğunu iddia eden partiler anlamına geliyorsa, o zaman modern siyasette herkes popülisttir ve popülizm çok da ilginç bir konu değildir.
Aslında popülizmin, Marx’ın sömürünün ikincil biçimleri olarak adlandırdığı şey etrafında örgütlenmiş bir siyaset biçimi olduğu görülebilir. Marx’a göre ücretler birincil sömürü biçimiyse, maaşınızdan kesilen çeşitli kesintiler -vergiler, kira, sigorta, kredi faizleri- ikincil sömürü biçimleridir ve popülist partiler genellikle bu diğer biçimler etrafında örgütlenen partiler olmuştur.
Gramsci ve Koalisyon Siyaseti
Son yıllarda bir dizi sosyalist düşünür Gramsci’nin bıraktığı yerden devam etti. Özellikle Gabriel Winant’ın yeni ortaya çıkan sınıf bileşimi biçimleri ve bunların ne tür koalisyon olasılıkları barındırdığı üzerine yaptığı çalışmayı düşünüyorum. Kitlesel heterojenliğin eski işaretleri -örneğin köylülük- özellikle Amerika Birleşik Devletleri gibi yerlerde artık eskisi gibi mevcut değil. Ancak bu ülkede artık devasa, çeşitlilik arz eden bir profesyonel-yönetici sınıf, çeşitlilik arz eden hizmet çalışanları, varlıklarla farklı ilişkiler, özellikle de işçi sınıfından insanlar arasında ev sahipliği var. Çelişkili farklılaşmanın pek çok işareti var.
Gramsci bu rengarenk sınıf bileşimi hakkında düşünmek için hangi kaynaklara sahiptir? Ve onun düşüncesi, mevcut koşullar altında ne tür işçi sınıfı koalisyonları geliştirmemize yardımcı olabilir?
Bence bizi kendi başımıza bırakıyor ve Gabe’in yaptığı gibi işler yapmamızı sağlıyor. The Next Shift‘te Pittsburgh’un bir çelik kasabasından bir hastane kasabasına dönüştüğü o uzun değişimi ve aynı zamanda çeşitli aşamalarda gerçekleşen farklı konjonktürel siyasi mücadeleleri ve bunların nasıl yaşandığını anlatıyor: Sadece farklı türde meslekler olarak değil, çeşitli röportajlarında öğrendiği gibi, bu değişimde bile aynı ailelerde bir sonraki nesil ebeveynlerinin yaptığından farklı türde işler yapıyor ya da ölmekte olan bir şehir olarak görülen bir şehre taşınan insanlar, şehrin büyüyen bir şehir olarak görüldüğü günümüze kadar.
Gramsci’nin görüşü, kimlerin işçi sayıldığına dair kendi şeyleşmiş kavramlarımızı yıkar. Gramsci’ye göre, herhangi bir toplumsal harekete bakarken atılması gereken ilk adım, bu hareketi oluşturan insanların bileşimini anlamak ve bu bileşimi önceden bildiğinizi varsaymamaktır. Farklı sosyal grupların ve sosyal hareketlerin bileşimini anlamak çok önemli bir adımdır.
Sürekli yenilenen, özgürleştirici sol bir analize, “Gramscici” olarak adlandırılmasından daha fazla yatırım yapıyorum. Ancak kendilerini “Gramscici” olarak tanımlayan insanlarda Gramscici düşünceyi bulmak pek olası değil. Ancak farklı mücadelelerin özellikleri üzerine düşünürken, Gramsci bize tekrar tekrar mücadelenin karakterlerini hafife alamayacağımızı, toplumsal grupların bile siyasi mücadeleler sürecinde oluştuğunu söyler.
Hem enternasyonalistler hem de yerleşimci, köleci bir toplumun mirasçıları olarak ABD solcuları, Gramsci’nin herhangi bir potansiyel hegemonun ulusal popüler yurtseverlikle konuşması gerektiği yönündeki ısrarıyla nasıl çalışmalıdır? Açık nedenlerden ötürü, bu ABD solu için her zaman sorunlu olmuştur.
Gramsci’nin Amerikalılar için en çok faydalı olduğunu düşündüğüm iki şey var: Birincisi, Amerika’dan çıkmak. Marksizmin ABD solundaki insanlar için güçlerinden biri, sizi diğer dilleri, diğer ulusal gelenekleri, diğer siyasi gelenekleri öğrenmeye ve Amerikan siyasetinin politikadan ibaret olduğunu düşünmemeye zorlayan uluslararası bir söylem olmasıdır.
Diğer bir husus ise Gramsci’nin çok faydalı olmasıdır çünkü Gramsci, eğer büyük bir dünya gücü olduysa bile bu gücün antik çağlarda kaldığı bir ülkede yazmaktadır. Gramsci, herhangi bir hegemonik ittifakın ne kadar kırılgan olduğunun farkına varmak için çok faydalıdır ve ABD tarihini uzun bir hegemonik moment olmadığını yeniden düşünmek zorunda bırakır.
Öte yandan, Amerikan deneyiminin özelliklerini anlamak için -hemisferik Amerikan deneyimi, Avrupalı yerleşimcilerin, Amerikan yerlilerinin ve halklarının ve milyonlarca taşınan köleleştirilmiş Afrikalıların garip ve trajik çatışması- Amerikan istisnacılığı hakkında, Amerika’nın yerleşimci, köleleştirilmiş ve yerli tarihleri hakkında Gramsci’nin pek kavrayamadığı bir şey var. Bunu anlamak için Gramsci’ye bakanlar yanılacaklardır.
Gramsci’nin ABD’deki büyük muadili W. E. B. Du Bois’nın bu konular hakkında çok daha sonra düşündüğü açıktır. Yine de Du Bois bile Amerika’nın yerli tarihiyle o kadar ilgili değildir. Bence bu tarihleri ABD’de ve ABD sınırlarının ötesinde hâlâ yazmamız gerekiyor.
Marksist gelenekle ilgili sorunlardan biri, liberal geleneklerde olduğu gibi, ABD’yi bir tür Avrupa uzantısı olarak görmek olmuştur. Bu durumda kişi tüm Avrupalıları okuyacak ve ABD’yi bunun sonu olarak görecektir. Gramsci, belki de Brezilyalı Marksistlerin yeni bir Amerikan Marksizmi hakkında düşünmemize yardımcı olabileceğini düşünmemize isterdi.