Dijital teknolojilerin etkilerini günlük deneyimlerimizden ayırmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Sanal benliklerimizi jeostatik yörüngedeki uydu dizilerine bağlayan ışıldayan ekranlar, bitmek bilmeyen veri beslemeleri, biyometrik geri bildirim döngüleri, dijital protezler ve genişleyen ağlar aracılığıyla, gerçekliğin kendisi parçalara ayrıştırılıyor. Akıllı kol saatleri, fiziki durumumuzu, adım ve kalp atışlarımızı sayarak yorumluyor. Telefonlar, zamanımızı çevrimiçi olarak nasıl geçirdiğimizi takip ediyor, uğradığımız yerlerin coğrafi konumunu haritalandırıyor ve geçmiş faaliyetlerimizi dijital arşivlere kaydediyor. Sosyal medya platformları, ittifaklar kuruyor ve yeni siyasi akımlar yaratıyor. Ve geniş kablosuz ağlar; bağlantı uyduları, dronlar ve ‘akıllı’ silahlar çağımız savaşlarının nasıl yürütüleceğini belirliyor. Kısacası dünya deneyimlerimiz, dijital teknolojilerle sersemletilmiş durumda.
Lakin, dijital çağımızın en erken ve önde gelen teorisyenlerinden olan Fransız filozof Bernard Stiegler için dünyayı anlamak, genel geçer teknoloji görüşünün ötesine geçmeyi zorunlu kılmaktadır. Stiegler, teknolojinin sadece dijital araçların etkileri ve hayatımıza nasıl tesir ettikleriyle ilgili olmadığına inanıyordu. Bu, illaki, alet edevatların yahut cihazların ensesi kalın kuruluşlar, ulus-devletler veya bireyler tarafından nasıl yaratıldığı ve kullanıldığıyla ilgili değildir. Teknoloji ile olan münasebetimiz daha derin ve asli bir şeye ilişkindir, yani teknik’e.
Stiegler’e göre kelimenin en geniş anlamıyla teknolojinin yapımı ve kullanımı olan teknik, insanı insan yapan şeydir. İster Neuralink gibi son teknoloji ürünü bir beyin-makine arayüzü olsun, isterse tarih öncesi zamanlarda ormanda yürürken yolu açmak için kullanılan çakmaktaşından bir balta fark etmez, diğer türlerden farklı olarak, dünyadaki özgül varoluş tarzımız; yarattığımız araçlarımızın mümkün kıldığı deneyimler ve bilgilerle tanımlanır. Ancak şu hataya düşmemek kaydıyla: Teknik, basitçe, teknoloji yerine geçen başka bir ad değildir.
Martin Heidegger’in 1954 tarihli “Tekniğin Kökenine İlişkin Soruşturma” makalesinde yazdığı gibi –ki orijinal başlıkta Technologie yerine Almanca Technik’i kullanır– “tekniğin özü asla ve hiçbir şekilde teknik bir şey değildir”. Bu, sözcüğün kendi tarihiyle aynı eksende kavranır: “Teknik”in etimolojisi, bizi Antik Yunan’ın sanat kavramına yaklaşan bir yere götürür, yani technē’ye. O halde, teknolojinin özü, tıpkı bu yazıyı okumak için kullandığınıza benzer bir cihazda bulunmaz. Teknolojinin özü, daha ziyade, açık uçlu yaratıcı bir süreçte; araçlarımızla ve dünyayla bir ilişkilenme tarzıdır.
Stiegler’in bize mirası tam olarak budur. O, yaşamı boyunca tekniği böyle kavradı. Herkesten fazla araştırmaya koyuldu, hem de ilk olarak silahlı soygundan içerideyken. Ne yazık ki, fikirleri, 2020 yılındaki vefatından da önce, ne layığı ne de hakkıyla ele alındı. Günümüzde onun fikirlerine duyulan ihtiyaç, dünden dahi fazladır. Başka hangi şekilde dijital teknolojilerin etkilerini gündelik deneyimlerimizden kurtarmayı öğrenebiliriz? Başka hangi yoldan bu tuhaf gerçekliğimizin tarihini kavramaya başlayabiliriz?
Stiegler’i dijital çağımızın önde gelen filozofu olmaya götüren yol gül bahçelerinden geçiyor sayılmazdı. 1952’de Paris’in güneyindeki Villebon-sur-Yvette’de, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı ardından gelen refah ve ihya dönemi Fransa’sında doğdu. Öğrencilerin ve işçilerin radikal ayaklanması, Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ü Batı Almanya sınırında geçici sığınma aramaya zorladığında, Stiegler 16 yaşındaydı ve devrimci 68’ dalgasına dahil olmuştu (sonradan Komünist Parti’ye de katılacaktı). Bununla birlikte, yeni bir seçim ufukta görülüp barikatlar dağıtıldıktan sonra, o sırada Fransa’da revaçta olan siyasi eğilimlerin yanı sıra geleneksel Marksizmle de mesafelendi. Fransa’daki Sol, savaş sonrası Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluğu ile Louis Althusser’in anti-hümanizmi arasında çaresizce parçalanmış görünüyordu. Sartre insanların kendi kaderlerini şekillendirmedeki yaratıcı kudretleri üzerinde ısrar ederken, Althusser kapitalist toplumda ideolojinin boğucu kuşatmasının bizi çaresizce kendi kontrolümüz dışındaki iktidar sistemlerinin içine gömdüğünü savundu. Bu yolların hiçbiri Stiegler’i tatmin etmeye yetmedi, zira ikisi de yeni bir tarihsel gücün, yani elektronik teknolojinin süratli yükselişini yeterince hesaba katmıyordu. 1970 ve 80’lere gelindiğinde, Stiegler bu yeni teknolojinin bizatihi kendimizle, dünyayla ve birbirimizle ilişkimizi yeniden tanımladığını sezmişti. Bu yeni koşulların hakkını teslim etmek için, felsefe tarihinin sıfırdan ve teknik nazarından baştan yazılması gerektiğine inanıyordu. Ne varoluşçuluk ne Marksizm ne de bir başka felsefe ekolü, insan varoluşu ile aletlerin evrimsel tarihi arasındaki asli bağı kabul etmeyi kendisine yakıştırmıştı.
1968’den sonraki on yılda Stiegler, Toulouse’da yasadışı fuhuş yapıldığı gerekçe gösterilerek birkaç yıl sonra polis tarafından kapatılacak bir caz kulübü açtı. İki yakasını bir araya getirmekte zorlanan Stiegler, borçlarını ödemek ve hayat gailesine devam etmek için banka soymaya yöneldi. 1978’de silahlı soygundan tutuklandı ve beş yıl hapis cezasına çarptırıldı. Kurumsal muhitte hiçbir zaman rahat edemeyen bir lise terk olarak Stiegler, hapishaneye ilk geldiğinde kendine özgü bir hücre tahsis edilmesini istedi ve gerçekleşene dek açlık grevine başladı. Velhasıl, hapishane müdürünü razı ettikten sonra, dışarıdaki dünyayla ilişkisinin okuma ve yazma yoluyla nasıl kurulduğuna dair notlar çıkarmaya başladı. Bu, önemli bir dönüm noktası olacaktı. Kitapla, kağıtla, kalemle; hapishane duvarlarının ardında uzanan insanlar ve mekânlarla dolaylı etkileşime geçebildi.
Stiegler, parmaklıklar ardında geçirdiği süre boyunca felsefeyi daha ciddiyetli bir şekilde incelemeye başladı ve eline geçen kitapları yalayıp yuttu. Acting Out (2009) adlı felsefi hatıra kitabında, hapishanede tükettiği zamanı, radikal kendini keşfetme ve felsefi tecrübelerinden biri olarak tanımlıyor. Hapiste Yunan felsefesinin klasik eserlerini okudu, İngilizce çalıştı ve modern şiiri ezberledi. Gel gelelim, dikkatini asıl cezbeden kitap Platon’un Phaedrus‘uydu. Bu metinde, Sokrates ve Phaedrus arasında geçen bir diyalogda Platon, anamnesis kavramını açımlamaktadır. Phaedrus’ta anamnesis, yeni bir bilgi edinmeyi belirten bir öğrenme teorisi olarak önceki yaşamların birinde, bir zamanlar bildiklerimizi tekrar hatırlama sürecidir. Berdevam bir ölüm ve yeniden doğuş döngüsü dahilinde, her yeniden doğduğumuzda bildiklerimizi unuturuz. Stiegler için, hatırlama olarak öğrenme fikri daha az tinsel ve giderek daha materyal hale gelecektir: Öğrenme ve bellek, tekniğe içkindir. Kitaplar, yazılar, arşivler gibi kullanılan teknik araçlar sayesinde akıl ermez büyüklükte bilgiyi depolayabilir ve muhafaza edebiliriz.
Hapishanede kurmaca bir eser yazmaya dönük evvelki girişimlerinden sonra, Stiegler, mahkumlar için tertip edilen bir felsefe programına kaydoldu. Cezasını çekmeye devam ede dursun, felsefe lisan eğitimini tamamladı ve Gérard Granel gibi zamanın önde gelen entelektüelleriyle yazışmaya başladı; Granel o vakitler, Toulouse-le Mirail Üniversitesi’nde (ki daha sonra Toulouse-Jean Jaurès Üniversitesi ismiyle devam etti) nüfuzlu çevreye sahip bir profesördü. Granel, Stiegler’in Jean-François Lyotard ve Jacques Derrida da dahil olmak üzere o zamane felsefe sahnesinin önde gelen isimleriyle tanışmasına vesile oldu. Bunlar arasından Lyotard, serbest bırakılmasından sonra Stiegler’in yüksek lisans tez komitesinde yer aldı. Derrida ise 1993’te tamamlanan doktora tezinin danışmanlığını üstlendi. Bu tezin gözden geçirilerek yayımlanan sonraki versiyonları Stiegler’in baş yapıtı Teknik ve Zaman serisini oluşturdu. Stiegler, böylece, adı geçen filozoflar ve onların özgün fikirlerinin katkılarıyla, yeni teknolojilerin dünyayı nasıl şekillendirdiğini açıklamaya çalışan Marksist materyalizme önceki siyasi bağlılığını da yeniden şekillendirmeye başladı.
1970’lerin başında, sayısı giderek artan filozof ve politika teorisyeni, yaşantımızın dolayımsızlığını [immediacy] sorgulamaya başladı. Bu düşünürler tarafından, bizi çevreleyen dünya artık Immanuel Kant ve Edmund Husserl gibi fenomenologlar için olduğu gibi basitçe verili bir şey olarak görülmüyordu. Dünya kendisini daha ziyade karayolları, enerji santralleri ve evler gibi, her biri de siyasi kurumlar, kültürel faaliyetler ve toplumsal normlar tarafından olanaklı kılınan şeylerden mülhem bir çevre olarak sunuyordu. Böylece, gerçeklik de verili bir şey olmaktan çok bir inşa faaliyeti gibi görünüyordu.
Gerçekliğin dolayımsızlığını yakından sorgulayan Fransız filozoflardan biri Louis Althusser’di. Stiegler’e hocalık yapmadan yıllar önce, 1970’te yayımladığı İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları kitabında Althusser, ideolojinin basitçe bireyin inandığı bir şey olmadığını çünkü tek başına bir kişinin, hatta bir topluluğun ölçeğinin çok ötesinde iş gördüğünü öne sürmüştü. Tıpkı yürürken ismimizle çağrıldığımızda her defasında balıklama atlayarak arkamızı döndüğümüz gibi, ideoloji bize hem otomatik olarak hem de bilinçdışından gelir; dışarıdan içeriye sızar. Paris’teki École Normale Supérieure’de, Althusser’in eski bir öğrencisi olan Michel Foucault da benzer şekilde işleyen bir iktidar teorisi geliştirdi. Foucault Hapishanenin Doğuşu (1975) başta olmak üzere, toplumsal ve siyasal iktidarın bireylerde yoğunlaşmadığını ancak ‘söylemler, kurumlar, mimari formlar, düzenleyici hükümler, yasalar, i̇dari tedbirler, bilimsel demeçler, felsefi, ahlaki ve filantropik önermeler’ tarafından üretildiğini savundu. Foucault’nun salahiyeti, bir okuldaki öğretmen ve öğrenci arasındaki karşılaşmadan, iki farklı devletin temsilcilerinin bir ticaret anlaşması nezdindeki müzakeresine değin; iktidarın dünyanın her bir sathını nasıl şekillendirdiğini göstermekti. Bu perspektiften bakıldığında, iktidar, bireysel öznelerin sahip olduğu bir şey olmaktan ziyade, maddi pratiklerin içerisinde ve maddi pratikler aracılığıyla teşkil edilir.
Tüm bunlar Stiegler’in kendi teknik fikrini bir araya getirdiği temelleri de oluşturdu. Foucault ve Althusser’in teknolojiyi mevzuya dahil etme yollarını takdir etmesine rağmen, bazı teknoloji türlerine yeterli alakanın gösterilmemesinden hoşnut değildi, söylemeye bile gerek yok ki her iki düşünür de tanımlamış oldukları iktidar biçimlerine sahici alternatifler sunamamışlardı. Stiegler, Taking Care of Youth and the Generations (2008) kitabında, danışmanı Derrida’nın pharmakon kavramı vesilesiyle Foucault’nun perspektifinin ötesine geçebildiğini açıklar.
Derrida Platon’un Eczanesi’nde (1972) yazı yazma kabiliyetimizin; öznenin kimlik aidiyetini aynı anda hem yaratıp hem yıkabileceği (hem şifa/çare hem zehir) fikrini olgunlaştırmaya başladı. Derrida için yazma edimi –ki bunun bizzat kendisi bir tür teknolojidir– bireysel bellekle Janus yüzlü bir ilişkiye sahiptir. Yazı, bilgi ve deneyimin yıllara sâri depolanıp saklanmasını mümkün kılmasına rağmen; bizi kendi zihinsel hatırlama kapasitemizi icra etmekten alıkoyar. Yazıldığı an kayıt altına da alınan bir sözcük; yaşantı ve içsel bellek arasındaki dolaysız bağa kısa devre yaptırır. Bilişsel sınırlılığımız karşısında bir çaredir evet, lakin yeteneklerimizi kısıtlayarak bilişselliğimize ket vuruşuyla bir zehirdir.
20. yüzyılın sonlarında, Stiegler bu fikri televizyon gibi yeni medya teknolojilerine uyarlamaya koyuldu. Onun farmakoloji adını verdiği kavram da buradan ilhamını aldı. Farmakoloji, dijital araçları basitçe “kullandığımız” fikrine karşı çıkar. Olan biten daha ziyade, dijital araçların, tıpkı tıbbi ilaçlar gibi hayatımızın bir parçası haline gelerek bizleri de farmakolojik olarak değiştirmesinde yatmaktadır. Bugün, bu mukayeseyi çok daha ileri götürmek işten bile değil. İnternet önümüze biçimlendirilmiş, kolayca erişilebilen heybetli bir bilgi arşivi sunuyor. Vikipedia benzeri siteler, binlerce yıl boyunca birikmiş, önceki nesillerden devreden onlarca terabayt bilgiyi barındırıyor. Aynı zamanda böylesi emsalsiz miktarda bilgi alışverişi, devasa bir dezenformasyonun, komplo teorilerinin ve diğer muzır içeriğin de yayılmasını sağlıyor. Tam da Derrida’nın diyeceği gibi, dijital olan; hem bir zehir hem bir şifa.
Böylesi bir çokanlamlılık, Stiegler’in teknoloji yerine tekniğin kendisi hakkında ihtimamla düşünmesine yol açtı. Stiegler’e göre, safi teknoloji açısından düşünmenin esaslı riskleri vardır: Dijital teknolojiler hayatımızda ekilmediği yerde biten otlar gibi yaygınlaştıkça, bu araçların bir zamanlar bize benzer diğer insanlar tarafından inşa edilen toplumsal mamuller olduğunu kavramak da zorlaşıyor. Müziği nasıl dinlediğimizden tutun, A noktasından B noktasına ulaşmak için izlediğimiz yollar ve kendimizi başkalarına sunma tarzlarımız; ezcümle günlük yaşamın tüm veçheleri, yeni teknolojiler ve onları üreten insanlar tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. Ancak bunun bizim için ne anlama geldiğini etraflıca düşünmek için nadiren soluklanıyoruz. Stiegler, bu unutma ediminin insan deneyiminin bütün yönleri için derin bir kriz yarattığına inanıyordu. Unutarak, alternatif yaşam biçimlerini hayal etmedeki mahirliğimizi de kaybediyoruz. Gelecek, yeni teknolojilerin ufku ile sınırlanmış, hatta önceden belirlenmiş görünüyor.
İngilizce konuşan dünyada Stiegler’i tanıtan, onun ilk kitabı Technics and Time, 1: The Fault of Epimetheus (1994) [Teknik ve Zaman 1: Epimetheus’un Hatası] oldu. Stiegler, kitabının daha ilk cümlesinde, kullandığımız teknolojilere dair kavrayışımız ile geleceği hayal etme salahiyetimiz arasındaki mühim irtibatı vurgular: ‘Bu eserin konusu; gelecek olan tüm olanakların ve bizatihi geleceğin kendi ufku olarak ele alınan tekniktir’ diye yazar. Stiegler, teknik nesnelerle, araçlarla olan ilişkimizi gelecekteki tüm olanaklar için belirleyici güç olarak görmektedir. Teknik, insan deneyiminin tanımlayıcı özelliğidir, lakin, Platon ve Aristoteles’ten başlayarak günümüzün tüm filozoflarına değin felsefenin üvey evladı yaftasını da taşır. René Descartes, Husserl ve diğer düşünürler bilinç ve yaşantı (fenomenoloji), yahut gerçeğin doğası (metafizik) ya da bilgi (epistemoloji) hakkında önemli sorular sormuşlardır sormasına ama yine de teknolojilerin bu soruları cevaplama, tüm bu soruların doğrudan muhatabı olma kabiliyetini de hor görüp yeterince açıklamaktan sakınmışlardır. Stiegler’ göre, felsefede; yani bir anlamda da düşünce tarihinde ‘teknik, tam da düşünülmemiş olan’dır.
Stiegler, tekniğin önemini daha sarih anlatmak için, Yunan şair Hesiodos’un MÖ. 700 civarında yazdığı İşler ve Günler’de anlattığı yaratılış mitine yönelir. Mite göre Zeus, dünyanın yaratılışı esnasında, Titan Epimetheus’tan münferit yetenekleri varolan her türe paylaştırmasını ister. Epimetheus, kuşlara uçabilmeleri için kanat ve balıklara yüzebilmeleri için yüzgeç tahsis eder. Sıra insanlara geldiğinde ise Epimetheus’un heybesinde hiçbir yetenek kalmamıştır. Adı (Stiegler’e göre) Yunanca ‘unutkan’ anlamına gelen Epimetheus, yardım için kardeşi Prometheus’a döner. Prometheus bunun üzerine tanrılardan ateşi çalar ve biyolojik bir yeteneğin yerine insanlara ateşi bahşeder. İnsanlar, bir kez daha, tıpkı Platon’un anamnesis teorisinde olduğu gibi, bir unutma eyleminden doğarlar. Hesiodos’un hikâyesiyle aradaki fark, burada tekniğin insan deneyimi için maddi bir temel sağlamasıdır. Herhangi bir fizyolojik yetenekten mahrum olan homo sapiens, ateşten bu yana, aletleri kullanarak hayatını idame ettirmeye yazgılıdır.
Stiegler için tekniğin farmakolojisi, araçlarla pozitif veya negatif ilişkilenmeler için fırsatlar sunar. Stiegler’in sıkça başvurduğu şair Friedrich Hölderlin’in dizeleri gibi: ‘Ama nerede tehlike varsa, yetişir kurtarıcı olan da’. Derrida, yazıya geçirilen kelimenin öznenin hükümranlığını altüst etme yeteneğine odaklanırken, Stiegler bu farmakoloji anlayışını muhtelif medya ve teknolojileri içerecek şekilde genişletti. Sadece yazı değil; fabrikalar, dijital sunucu çiftlikleri ve hatta psikotropik ilaçlar, dünyamızı ve en önemlisi de onu kavrayış şeklimizi zehirlemek veya iyileştirmek için farmakolojik kapasiteyi haizdir. Teknolojik gelişme rasyonel, muvafık özneler olarak kendi kendimizi anlama hassamızı yok edebilir ve bu da geniş çaplı acziyet ve yıkıma yol açabilir. Ancak diğer yandan; aletler, insan olmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir mefhuma ön ayak olabilir ve yeni ifade ve söylem biçimlerine, kültürel pratiklere davetiye çıkarabilir.
Stiegler, Symbolic Misery, Volume 2: The Catastrophe of the Sensible (2015) kitabında, özellikle endüstriyelleşmeye eşlik etmeye başlayan yeni teknolojilerin sanat ve müzik üzerindeki etkisini ele alır. Seri üretim ve standardizasyonla bir tutulan endüstriyelleşme, galat-ı meşhur olarak sanatsal özgürlük ve ifadeye karşıt olarak kabul edilir. Ancak Stiegler, sanatçıların kendisinin endüstriyelleşmeye nasıl tepki verdiğini görmek için sanat tarihine biraz daha yakından bakmamızı talep eder. Malumun ilanı, yeni makinelerin standartlaştırıcı etkilerine cevaben, Marcel Duchamp ve 20. yüzyıl avangardının diğer üyeleri, özgün yaratıcı ifade biçimlerini icat etmek için endüstriyel araçlar kullandılar. Duchamp, Merdivenlerden İnen Çıplak No. 2 (1912) tablosunda, kökten farklı bir portre türü resmedebilmek için, fotoğrafçılık ve sinema tarafından olanaklı kılınan yeni zamansal perspektifleri kullandı. Kameranın hareketi anlık kareler halinde yakalama hünerinden ilhamla Duchamp, tıpkı birbiri üzerine bindirilmiş bir dizi hızlandırılmış fotoğraf gibi aynı anda birden fazla anda görünen çıplak bir model resmetti. İmge dolaysız ve anlık bir duyumsama haline geldi: İşte size modernliğin simgesi. Sanat ve endüstriyel teknolojinin karmaşık münasebeti gururla sunar…
Teknik inovasyonlar, Stiegler için, siyasal ve toplumsal etkilerin mütemmim cüzüdür; ayrı düşmezler. Örneğin, fonograf, 1800’lerin sonundaki icadıyla klasik müzik performanslarını standartlaştırmış olabilir, ancak aynı zamanda, klasik müziğin elit dünyasına erişmesi engellenen müzisyenler arasında popüler olan bir tür olarak cazın gelişimine de katkıda bulunmuştur. Gramofon sayesinde piyanist ve besteci Duke Ellington gibi siyahi müzisyenler, evvelinde müzik notasyonu okumayı öğrenmek zorunda kalmadan, enstrümanlarını alaylı olarak kulaktan öğrenebildiler. Fonografın müzikal performansı endüstriyelleştirmesi, paradoksal olarak, caz sanatçılarının o meşhur doğaçlamalarına yol açtı.
Teknik, teknolojik gerçekliğimizin inşa edilmiş doğasını hatırlatırken, alet ve araçlarımızın dünya-kurma yetkinliğine dikkatimizi çekmektedir. Stiegler’in, erken dönem tarım aletlerinden, televizyon setine kadar her şeyi kapsayan engin teknik anlayışı, eli kulağında inovasyonları da göz ardı etmemektedir. 2006 yılında Stiegler, Paris’teki Centre Pompidou’da dijital teknolojinin çağdaş toplum üzerindeki etkisini araştırmaya adanmış bir kuruluş olan Institute for Research and Innovation’ı kurdu. Stiegler’in teknolojinin çevremizdeki dünyayı şekillendirme gücüne olan inancı, çoğu zaman tarihin tüm seyrinin aletler ve makineler tarafından belirlendiğine inanan bir tekno-determinist olduğu suçlamasına da yol açmıştır. Stiegler’in teknolojinin insanlar olarak bizim kimler olduğumuzu tanımladığını düşündüğü doğrudur, ancak bu süreç bizi her zaman önceden belirlenmiş sonuçlara mahkum etmez. Tam aksine, teknoloji bize aynı zamanda olası deneyimin maddi ufkunu sağlar. Stiegler’in teknik teorisi, dünyamızın halihazırda teknoloji tarafından nasıl şekillendirildiğini layıkıyla anlayabilmemiz için; felsefe, sanat ve siyaset tarihini yeniden düşünmeye bir davettir. Dahası, bu tarihsel bilince kavuşarak, nihayetinde dünyamızı anlamlı yollarla geliştirmek için teknolojiyi kullanarak daha iyi araçlar tasarlayacağımıza dair bir umut…
Bu, Stiegler’in, dijital teknoloji müptelası ve onu her derde deva gören bir tekno-optimist olduğu anlamına gelmemeli. Dijital teknoloji hakkında dillendirdiği hususi bir endişe, teknolojinin ikamet ettiğimiz dünyayı standartlaştırma eğilimidir. Stiegler için Big Data, ufkumuzu genişletmek ve yaratıcı ifade için yeni fırsatlar açmaktan çok, neyin mümkün olabileceğine dair tahayyülümüzü gasp etmekle maluldür. Tıpkı 20. yüzyılın Hollywood filmlerinin tüketici kapitalist ideolojiyi dünyanın tümünde ürettiği ve dağıttığı gibi, Stiegler, Google ve Apple gibi teknoloji firmalarının da genellikle örtülü değer yargılarını yaydığını öne sürer. Bunun iyi bir örneği, jüri olarak tamamen yapay zekâ tarafından değerlendirilen ilk güzellik yarışmasında bulunabilir. Sosyolog Ruha Benjamin tarafından Race After Technology (2019) kitabında tartışıldığı gibi, ‘beauty.ai’ geliştiricileri, yarışmayı güzelliğin önyargısız bir şekilde değerlendirilmesi için bir fırsat olarak ilan etti. Lakin sonuçta vuku bulan şey, tasarladıkları aracın beyaz yarışmacılar lehine ezici bir tercihte bulunması oldu.
Stiegler, Automatic Society, Volume 1: The Future of Work (2016) kitabında, Big Data’nın iş ve istihdamı yeniden düzenleyerek dünyamızı standartlaştırabileceğini göstermişti. Dijital araçlar ilk olarak büyük endüstrinin monoton ritimlerini kırabilecek yıkıcı bir güç olarak görülüyordu, ancak sonuçta gig ekonomisinde esnek istihdam biçimlerinin yükselişi büyük bir alt-sınıf yarattı. Uber sürücülerinden ve diğer güvencesiz prekarya işçilerden oluşan yeni bir proletarya şimdi son derece istikrarsız koşullar altında çalışmaya zorlanıyor ve işçi sınıfı istihdamının geleneksel kazanımlarından dahi mahrum bırakılıyor. Dijital ekonomi; eski çalışma ve yaşam biçimleri de yok edildiğinden, her zaman arzu edilen alternatifler sunmuyor.
Stiegler’in 2020’deki zamansız ölümünden önce not ettiği mühim bir endişe, dijital araçların bizi gözetleme kapasitesidir. Google ve Amazon gibi büyük teknoloji firmalarının yükselişi, gözetim araçlarının hayatımızın her alanına girmesi anlamına geliyor. Akıllı evlerin 7/24 video yayınları var ve pazarlama şirketleri, çevrimiçi yaptığımız her şey hakkında veri toplamak için milyarlarca dolar harcıyorlar. The Neganthropocene (2018) ve The Age of Disruption: Technology and Madness in Computational Capitalism (2019) adlı İngilizce yayınlanan son iki kitabında, Stiegler, yaygın gözetim araçlarının büyümesinin, yeni teknolojinin farmakolojik vaadi ile çeliştiğini de öne sürmüştü. İzleme araçları, örneğin, zararlı hastalıkların yayılmasını sınırlandırarak yararlı olabilse de, bize olası deneyim dünyalarını kapamak için de kullanılıyor.
İyisiyle kötüsüyle teknoloji, hayatımızın her yönünü etkiliyor. Kim olduğumuza dair hissiyatımız, elimizin altındaki araçlarla şekillendirilir ve yeniden şekillendirilir. Stiegler’e göre araçlarımızın salt işlevine gereğinden fazla anlam atfedip, nasıl geliştirildikleri ve hayatımıza nasıl dahil olduklarına sırtımızı dönmeye devam ettiğimiz mühletçe kendi gerçekliğimizi anlamaktan da feragat etmeye devam edeceğiz. Âdeta kapana kısıldık, teknolojik dünyayı kıymeti kendinden menkul şartlarıyla tanımlayarak, dijital teknolojiler ve günlük deneyimlerimizin irtibatını kurmayı daha da zorlaştırıyoruz. Muhtemel zarar verme ve iyi gelme potansiyelleri ile, bizi tekniğin asıl dünya-kurma kapasitesine odaklanmaya teşvik eden Stiegler, mevcuttan başka olanaklara kapı araladı. Yaşamanın, var olmanın, tekamülün bambaşka yolları da var. Geleceğe yeni çehresini verecek olan teknoloji değil, tekniktir.
[…] Teknik ve Zaman […]