Bu soru benim de karşıma sık sık çıkıyor. Soranlar, merakla bir yanıt bekliyor. Eminim felsefeyle bir şekilde ilgili herkesin de kafasını ve çenesini en az birkaç kez yormuştur. Takip edebildiğim kadarıyla en son Şubat ayında, “Ülkeler ve Filozofları” başlığıyla yayınlanan bir Avrupa haritası bağlamında güçlü ve kalabalık şekilde tartışıldı. Haritada bütün ülkelerin üzerine o ülkede yetişmiş bir filozofun ismi yazılmış olduğu halde, Türkiye’nin üzerinde bir soru işareti bulunmaktaydı. Sosyal medyanın çeşitli mecralarında uzun uzun bu işaretin yerine bir ismin yazılıp yazılamayacağı konuşuldu. Önerilen isimler oldu, boş kalması gerektiğini söyleyenler oldu. Hatta soru üzerinde biraz oynayarak, “Türkiye’de filozof mu var?” diye soranlar da vardı. Aslında pek çok kişi için bu retorik bir sorudur. Yoktur, olsaydı zaten bu soruya gerek kalmazdı diye düşünülür.
Bana kalırsa bu soru hem tuhaftır hem de bir haksızlık içerir. Örneğin “Türkiye’de edebiyatçı var mı?” diye sorsanız, size garipseyen gözlerle bakılır: “Ona ne şüphe!”. Türkiye’de romancı da, öykücü, şair ya da denemeci de vardır. Kitapçıların raflarına bakın, sayısız isim görürsünüz. Müzisyen var mıdır? Ressam? Heykeltraş? Yine aynı şekilde yanıt alırsınız. Konser ya da sergi salonlarına gidin, olduğunu göreceksiniz. “İktisatçı, sosyolog, antropolog ya da psikolog var mıdır?” diye sorsanız, onlar da vardır. Türkiye’de “sanatçı” da “bilim insanı” da vardır. Bunlar arasındaki ayrım, “iyisi” ile “kötüsü” arasındadır.
Dolayısıyla düşünsel bütün faaliyetleri yapan vardır da Türkiye’de, nedense “filozof” nitelemesine gelince iş, tartışma başlar: Var mı yok mu?
Olmadığından mı? Her etkinlik ve her alanda başarılı insanlarımız varken, felsefe bizim fıtratımıza mı uymadı? Elbette ilgisi yok. Bu niteliğe yüklenen yüksek ve görkemli anlamın yarattığı engelden mi kaynaklandı bu durum? Yoksa işin gereklerinin yapılmamasından mı? Bu iki soru üzerinde biraz durulması iyi olur.
Türkiye’de felsefe yapan, bunu bir iş, meslek haline getiren, konu hakkında yazılar yazan, konuşmalar yapan insanlara ad verirken yapılan ikili ayrımın bu tartışmanın yaşanmasında etkisi oldukça fazladır. Felsefeyle ilgilenip meslek edinenler, bizim kültürümüzde “felsefeci” ve “filozof” diye iki gruba, hatta iki sınıfa ayrılmıştır. Diğer düşünsel iş ve mesleklerde pek karşılaşılan bir durum değildir bu. Sosyolog sosyologdur, iktisatçı iktisatçı, ressam ressam, bilim insanı da bilim insanıdır. Bu alanlarda, aynı işle uğraştıkları halde altlı üstlü kategorize edilmiş iki grup, iki nitelik söz konusu değildir. Olsa olsa bazı sanat alanları söz konusu olunca buna benzer bir ayrımla karşılaşırız. Buralarda “icracı” olmak ile “sanatçı” olmak ayrımı sık sık vurgulanır. Her müzisyen sanatçı değildir denir. Yaratıcı olmaları, icra edilecek yeni müzik eserleri bestelemeleri beklenir. Bazı müzisyenler, yalnızca önceden bestelenmiş olanları icra ettikleri, “yeni”yi yaratmadıkları için “sanatçı” sayılmazlar. Aynı bakış açısı felsefe alanında da hakimdir. Bizim kültürel sözlüğümüze göre, bazıları yalnızca başkaları tarafından üretilmiş düşünceleri anlatır. Felsefe tarihinin nakledicisidirler. Bunlara “felsefeci” denir. Bazıları da yaratıcıdır, yeni düşünceler üretir. Hatta yeni düşünce sistemleri ortaya koyarlar. Bunlara da “filozof” denir. İşte “Türkiye’de filozof var mı?” diye soranlar, bu ayrıma işaret ederek sorularına yanıt beklerler: Eskiyi tekrar eden değil, yeniyi üretmiş biri var mı?
Peki bu ‘yeni’, hangi özelliklere sahiptir? Özelliklerin hepsini ele alıp incelemek bu kısa yazı bağlamında elbette mümkün değil. Ama en çok karşımıza çıkan bazı görünümlerine değinelim.
Örneğin alanımızın önemli isimlerinden birinin vefatının ardından sosyal medyada yazılan bir anma yazısında şu tümcelerle karşılaşıyoruz:
Türkiye’nin en önemli felsefecilerinden ve yazarlarından birisiydi. Hatta bir felsefe uzmanı olmanın ötesinde, filozof yönü olan bir insandı. … [F]ilozofların düşünceleri ve kuramları üzerinden, kendisi de evreni, doğayı, insanı ve toplumu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırdı.
Burada ‘yeni’, anlaşılacağı üzere, ‘kendine özgü’lükle ilişkilendirilmektedir; “başkasından almadığı, kendisinin ürettiği düşünceler”le. Bu anma yazısında vefat eden kişi, filozofların düşüncelerini ve kuramlarını anlatmakla birlikte, bunlar üzerinden kendi anlamasını ve anlamlandırmasını da oluşturduğu için ‘filozof yönü olan’ biri sayılıyor. Ama “filozof” sayılmıyor. O halde bu, gerekli koşul ama yeterli değil. Olsun. Dolayısıyla burada varsayılan ölçüt, “önceki filozofların dile getirmediği bir düşünceyi dile getirmek”tir: Yani, öncesinde karşılaşılmayan bir düşünceyi dile getirmek. Bunu yazdıklarınızda ne kadar çok başarırsanız o kadar filozof yönünüz büyüyor. Ne var ki diğer düşünsel etkinlik alanlarında yer alanlardan aynı şey beklenmez. Birinin bilim insanı sayılması için, söylenmemiş bir şeyi söylemesi gerekmez. Kimyacı, fizikçi, sosyolog ya da psikologların hepsi kendilerine özgü fikirlere, iddialara, düşünce dizgelerine sahip değildir, ama bu sıfatlar onlardan esirgenmez.
Sanatçılardan beklenir mi peki? Bu alanlarda çalışanlar için “yenilik” ve “kendine özgülük” bir ölçüttür elbette, ama çıta felsefecilerinki kadar yüksekte değildir. Ulusal ölçekte, fark edilir ölçüde olması yeterli görülür. Bunlar o kişinin “iyi, başarılı, özgün ya da üst düzey” bir sanatçı sayılmasına vesile olur. Ancak felsefeciler söz konusu olunca, bu da yetmez.
Ölçütler böyle adaletsiz olduğu için, Türkiye’den sayısız sanatçının ya da bilim insanının adı anılırken bir filozofun olmadığı söylenir. Bu tutumun tuhaf ve haksızca olduğu açık değil mi?
Yabancı ülkeleri yakından takip eden kimi akademisyenler Türkiye’deki bu ayrımın başka ülkelerde bulunmadığına atıfla durumdan rahatsızlıklarını dile getirmektedir. Bence haklılar da. Bir kişi toplumsal rol olarak öğrenci olmaktan çıkıp söz konusu alana ait bilginin kullanıcısı, yani araştırmacı, anlatıcı, yazar ve öğretici konumuna geçtiyse artık “filozof” adını hak etmeli ve rahatça kullanabilmelidir. Diğer bilim alanlarında böyledir. Aksi tutumda ısrar edildiğinde, bu ayrım ülkemizde önce bu alanda çalışanları, sonra da felsefeyi değersizleştirmekten başka işe yaramamaktadır.
Ancak ısrarcıysanız meselenin bu yanını bir kenara bırakalım ve yukarıdaki zor ölçütlere dayanarak yine de soralım: Peki Türkiye’de yeni düşünceler hiç mi filiz vermemektedir? Bütün yazılar ve bütün konuşmalar felsefe tarihinde zaten yer alanların birer tekrarından mı ibarettir? Hiç mi “filozof” yoktur?
Felsefe literatürümüzün bütünü dikkate alındığında eksik olan düşüncelerin “yeniliği” ve “kendine özgülüğü” müdür, emin değilim. Belirli isimlerin çalışmalarındaki yeni ve özgün düşüncelerden söz edildiğini muhtemelen hepimiz işitmişizdir. Okurken bu hisse kapıldığımız, bu durumu fark ettiğimiz yayınlar olmuştur. Kendi adıma, böyle bir iki isim sayabilirim. Ne var ki bu özellikteki çalışmalar çoğunlukla “deneme” diye nitelenip tenzilirütbeye uğrar. Bu nitelemeyi de çok işittim ne yazık ki. Denemiş! Ama olmamış. Neden peki? Olmadığını nereden biliyoruz? Eksik bir şey var. Bu noktada, düşüncelerin felsefe tarihine mal olması, yani felsefe tarihi kitaplarında yer bulması gerektiğine işaret edilir. Var mıdır felsefe tarihi kitaplarında adı geçen biri? Yoktur. O halde Türkiye’de filozof da yoktur.
Şunun farkında olmak gerekir ki, “yenilik” felsefe tarihinde yer almanın yeterli koşulu değildir. Muhtemelen bazı düşünürler bu özelliklerine rağmen felsefe tarihi kitaplarının dışında kalmıştır. Çünkü bunu başarmak bir filozofun kendi başına yapabileceği bir iş, yerine getirebileceği bir koşul değildir. Çabucak fark edilen filozoflar olduğu gibi, çok geç fark edilenleri de vardır. Bu, felsefe tarihi bilgisi olanların yabancısı olduğu bir olgu değildir. En bilinen örnekler olarak Schopenhauer ve Nietzsche geliyor aklıma. Bizzat kitaplarında sık sık şikâyet ettikleri gibi, fark edilmeleri uzun zaman almıştır. Uzun süre kitapları satılmamış, okunmamıştır. Hiç fark edilmeyeni olabilir mi? Neden olmasın! İçimiz ve aklımız “Bu mümkündür!” demeyi almasa da, mümkünse eğer, ne yazık ki ve şükür ki bunu hiç bilemeyeceğiz! Çünkü bizim kitaplarımızda yalnızca fark edilmiş olanlar var.
İşte bu fark ediş için bir “camia”ya ihtiyaç vardır. Onun yapabileceği ve yapması gereken şeyler vardır. Bana sorarsanız, filozofumuzun olmamasının sebebi bu koşulun eksikliği. Bu noktayı birkaç soruyla açmama izin verin.
İlkin, yeni bir düşünceyi fark edecek kadar Türkiye’deki felsefi literatüre hâkim miyiz?
Örneğin, Türkiye’deki felsefe dergilerini ya da telif eserleri bu gözle ne kadar inceledik, inceliyoruz? Akademisyenlerden, bağımsız ya da amatör araştırmacılardan, öğretmenlerden, çeşitli düzeylerdeki öğrencilerden, okurlardan, izleyicilerden oluşan kalabalık felsefe camiasının önemli bölümü bir filozof olmadığı yönündeki yargısını literatürü araştırarak ve inceleyerek değil, birilerinden işiterek ya da bu yönde bir şey işitmeyerek oluşturmuştur. Bu onların değil, hocalarının, konunun uzmanı saydıklarının yargısıdır aslında. Ulusal literatürü bu küçük grup takip etmektedir ve onlar da olmadığını söylemektedir. Peki ne kadar haklılar? Bu noktada pek de farkında olmadığımız bazı psikolojik olumsuzluklar söz konusu. Şöyle sorayım:
Ülkemizdeki ulusal literatürü yeniyi keşfetmek niyetiyle kaç kişi okumaktadır?
Okunma oranları bakımından yayınları incelerseniz, felsefe okurlarının ilgisinin aslında zaten tanınan, bilinen, felsefe tarihine mal olmuş ya da son zamanlarda popüler olmuş yabancı isimlere odaklandığını görürsünüz. Ya onların eserlerini ya da onlar üzerine eserleri tercih etmektedirler. Başlığında önemli ve tanıdık isimlerin bulunmadığı çalışmaların okur sayıları bir hayli düşük kalmaktadır. Bunların büyük kısmı ya içlerinde bulundukları ideolojik, dini ya da akademik grubun yarattığı motivasyonla ya da kendi araştırma konuları (tezleri, makaleleri, kitapları) için okuduğundan, özgün bir metnin ülkemizde okur bulması oldukça zordur. Bu iş genelde bir zaman kaybı olarak görülmektedir. Herkes zaman ve enerjisini, bir ölçüde haklı sebeplerle, verim alacağına emin olduğu çalışmalara yönlendirmektedir. Bu yüzdendir ki, bizim camiamızda “yeni” olanı keşfetmek yönündeki motivasyon bir hayli düşüktür.
Biraz karikatürize ederek bu iddiamı sınamak da kolaydır aslında. Bütün felsefe camiası olarak kendimize şunu sorabiliriz: Filozof olduğunu bizim keşfettiğimiz kimse var mı? Düşüncelerinin yeniliğini ve felsefe tarihinde yer bulması gerektiğini bizzat kendimizin saptadığı ve ilan ettiği bir filozof var mı? Bizler genelde “filozof” diye saptanmışları, sunulanları benimseyerek işimizi yapıyoruz aslında.
Yeni olana yönelik enerjisizliğimizin yanında, Türkiye’deki araştırmacı ve akademisyenlere yönelik güvensizliğimiz de ayrı bir etkendir bu konuda. Dişe dokunur bir şey çıkmayacağına yönelik kötümser bir inanca, atıf yapmak konusunda güçlü bir çekingenliğe sahibiz. Yayınların kaynakçalarını bu konudaki gösterge olarak sunabilirim. Pek çok yayında Türkiye’den hiçbir çalışmaya atıf yapmamaya özen gösterilmiştir. Bazen danışmanların tezlerde, hakemlerin makalelerde, editörlerin kitaplarda bu olumsuz tutumu pekiştirecek şekilde yönlendirme yaptığına şahit olmak da mümkündür. Ne yazık ki sonrasında da, bizzat kendileri böyle davranmış kişilerin akademik anlamda ciddiye alınmamaktan, kendi yayınlarına atıf yapılmamasından şikâyet ettiğini de şaşırarak görürsünüz. Bu güvensiz ve küçümseyici tutum, bir bumerang gibi dönüp Türkiye’deki bütün felsefe araştırmacılarını vurmaktadır. Hem içeride hem dışarıda değersizleşip itibarsızlaşmanın yanında, işimize yarayıp bizi geliştirebilecek yayınların da fark edilmesinin önüne geçmektedir.
Denebilir ki, “Bir filozof olsaydı ve yeni düşünceler dile getirseydi bilinmez miydi? Şimdiye kadar keşfedilmemesi, adının felsefe tarihi kitaplarına girmemesi mümkün mü?” Gözden kaçan şu: Felsefe tarihi kitapları sanıldıkları kadar nesnel eserler değildir. Aslında yazarlarının okuduklarıyla, inceledikleriyle şekillenirler. Burada bilinçli ya da bilinçsiz tercihler devrededir. Olanaklar, birikim, önyargılar, bilgi düzeyi devrededir. Felsefe tarihi kitaplarında karşımıza çıkan bazı standart isimler konusundaki uzlaşımlar, on yıllar, bazen yüzyıllar süren yoğun araştırmalar, soruşturmalar ve tartışmalarla belirlenmiştir. Felsefe tarihi yüzyıllar içerisinde nesnellik kazanan bir listeye ve içeriğe sahiptir.
Ne dediğimi açmak için bir düşünce deneyi tasarlayalım: Örneğin bir grup felsefe tarihçisinden son elli yılın tarihini ayrı ayrı yapmalarını isteyelim. Bu grup dünyanın farklı uluslarından seçilerek oluşturulsun. Kişilerin bildikleri yabancı diller bazen kesişsin bazen ayrışsın, ama ana dilleri muhakkak farklı olsun. Bütün felsefe disiplinlerine aynı oranda hakim olamayacakları için, ilgi alanlarının ve bilgi birikimlerinin ortaklaşmamasına da dikkat edelim. Bu kişilerin kendi kitapları için oluşturacakları filozof listeleri aynı olabilir mi? Ortaya çıkabilecek farklılıkları hayal etmeye çalışsanıza? Hele bir de bu filozofların anlatılması meselesine gelince konu, isimlerin ortaklaştığı noktada bile içerik konusunda ortaya çıkabilecek farklılıkları düşünün. Bir adım daha atalım. Kendinizi bir felsefe tarihçi olarak bu gruba katın. Bir liste hazırlasaydınız kimleri katardınız? Hangi düşüncelerini öne çıkarırdınız? Aslında felsefe tarihinde hangi filozofların yer alacağı ve nasıl anlatılacağı bir parça da listeyi kimin hazırladığına bağlıdır.
Tabii bu noktada başka bir soru daha çıkıyor ortaya: Bu farklı listelerdeki farklı isimlerden hangilerinin kalıcılık kazanacağını kim belirleyecek? Felsefe tarihçilerinden çok, arkalarından gelecek ve onları değerlendirecek diğer filozoflar burada ölçüt olacak aslında. Yani bir filozof, ancak düşünceleri başkaları tarafından kullanımda olduğu sürece filozoftur. Bir felsefe kitabı hayal edin ki, bir isme yer vermiş ve bu ismin düşünceleri sonraki hiçbir filozof tarafından dikkate alınmamış olsun. Kendi kendinize bu isme yer verilmesini sorgularsınız. Hak edip etmediğini düşünürsünüz. İşte bu isimler ilerleyen süreçte yeni felsefe tarihi kitaplarından çıkarılır. Adı filozofların eserlerinde geçenler, incelenerek kitaplara eklenir. Bizde, eğer varsa, filozofların en büyük eksiği bence bu noktadadır.
Elbette insanların “filozofu” görünce tanıyabilmesi için birtakım ölçütler sunmak, bir tanım vermek, karakteristiklerini listelemek daha uygun bir yol olabilir. Ama olgu şu ki, bir şey gerçekten “yeni” olacaksa, önden tarifini yapabilmek de olanaksızdır. Bu yüzden bu işe girişmeyeceğim. Şunları söylemekle yetineceğim. Felsefe okumalarımdan hareketle zihnimde oluşmuş felsefe tarihi imgeme baktığımda, şunu görüyorum: Birinin “filozof” olabilmesi için, (kendi dönemindeki ve kendinden sonraki) “filozoflar” tarafından okunmuş, incelenmiş, tartışılmış, sorgulanmış, alıntılanmış, eksiklerinin tespit edilmiş, eksiklerinden hareketle yeni şeyler söylenmiş olması gerekiyor. Bir filozof asla kendi başına filozof olmuyor. Yeni şeyler söylemek asla tek başına yetmiyor. Birilerinin bunu fark etmesi, saptaması, kullanması, eleştirmesi ve üzerine yeni şeyler eklemesi gerekiyor. Sokrates’i filozof yapan, düşünceleri olduğu kadar onunla çarşıda tartışanlar, Platon ve Platon’la hesaplaşanlardır da. Sokrates’te, önceki düşünürlere ait o kadar çok şey vardır ki! Bugünün Türkiye’sinin felsefe ortamında doğsaydı, muhtemelen eskiyi tekrar etmesi nedeniyle asla fark edilmezdi. Ondaki farkı fark edecek, yeniliği hissedecek kadar tutkuyla inceleyecek bir Platon olmalı ortamda. Platon’u filozof yapan da, Sokrates’in düşünceleri üzerine kendi eklediklerinden fazlasıdır. Onu dikkatle dinleyen, muhtemelen tekrar tekrar okuyan, düşüncelerini sınayan, anlatan, kitaplarında söz eden, eleştiren, eksikleri üzerine başka düşünceler inşa eden Aristoteles ve diğerleridir.
Özetle: Türkiye’deki felsefe camiasının filozof çıkarabilmesi için en başta Türkiye’den bir filozofun çıkabileceğine inanması gerekir. Sonra okuma, araştırma ve sorgulama enerjisinin bir kısmını ülkemizde üretilen literatüre harcamaya gönül indirmesi gerekir. Bunların yanında, aradığı yeniyi bulabilmek için o yeniyle karşılaştığında bu hakkı teslim etmesine yardım edecek olumlu duygulara ruhunda yer açması gerekir. Bunlar elbette işin psikolojik koşulları. Bir de akademik koşullar var. Örneğin incelediği kişiyi başkalarıyla karşılaştırılabilecek birikim ile donanıma ve başarıları ile kusurları konusunda hakkını teslim edecek keskin göze sahip filozoflara ihtiyaç var. Bunları yapanlar, onun başarıları ve kusurları üzerine kendi tuğlalarını da ekler ve duvarın yükselmesini sağlarsa, bu filozof onlar sayesinde bir “felsefe tarihi”nin de parçası olma onuruna erişebilir. Bunlar yapılmadığı takdirde, bir ülkede felsefe tarihine mal olmuş bir filozof da olmaz. Böyle bir filozofun çıkması için, önce ona filozof diyecek bir camiaya ihtiyaç vardır. Çünkü aslında böylesi filozoflar “var edilen” kişilerdir. Kimse kendi başına felsefe tarihine giremez. Buradaki sorun, bizim camiamızın hiçbir unvana layık bulmadığı kişileri bu unvana başkalarının layık bulmasını beklemesidir. Bu camianın dışından kimse çıkıp, “Sizde filozof var, farkında değilsiniz!” demeyecektir. Filozoflarımızı biz var etmedikçe, yabancılar için camiamız hiçbir zaman anlam taşımayacaktır.
Şu saptamayı yapmakla haksızlık etmiş olmayacağımı düşünüyorum: Yabancılar bizim çalışmalarımıza atıf yapmıyor, çünkü biz yapmıyoruz. Yabancılar bizim çalışmalarımızı ciddiye almıyor, kendi dillerine çevirmiyor, çünkü biz almıyoruz, biz okumuyoruz. Tek sorun değerli şeylerin olmaması değil, olsa da bunu fark etmeye niyetli kimsenin olmaması; tek sorun değerli ile değersizin fena halde birbirine karışmış olması değil, kimsenin bunları birbirinden ayırmanın değerli bir iş olduğunu düşünmemesi.
Camiamıza bakışımızın değişmesi gerekiyor.
[…] Türkiye’de Filozof Var mı? Bir Camia Eleştirisi (Hamdi Bravo – 05.04.2024) […]