Demo v1.0

23 Aralık 2024, Pazartesi

Beta v1.0

Kültür Nereye Gidiyor?

Çin’de üretilen Mevlana bibloları kültüre dahil midir? Cırt cırtlı cüppeler ya da Vietnam Savaşı sürecinde radikalizmin simgesi haline gelen askeri parkalar uygarlıkla bağlantılı mıdır?

Başlıklar

Bizim kuşağı etkileyen İngiliz eleştirmenlerden Terry Eagleton geçtiğimiz günlerde yeni bir yazı yayımladı: “Where does culture come from?” Yazı hızla Türkçeye çevrildi, hatta birkaç kez çevrildi. Eagleton’ın başına ilk kez gelen bir şey değil bu tekrar, birkaç kez çevrilme durumu. Edebiyat Kuramı adlı kitabı da iki kez çevrilmişti. Eagleton çevrile çevrile doksanlardan beri yerli eleştirmenlerimizden biri gibi oldu, yeni kuşakları da etkilediği söylenebilir çevirilere bakarak.

Sanırım, bu yazının kültürle emek arasındaki ilişkiyi merkeze alması, insan emeği makineler arasında kaybolup gitmişken emeğin kültür için temel değerini hatırlatması ilgi çekti. Çağımızda “katı olan buharlaşıyor” sözü çoktan eskimiş, “sakla samanı gelir zamanı” sözüne benzemiş durumda; katı olan verileşiyor, sanallaşıyor… Buna rağmen Eagleton alabildiğine çağdışı başlıyor ve öyle sürdürüyor yazısını; kültürün tarımla, ekip biçmeyle ve araçlarıyla olan ilgisini hatırlatarak –hatta köyü bırakıp üniversiteye giden birini anlatan bir klasik İngiliz romanıyla başlıyor söze ve yazı boyunca da yaşadığımız çağa pek uğramıyor.

Eagleton bir süredir Marksist geleneği açıkça sahipleniyor, sürdürüyor, kültürü sadece imalarla değil, açık ifadelerle Marksist çerçevede ele alınabilecek, alınması gereken bir alan olarak tanımlıyor. Burada da yazının daha yarısına varmadan Marx’ın adını anıyor ve sonrasında onun çevresinde bir değerlendirme yapıyor. Bu da elbette bizimki gibi Marksizmden arındırılmış bir yeni solcu eleştiri kültürü için çekici, iç gıcıklayıcı bir şey –gençler çağdaş eleştiride radikal bir ses bularak ferahlıyor, yaşlılar eski ilgilerini hatırlayıp kendilerini yeniden onaylanmış hissedebiliyor. Marksist eleştiri çeviri aracılığıyla da olsa, başka bir dilde de olsa yaşıyor.

Fakat yazının geri kalanına bakınca bir tuhaflık var; Londra’da canlı bir şekilde yürütülen Gazze protestoları sayesinde yazıda bir kez Gazze adı geçse de, çağdaş dünyaya ve dünyanın İngiltere dışındaki kesimine hemen hiç gönderme yok. Tıpkı Marx’ın ATÜTçü yorumları gibi, dünyanın bizim gibi diğer kesimlerinde oturan insanların, Eagleton’ın sözleri bizim koşullarımızda nasıl tekrar söylenebilir diye kafa yorması gereken bir yazı bu. Matthew Arnold ve Edmund Burke’den sonra Balzac, Schiller isimleri anılırken tek bir cümlede İngiliz kültürünün iç tartışmaları, kültüralizm ve elitizm bağlamında dört ismin yanyana sıralanmasıyla veriliyor: Dryden, Pope, Morrissey, Liam Gallagher. İlk ikisi eski asırların İngiliz şairleri, son ikisi de İngiliz şarkıcıları. Bizim buradan mesela Baki, Fuzuli, Ahmet Kaya, Mor ve Ötesi gibi birtakım izdüşümler yapmaya çalışmamız gerekiyor. İşin daha tuhaf yanı, Eagleton dünyanın dört bir yanındaki kuaförler ve Kore lokantalarının hepsinin birbirine benzediğini söylemesiyle ortaya çıkıyor –Kore lokantası mı?

İngiliz ve Avrupa kültüründen isimlerin bu yanyanalığı, Soho atmosferine uygun bir Kore lokantası göndermesi, bunları tanımak ya da hatırlamak belki İstanbul’da insanın kalbine bir serinlik verebilir, ama Kayseri’de, Eskişehir’de aynı etkiyi yaratmayacaktır. Yazının tek Avrupa dışı ismi olan Senegalli frankofon şair Senghor’un milliyetçilikle ilgili bir cümlede anılması da başka bir tuhaflık –Senghor’un zenci kimliğiyle ilgili daha önemli çalışmaları var, kaldı ki Eagleton’ın burada onu ele alma bağlamını kabul etmek zor; bir kültür insanının siyasetçi rolünü üstlendiği durumlardan bahsediyor.1“There are jobs for artists once more, as from Yeats and MacDiarmid to Sibelius and Senghor they become public figures and political activists. In fact, nationalism has been described as the most poetic form of politics.” Finli müzisyen Sibelius ile Senghor’un milliyetçiliğini, siyasi çalışmalarını aynı düzlemde ele almak mümkün mü? Bence okurlar için çok muğlak bir bağlam bu. Bu muğlaklık ancak bir sonraki paragrafta milleti (nation) “tarihin tanık olduğu en kalıcı, en derinlere kök salmış, evrensel popüler kültür biçimi”2“the most enduring, deep-rooted, universal form of popular culture that history has ever witnessed” diye tanımladığı zaman bir miktar dağılıyor. Fakat İngiliz kültürü model alınarak üretilmiş bu yazı bize kendi “kültürümüzü” yorumlamak için gerekli araçları vermiyor olabilir. Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Yunan-Rum, Arap kültürü gibi kültürlerin Avrupa milliyetçiliğinin etkisiyle, hayali topluluklar kurmak üzere üretildiğini, derinlere kök salmamış olduğunu savunan sayısız çalışma karşısında bu İngiliz kültürü merkezli sav yeterli olmayacaktır.

Bu arada Sibelius’u bu bağlamda anan, bu şekilde onu Rus etkisine karşı Fin milliyetçiliğinin bir simgesi olarak belirleyen Eagleton’ın yazıda hiçbir şekilde Rusya krizinden bahsetmemiş ya da herhangi bir Rus sanatçıyı örnek vermemiş olması şaşırtıcı. Sovyet kültürü sonrasında Rus kültürü ve milletinin yeniden ortaya çıkışı bir olaydı; şimdi ikinci safhada, Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’ya oradaki nüfuslarını ve sınır güvenliğini korumak bahanesiyle yerleşmesi sürecinde ortaya çıkan ve Batı tarafından “iptal edilen” yeni bir Rus kültürü ve milleti daha da büyük bir olay. Bugün kültürü tartışacak bir yazı, Karadeniz çevresinde yaşanan bu durumları ele almadan, 20. yüzyılda Marksizmi yaşatan ülkeye değinmeden, sadece 19. yüzyıl Marksizmine, Komünist Manifesto gibi klasiklere yönelik göndermelerle bir sonuca varabilir mi? Ya da eğer küresel dünyadan bahsediyorsa, Irak işgali sonrasında Arap yarımadasında başlayan kültürel dönüşümden hiç bahsetmeden (Sovyetlerde açılan ilk Mcdonalds bir kalıp olarak dillerde, ama Irak işgalcisi askerler için işgal karargahında açılan ilk Mcdonalds gözlerden ırak kaldı, kültürel incelemelerde yer bulmadı kendine), Türkiye’den İngiltere’ye kadar yayılmış göçmenleriyle Suriye milleti ve kültürünün durumundan bahsetmeden, sadece İrlanda göndermesiyle yazılabilir mi?

Ama yazılmış olması daha doğru belki de, çünkü tersi durumda yazarı yazıda bahsi geçen 19. yüzyıl Marksizminin ve romantik hümanizminin suçlandığı şeylerle, genellemecilik, belirlenmecilik ve çoğulculuktan uzaklık gibi şeylerle suçlamak mümkün olurdu. Ama yine de bu mümkün: Eagleton doksanlardan otuz yıl sonra yine ve hâlâ İngiliz edebiyat eleştirisini merkeze alan bir kültür kavramına davet ediyor. Ve bunu bizim için, Marksizme ilgi duyanlar için İngiltere’yi önemli kılan biricik şeyin güncel durumuna yazıda hiç değinmeden yapıyor: makineler. İngiltere Marksizm için makine ile insan emeğinin buluştuğu, sanayi uygarlığının en derin çelişkilerinin ve gelişmelerinin yaşandığı yer olduğu için model niteliğinde bir önem taşıyordu. Günümüzün sanayisinin ve makine uygarlığının merkezi İngilizce gibi görünebilir, ama İngiltere olmadığı kesin. Eagleton’ın yazıları bize internet öncesinde gecikmeli olarak, kaynağına ulaşması güç çevirilerle geliyordu –şimdi doğrudan geliyor ve hatta– eğer hâlâ dünya kültürünün periferisinde yaşadığımızı kabul edersek –yaşadığımız periferiye makine çevirisi tehdidiyle, insan emeğini neredeyse tümüyle silip atma tehdidiyle geliyor. Eagleton içinde yaşadığımız çağın kültürel emek krizinin çok uzağında bir yerden bakıyor kültüre: Geçmişte bizim gibi periferide tanımlanan, hâkim kültür merkezlerinin dışında tanımlanan halk, millet ve kültürler, uygarlaşma, bir yere doğru ilerleme, kendi öz emeğiyle kendini geliştirme söylemlerinin içinde yaşayabiliyorduk; günümüzün teknolojileri bu tür kendini geliştirme ve emekle kültür yaratma süreçlerini tahrip bile etmiyor, daha doğduğu yerde yok ediyor. Yapay zekâ sınırlı kaynakların sınırlı sayıda insan için kullanılmasını, makine dışındaki insan emeğinin yok edilmesini hedefliyor. Kapitalizmin temel sorunlarından biri insan nüfusunun kontrolsüzce artmasıydı; insanlık tarihi başka canlıların “insan” olarak tanımlananlar yararına ehlileştirilmesinin tarihi ve sonunda bu ehlileştirme için bile insana ihtiyaç kalmadığı bir noktaya geldik –robotların savaşacağı, eğiteceği, çevireceği, yazacağı, çizeceği bir dünyada, kontrollü üreyen bir avuç insan dışında kime ihtiyaç var? Gün boyu gişede oturup bilet veren kadının ortadan kaybolmasına, yerine otomatın gelmesine kim aldırdı, kim o tekdüze hayatının yerine ne geldiğini araştırdı?

Tuhaf bir şekilde, komünizmin bize vaat ettiği hayatlardan biri tam da buydu –insanın günde birkaç saat çalıştığı, kalan vaktini kendi benliğini geliştirici çalışmalara ayırdığı bir hayat. Bunun ilk denemesinde, insanlar vakitlerini ikinci dünya savaşında çarpışarak ve sürgünlerde ve gulaglarda benliklerini geliştirerek, bu arada zengin bir çokuluslu kültür birikimi yaratarak geçirdiler. Eagleton bu denemeyi almıyor yazısına; aslında hiçbir çalışmasında Sovyet deneyinin derlitoplu bir değerlendirmesi yok. Ama Anglosakson kültürünün temel kavramlarından biriyle bitiriyor yazısını: uygarlık ya da medeniyet. Kültürle doğa ve insan doğası arasında bağ kurup bebeğin insan olması, hayatta kalması sürecini kültür yardımıyla olan bir süreç diye tanımladıktan sonra emekle yaratılan kültürün, doğaya eklenen şeyin, protezin uygarlık olduğunu söylüyor.3“because our bodies, unlike those of snails and spiders, are able to extend themselves outward by the power of language or conceptual thought, as well as by the way we are constructed to labour on the world. This prosthesis to our bodies is known as civilisation” Tümüyle çelişkilerle dolu bir yorum: Çin’de üretilen Mevlana bibloları kültüre dahil midir? Cırt cırtlı cüppeler ya da Vietnam Savaşı sürecinde radikalizmin simgesi haline gelen askeri parkalar uygarlıkla bağlantılı mıdır? Kim, nasıl tanımlayacak uygarlığı –Steve Jobs mu, Bill Gates mi? Çıplak dolaşan yerliler uygarlıktan yoksun mudur, uygarlığa sahip oldurulmalı mıdır? Atların, ineklerin seçilerek çiftleştirilmesi, çiftliklerde yemeklik civciv ve tavuk yetiştirilmesi uygarlık mıdır? Sadece insanın dil ve emek sahibi olduğunu söylersek, israf ve zulüm kültürü olan kapitalizmi nasıl reddedeceğiz? Yine onu övme, överek aşma yoluna mı gideceğiz? Eagleton’ın bu yazısındaki son paragrafın klasik Darwinci havasını Richard Dawkins’in bile, Edward O. Wilson gibi sosyobiyologların bile kabul edeceğini sanmıyorum.

Her şeye rağmen, yorgun bir Eagleton’ın çıkıp bu çağda emeği övmesi ve bunu Marksist geleneğe bağlaması önemli. Ama emek hareketine zemin oluşturacak bir yazı değil bu; tersine eleştirilerek geliştirilecek, doğrusu aranacak bir yazı. Her yerde bir savaş iklimi var – kültürler Facebook için LLM oluveriyor (büyük dil modelleri, BDM diye kısaltmak gülünç bir karışıklığa yol açıyor), bard’lar Google’a çalışıyor… Eagleton’ın klasik Marksizme seslenmesi çekici olabilir, ama Stiegler’in Prometecilik eleştirisi yeni teknosermayelerin tahakkümü çağında, en azından gözden geçirilmiş bir emek tartışmasına daha iyi bir zemin yaratabilir. Bunun için belki dönüp Rus bağlamına bakmakta yarar var. Navalni ekibinin yayınladığı son belgeselde4https://www.youtube.com/watch?t=1907&v=-_wMvLpOnPQ (Büyük Komplonun Tarihi) kültür tartışmalarına katılabilecek, benim daha önce bilmediğim ilginç bir olaydan bahsediliyor. Yeltsin döneminde, yeni bir yerli otomobil yapmak üzere ulusal-federasyonal bir kampanya başlatmışlar ve bütün halka arabanın hisselerini hem satmışlar hem de bedavaya vermişler. Yeni oligarşinin ekonomiye hâkim olmasının bir aracı olarak anlatılıyor bu olay, ama başka bir yönü daha var: Bu olayda herhangi bir ABD ürünü pazarlaması, yabancı şirket etkisi sözkonusu değil. Bütün bir yüzyılı emek övgüsüyle geçiren, bunun için anıtlar diken, kitaplar yazan, filmler yaratan bir halk ya da kültür, nasıl oldu da birdenbire emeğin reddedildiği, yerlerde süründüğü bir kültür haline geldi? Ya da geldi mi? Sovyet uygarlığından bahsedilirdi bir zamanlar, şimdi hiç adı geçmiyor bu fikrin. Bu bize emeğin ya da emek övgüsünün gerçek bir kapitalizm eleştirisinin zemini olamayacağını düşündürebilir mi?

Aslında Oppenheimer adlı filmi değerlendirmekti bu ay niyetim. Filmi yeni seyrettim ve Hollywood’un şamata gücü karşısında bir daha şaşkınlığa kapıldım. Atom bombasını yapanların çektiği azapları anlatıyor film –Oppenheimer’ın ne kadar üzüldüğünü, ne çok emek harcayıp ne çok bilimciyi örgütlediğini anlatıyor. Film iki küsur saat, ona da çok emek harcanmış, çok para harcanmış, filmden bir Alman bilimcinin ABD’ye atom bombasını Sovyetlerden önce yapması için yardım ederken nasıl aşk maceraları yaşadığını, nasıl bir mahkeme sürecinden geçtiğini öğrenerek çıkıyorsunuz. Şimdi düşünüyorum da, Eagleton’ın fikrini değerlendirmek üzere bu film de bir model olabilir. Eagleton yazısına Jude the Obscure romanı yerine bu filmle başlar, filmde Oppenheimer’ın hayatının bir noktasında üniversitelerin fizik bölümlerinin, fizikçi ve teknisyenleri örgütleyerek atom bombası üretmenin çalışkan ve vergi mükellefi Amerikalı esnaf ve zanaatkarların çalışmalarına bağlı olduğunu anladığını söyler bize ve oradan devam ederek Amerikan kültüründen bahseder; Amerikalı çilekeş yerleşimcilerin Kızılderililerin topraklarına ne büyük çabalarla kültür götürdüğünden, uygarlık yarattığından, orada üniversiteler kurduğundan bahseder… Olmaz mı böyle bir şey? Olmazsa eğer, yazısındaki “​​organising genocide in Gaza requires quite a lot of it (creative imagination) too” [Gazze’de soykırım yapmak için de…] ifadesindeki sinik sessizliği, öznesiz cümleyi nasıl açıklayabiliriz? Ama abartıyorum elbette, sonuçta İsrail kültürünün her gün gecekondularından çıkıp sınırı geçerek İsrail şehirlerinde çalışan Filistinli işçilerin emeğiyle, topraklarından edilmiş Filistinli esnaf, zanaatkar ve işçilerin emeğiyle kurulduğunu dünya âlem biliyor. Kültür oradan geliyor da, quo vadis, culture?

 

Notlar

(1)There are jobs for artists once more, as from Yeats and MacDiarmid to Sibelius and Senghor they become public figures and political activists. In fact, nationalism has been described as the most poetic form of politics.

(2)the most enduring, deep-rooted, universal form of popular culture that history has ever witnessed

(3) “because our bodies, unlike those of snails and spiders, are able to extend themselves outward by the power of language or conceptual thought, as well as by the way we are constructed to labour on the world. This prosthesis to our bodies is known as civilisation”

(4) https://www.youtube.com/watch?t=1907&v=-_wMvLpOnPQ 

 

Editör: Bekir Demir