Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Genç Karl Marx Nasıl Radikalleşti?

Karl Marx, dini otoriterizmi ortadan kaldırmayı temel amacı hâline getirmiş olan liberal bir çevrede doğmuştu. Zaman içerisinde, gerçek özgürlüğe ulaşmak için kapitalizmi ortadan kaldırmanın gerekli olduğuna ve bunu da ancak işçi sınıfının yapabileceği inancına ulaşmıştı.
Çeviren:
Yaşar Duğan
Kaynak:
Jacobin

Karl Marx, dinî otoriterizmi ortadan kaldırmayı temel amacı hâline getirmiş olan liberal bir çevrede doğmuştu. Zaman içerisinde, gerçek özgürlüğe ulaşmak için kapitalizmi ortadan kaldırmanın gerekli olduğuna ve bunu da ancak işçi sınıfının yapabileceği inancına ulaşmıştı.

Kimse Marksist olarak doğmaz, Marx bile.

Sosyal değişimin merkezine sınıf mücadelesini koyan ünlü fikirlerini oluşturmadan önce, genç Karl Marx’ın etrafı eski rejimin dinî otoriterizmini yıkıp yerine daha kapsamlı özgürlükleri garanti eden yeni bir devlet kurma amacındaki liberallerle çevriliydi. Siyasi evrimi iki aşamalı bir süreçte gerçekleşti: İlk aşama onu liberalizmin ötesine geçen sosyal demokrasiye götürdü, ikinci aşama ise ona işçi sınıfının kendini kurtaracağı inancını bahşetti.

Bugün çok sayıda genç özgürlük tutkusundan kapitalizm eleştirisine kadar, Marx’ın adımlarını takip ederek sola doğru yürüyorlar. Fakat Marx’ın aksine kendilerine rehberlik edecek bütünlüklü bir Marksizm geleneğine sahipler.

Gençlik yıllarında vasat şiirler yazdıktan ve üniversitede (içki ve düellonun yanı sıra) felsefeyle derinlemesine meşgul olduktan sonra, 24 yaşındaki Marx, kendini Rheinische Zeitung gazetesinde editör olarak çalışırken buldu. Bu gazete, zengin liberaller ve Marx ve birçok arkadaşının da dâhil olduğu enerjik bir felsefi akım olan Genç Hegelciler’in ortak projesiydi. Marx’ın soyut felsefe âlemini geride bırakarak gözlerini sınıf mücadelesinin gerçekliğine açacak olan pratik gazetecilik mesleğine geçiş yaptığı yer burasıydı.

Marx kendi gazetecilik kariyerine, liberal jenerasyonların kendi kalplerinde en fazla önemsediği davayı ele alarak başlamıştı: yani basına yönelik sansürden özgürleşmeyi. Rheinische Zeitung için yazdığı ilk makaleler basın özgürlüğü ile ilgiliydi ve sansürün toplumsal ilişkiler genel uyumunu tehdit ettiğini ileri sürerek şöyle yazmıştı:

“Basın özgürlüğünün yokluğu diğer tüm özgürlükleri yanıltıcı kılar. Tıpkı vücudun bir uzvunun diğerini etkilemesi gibi, bir özgürlük biçimi de diğerine öyle etkiler. Ne zaman belli bir özgürlük sorgulanmaya başlanırsa, genel olarak özgürlük de sorgulanmış olur.”

Basın özgürlüğü Marx için çok önemliydi. Rheinische Zeitung bir sene sonra sansürlenmiş ve yayın yapması engellenmişti; daha sonra Marx tutuklanmasına, gazetenin kapısına kilit vurulmasına ve ailesinin –önce 1845’te Paris’ten sonra 1848-49’da Köln’den– sınır dışı edilmesine yol açacak yazılar yazmıştı. “Kimse özgürlüğe karşı savaşmaz, en fazla başkalarının özgürlüğüne karşı savaşır” diyen Marx, basın özgürlüğünün insanlığın özgürleşme çabasının ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyordu.

Bununla birlikte Marx, burjuva demokrasisine bağlı siyasi liberalizmini gerçek özgürlüğü güvence altına noktasında ancak bu noktaya kadar gidebileceğini fark etmeye başlamıştı. Marx liberal idealleri basitçe reddetmekle kalmamış, aynı zamanda liberalizmin kısıtlı bir özgürlük biçimi –gerçeklik kazandırılması ama aynı zamanda aşılması gereken bir özgürlük– sunduğunu anlamaya başlamıştı. Gözlerini insanlığın kurtuluşuna dair daha kapsayıcı bir bakış açısına dikmişti.

Bugün çok sayıda genç özgürlük tutkusundan kapitalizm eleştirisine kadar, Marx’ın adımlarını takip ederek sola doğru yürüyorlar.

Marx basın özgürlüğünü, basına kimin sahip olduğu meselesi olarak görmeye başlamıştı. Bağımsızlık idealinin sadece devlet sansürüyle değil, özel mülkiyet ve piyasa güçleri tarafından kısıtlandığını da fark etmişti. Örneğin Marx, Fransa’da daha az sansür olmasına rağmen, “büyük ölçekli ticari spekülasyonun” rekabetçi ortamından kaynaklanan “maddi sansüre” maruz kaldığından, basının yeterince özgür olmadığını ifade etmişti. Sonuç olarak “basın özgürlüğünün ilk şartının ticarileşmemesi” olduğu fikrini öne sürmüştü.

Gazetecilik aynı zamanda Marx’ı, odun hırsızlığı yapan Alman köylülerine karşı çıkarılan yasaları ele alan 1842 tarihli makalelerinde görülebileceği gibi, mülkiyet ve sınıf ilişkileriyle de karşı karşıya getirmişti. Doğal kaynakların özelleştirilmesini -daha sonraları ilkel birikim denilen süreci– hayata geçirmek için vahşi bir devlet baskısının nasıl kullanıldığını kaydetmişti. Orman sahiplerinin mülkiyet iddialarının, köylülerin odun toplama hakkını baypas ederek, mahkemelerce tasdiklenip polis tarafından zorla uygulandığını görünce öfkeden deliye dönmüştü. Daha sonraki yıllarda Marx bu makaleleri, kendi odak noktasını ekonomik sorunlara yönelten geçiş çalışmaları olarak değerlendirecekti.

Prusya devleti tarafsız bir yerde durmadığını, mülk sahiplerinin çıkarlarını koruyan bir hizmetkâr olduğunu göstermişti. Bu olaylar Marx’ın fikirlerini, ideal devleti herkesin evrensel çıkarlarını temsil eden aklın somutlaşmış hâli olarak tanımlayan filozof G.W.F Hegel’in ötesine geçmesine yardımcı olmuştu. 1843 tarihli Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı kitabında Marx, idealist filozofu ayakları üstüne dikmeye başlamıştı: Toplumsal ilişkileri şekillendiren devlet değildir; tersine devleti şekillendiren toplumsal ilişkilerdir. Herhangi bir evrensel bir kurum olması şöyle dursun, devletin kendisinin yalnızca belirli bir sınıfsal güçlerin bir aracı olduğu ortaya çıkmıştı.

Marx’ın burjuva liberalizmine yönelttiği eleştiri, dinin ortadan kaldırılmasını ve yerine laik bir devletin kurulmasını arzulayan Genç Hegelciler arasında önde gelen isimlerden biri olan eski akıl hocası Bruno Bauer’i 1844’te hedefine aldığı zaman en eksiksiz ifadesine ulaşmıştı. Marx liberal haklar için böyle bir zaferin önemli ancak yetersiz olduğunu öne sürmüştü. Daha sonra, “insanın insandan kopması” koşulları altında, “bencil insanın” “bencil olma hakkının” peşinden koşsun diye nasıl da serbest bırakılmasına hayıflanan Marx, burjuva sivil toplumuna dair o zamana kadarki en kapsamlı analizini yapmıştı. Bu koşullar altında, bireysel özgürlük vaadi, “eşitlik ve güvenlik ile ilgili haklarımızı” karşılamakta trajik bir biçimde başarısızlığa uğrayarak bir dizi yepyeni zincire vurulmuş oluyordu. Fransız Devrimi’nin yücelttiği bu liberal insan haklarının ötesine bakan Marx şu sonuca ulaşmıştı:

“İnsanlığın kurtuluşu, insan ancak kendi “öz güçlerini toplumsal güçler olarak tanıyıp örgütlediğinde ve sonuç olarak kendi toplumsal gücünü siyasi güç biçiminde kendisinden ayırt etmediğinde gerçekleşmiş olacaktır.” 

Sosyal Demokrasi ve Ötesi

Böylelikle Marx liberal özgürlük kavramlarının ötesine geçerek ekonomik ilişkilerin daha derin katmanlarını bünyesinde barındıran “toplum meselesine” ulaşmayı başlamıştı. Fakat burada Marx’ı sınıf mücadelesine daha da bağlanmaya itecek olan ikinci bir adım söz konusuydu. Kendi kuşağının birçok düşünürü gibi Marx da “toplum meselesine” çözüm bulmak için sosyalizme ve komünizme yönelmişti. Bu ikinci adımda, proletaryayı insanlığın kurtuluşunun devrimci aktörü olarak tanımladığı eşi benzeri olmayan bir hamle yapmıştı. Günümüzde Marksizm’le en fazla bağdaştırdığımız fikir de budur.

Liberalizmin sınırlarıyla yüz yüze gelip burjuva toplumuna daha işbirlikçi alternatifler arayan ilk kişi, Marx değildi. Ondan önce gelenler –Henri de Saint Simon, Charles Fourier ve diğer ütopyacı sosyalist düşünürler– bireyselleşmeye ve endüstrileşmeye çare olarak planlı topluluklar yaratmışlardı. Marx’ın Étienne Cabet ve William Weitling gibi bazı çağdaşları, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına dayanan bir komünizmi teşvik etmeye başlamışlardı. Bununla birlikte, bu sosyalist ve komünist toplumsal örgütlenme modelleri, bilimsel uzmanlar ve entelektüeller tarafından tepeden uygulanacaktı. Kurucuları bu modelleri, sınıf çatışmalarıyla yüzleşmek yerine onlardan kaçarak gerçekleştirilecek apolitik kolektif deneyler olarak görüyorlardı.

Marx komünizme ilk etapta felsefe yoluyla, yabancılaşma problemine bir cevap ararken ulaşmıştı. 1844’ün Ekonomik ve Felsefik Yazmaları’nda özel mülkiyeti aşmanın “insanın sosyal bir varlık olarak özüne dönmesinin” koşulu olduğunu öne sürmüştü. Komünizm, bireylerin insan ve doğayla ilişkilerinde özgür ve dolu gelişimine imkan verecektir. Marx şunu savunmuştu: Komünizm “tarih bilmecesinin çözümüdür ve kendisini bu çözüm olarak bilir.”

“Marx komünizme ilk etapta felsefe yoluyla, yabancılaşma problemine bir cevap ararken ulaşmıştı.”

Aynı yılın ilk aylarında Marx, komünist idealleri gerçekleştirme yolunda proletaryanın devrimci rolüne ilk kez göndermede bulunmuştu. İşçi sınıfını, bağlı olduğu “radikal zincirleri” sayesinde evrensel bir güç olarak hareket edebilecek o sınıfı, kurtuluşun kolektif öznesi olarak tanımlayarak ütopyacı sosyalistlerin ötesine geçmeye başlamıştı. Proletarya, giriştiği mücadelelerle sosyal sınıfları kesin olarak ortadan kaldıracak sınıftı. Marx insanlığın yabancılaşmanın üstesinden gelmesine öncülük edecek sosyal güçleri araştırdığı çalışmasını şöyle sonuçlandırmıştı: “Bu kurtuluşun beyni felsefe, kalbi iste proletaryadır.”

Gelgelelim, Michael Löwy’nin de gösterdiği gibi, Marx’ın devrimin beyni ve kalbi arasında yaptığı ayrım felsefeye hâlâ ayrıcalıklı bir pozisyon tanıyordu. Marx’ın “teori kitleleri kavrar kavramaz maddi bir güce dönüşecektir” şeklindeki iddiasında da açıkça görüldüğü gibi, öncelikli rolü teoriye ve onu destekleyici rolü ise işçi sınıfına atfetmişti Marx henüz işçi sınıfını kurtuluşun aktif öznesi olarak değil, teorik fikirlerin bir aracı olarak görüyordu.

Silezyalı dokumacıların 1844 yazındaki kitlesel isyanı Marx’ın düşüncesini değiştirmişti. Paris’e geldikten sonra Fransız işçilerinin yükselen militanlığını hâlihazırda gözlemlemiş bulunuyordu ama Silezya isyanı Prusya proletaryasının ilk büyük isyanıydı. Bu dokumacılar hızla vasıfsızlaştırılıp mülksüzleştirilen kırsal kesimdeki ev işçileriydi. 4 Haziran 1844’te binlercesi bir araya gelip kalfaların malikânelerine yürüdüler; bazıları içeri girip camı çerçeveyi indirmişti. Ordu çağırılıp kalabalığa derhâl ateş ederek 11 isyancıyı öldürmüştü.

Buna bir cevap olarak Marx’ın Deutch-Französische Jahrbücher’deki editörü Arnold Ruge, dokumacıların isyanını “politik ruhu olmayan” olgunlaşmamış bir “sosyal devrim” olarak yadsımıştı. Marx derhâl Ruge ile bütün ilişkisini sonlandıran ve işçi sınıfının devrimci failliğini onayladığı çok öfkeli bir yanıt kaleme almıştı. Marx sosyalizmi yalnızca bir teori olarak değil, aynı zamanda bir praksis meselesi olarak tahayyül edip “sosyalizmin  kurtuluşunun gerçek aracını yalnızca proletaryada keşfedebileceğinde” ısrar etmişti. Ruge’nin sözlerini ters çeviren Marx, sosyal ruha sahip politik bir devrim çağrısında bulunmuştu. Evrensellik iddialarına rağmen liberal devrim sığ bir ruh taşıyorken, diye yazmıştı Marx, Silezya isyanı ise “insanlık dışı kılınmış bir hayata karşı insani bir protesto”nun evrensel ruhu taşıyordu.

Marx, tarihsel materyalist bir yöntem geliştirmek ve ekonomi politiğin eleştirisine dalmak için birkaç entelektüel adım atarak yoluna devam edecekti. Yine de, 1844’ün sonlarında, Marx’ın doğru devrimci teori ve praksis diyalektiği, takip eden yılda kaleme alınacak Feuerbach Üzerine Tezler’de kısaca formüle edilip sağlam bir biçimde yerli yerine oturtulmuştu. Özgürlük aşkıyla yola koyulan ve sınıflara bölünmüş bir toplumda liberalizmin sınırlılıklarıyla yüz yüze gelen Marx’ın yaşantısı, genç insanların nasıl radikalleştiğini anlatan ve bugün pek çok insanın izinden gitmeyi sürdürdüğü bir modeldir.

 

Orijinal Başlık: How Young Karl Marx Got Radicalized
Yazar: Ryan Moore
Türkçeye Çeviren: Yaşar Duğan
Editör: Kadir Gülen