Gizemli devrimci, atipik Marksist, yurtsuz filozof, mistik ve teolog bir Yahudi, eleştirmen, Alman çevirmen, Fransız edebiyatçısı, Avrupa sanat tarihçisi, flanör, koleksiyoncu… Bunlar gibi pek çok kavramsal sıfat Walter Benjamin’in bir kuyruklu yıldız gibi kayıp giden hayatını haritalamaya çalıştı. Bu etiketlerin git gide çoğalması aslında onun sürekli olarak sınıfları ve sınırları aşmış kişiliğini ve eserlerini kategorize etmenin imkansızlığını gösteriyor. Fakat onun bu kuyruklu yıldız gibi “kayışı” her alanda negatif anlamda amatörce bir varoluşun işareti olarak değil, tekil bir stratejik pozisyonun sonucu olarak da okunabilir. Kategorilerden kaçıp onların esaretinden kurtulmak, bir sınıfa, tek bir etikete indirgenemezliğini kanıtlamak için kendini yakalanması zor kılmak; Walter Benjamin’in zihinsel varlığını yöneten ve kendi tutarlılığını yeniden keşfetmesini sağlayan nedenler bunlar. Nazi postalı altında Avrupa’da hayatta kalmaya çalışırken bile kaçma isteğini hiç yitirmemiş, 26 Eylül 1940’ta ise kendi ölümünü seçerek sonunu getirmiştir.
Walter Benjamin söz konusu olduğunda, onun hikâyesini anlatmaya sondan başlamamak güç: Fransa sınırına sadece bir kilometre mesafedeki Katalan köyü Portbou’da intiharı; isimsiz bir toplu mezara gömülmesi; ardından akıbeti bilinmeyen son el yazması… Bu biyografik unsurlar, onun insanlık tarihindeki müstesna yerini daha da özel bir yere taşımış, hatta onu bir efsaneye dönüştürmüştür. Peki Benjamin’in mirası gerçekten keşfedildi mi? “Günümüz entelektüel çevrelerinde yaygın tutum, Walter Benjamin’in düşüncesini hem pohpohlayan hem de dağınık biçimde kullanan bir anlayışa yönelmiş durumda (…) ve bu da risksiz bir düşüncenin umursamaz rahatlığı içinde yapılıyor” diye yazar tarihçi Patrick Boucheron. Dolayısıyla, Walter Benjamin’in eserine gerçekten girebilmek için, öncelikle ona yüklenen bu büyüleyici mitos havasını dağıtmak ve onun geride bıraktığı yazıların ve eylemlerin izini sürmek gerekir.
Berlin’de Çocukluk
Genç Walter, asimile olmuş Yahudi bir burjuva ailesinin çocuğu olarak 1892’de Berlin’de doğdu. Kendisine Alman ismi konulmuş olması da, ailenin asimile olmaya yatkın olmasının bir göstergesi. Kökenlerindeki bu toplumsal ve kültürel ikilik, Walter Benjamin’in yolculuğunun anlaşılmasında büyük rol oynar. Bir yandan onu boğucu şekilde çevreleyen “kültürlü” burjuvazi, diğer yandan Yahudilerin imparatorluk Almanyası burjuvazileri tarafından asimile edilmesi onu isyancı bir kişiliğe sürüklemiştir. 40 yaşına yaklaşırken, ölümünden sonra yayımlanan Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk eserinin ilk kısımlarında bu döneme geri döner. Önsözde yazdığına göre, çocukluk anılarına olan ilgisi kişisel çıkarlarının çok ötesinde. Kitaptaki biyografik unsurlar “arka planda” kalmıştır. Onun şehirli çocukluk fotoğrafları, kişiliğini yansıtmanın ötesinde, “gelecekteki bir tarihsel deneyimin” habercisi olarak saklanmıştır. Kitaptaki çocukluk hikâyesi, tüm Yahudi aydınların yoksulluk ve güvensizlikten oluşan deneyimlerini yansıtmaktadır. Bu anı koleksiyonunun içinde Walter Benjamin’in kökenlerine karşı gösterdiği isyanını açıklayabilecek izler bulmak mümkün: “Çocukluğumda eski Batı’nın ve yeni Batı’nın tutsağıydım. O zamanlar çevremdeki insanlar bu iki mahallede inatçılık ile gururu harmanlayan bir tavırla mesken tutarak oraları kendi kaleleri olarak gördükleri bir getto haline getiriyorlardı.”
1934’te birlikte Paris’e sürüldükleri dönemden tanışıklığı olduğu arkadaşı Hannah Arendt, Walter Benjamin’in “Yahudi sorunu” olarak adlandırdığı şeyin merkezinde yer alan çevreye yönelik bu sert eleştirinin hiçbir şekilde “kendilik nefreti” ifadesi olmadığını belirtir. Tersine, Benjamin’i iğrendiren şey, Yahudi burjuvazisinin toplumsal gerçeklikten kopuk bir yanılsama içinde yaşayış biçimiydi. Daha da önemlisi, onların asimilasyonu abartarak antisemitizm tehlikesini de göz ardı etmeleridir. Berlin’de Çocukluk, dünyadan izole olmuşluk duygusunu, aile hayatının çıkmazlığına hapsedilme durumunu ve tarihin kısa sürede çürüteceği sahte bir güvenlik hissini anlatır: “Başka kimseyi tanımadan, zenginlerin bu mahallesinde kilitli kaldım. Benim yaşımda zengin çocuklar için fakirler sadece dilenciydi.”
Bu noktada Benjamin’in hayatında ve eserlerinde “deneyim” kavramı kendini göstermeye başlar. Deneyim ve Yoksulluk (1933) kitabında, Walter Benjamin bu konudaki gözlemi ve teşhisi üzerinde durur. “Deneyimin seyri düştü.” Peki bu ne demek? Basitçe, burjuva yaşamının zaferinin her şeyi yoksullaştırdığı, gerçek yaşam deneyiminin artık orada ifadesini bulamaması sorunudur bu. Mesela Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkanlar “dilsiz” olarak geri dönüyorlardı. Kendileri artık bir hikâyede birebir yaşamadıkları deneyimin içeriğini aktaramıyorlardı. Aktarım yeteneğinin kaybı, deneyimin kendisi üzerinde de etkilere sahip olmakla birlikte, aktarılamayan kişilerde kalıtım eksikliğine de yol açar. Bu noktada teknolojinin ve kültürün “canavarca yaygınlaşması” da hiçbir şeyi değiştirmez. Tersine, deneyim edilerek hiçbir şey kavranmadığı halde her şeyin mümkün olduğu yanılsamasına yol açar. Bu açıdan Benjamin, ilerlemenin bir felaket olduğu fikrinden de kitabında bahseder. Bu deneyim yoksulluğu maddi yoksullukla aynı değildir. Yeni “barbarlar” konfor içinde yaşadıklarına inanıyorlar: “Her şeyi, ‘kültürü’ ve ‘insanları’ ‘öğüttüler’ ve bundan hem oldukça memnunlar hem de yorgun.” İşte bu yüzden artık deneyimin akılda çağrıştırdı tehlikelerden ve başarısızlıklardan tekrar geçme ihtiyacı hissetmiyorlar.
Başarısız Deneyimlerin Gücü
Walter Benjamin’de çocukluk anılarının anımsanması hiçbir zaman “melankolinin” cazibesine tamamen yenik düşmez. Bilakis, bunun eleştirel bir görevi vardır: Kişide, çocuğun düşsel figürünü ve onun imgelerini çağırarak, onların ortaya çıkmasını engelleyen “meşgul yetişkin”in imgelerini hemen keşfetmesine yardımcı olur. Deneyim ve Yoksulluk, Berlin’de Çocukluk’a eşlik eden ve onu yetiştiren kuşağa meydan okuyan isyankâr bir suçlama olarak okunabilir: Eğer gerçek hazine “mücevheratta” değil, anlatılan ve böylece miras bırakılan deneyimde bulunuyorsa, artık hikâye anlatmayı veya tehlikelerle baş etmeyi bilmediğimizde hayatta yolumuzu nasıl çizeriz?
Aslında Walter Benjamin sosyolojik anlamda bir mirasçıydı. Fakat, ya da belki de tam bu nedenle, sanki hâlâ bulamadığı kayıp bir manevi mirası bekliyormuş gibi duruyor. Çocukluğunda burjuvazinin ona sunduğu sahte güvenlik alanının içinde kalmaktan hiçbir meslekte deneyim kazanmamıştı. Yine de genç Benjamin tehlikeye karşı hiçbir deneyimi ve hazırlığı olmamasına rağmen hayata atıldı. “Eğer gerçekten kendine güvence sağlamak için bir şeyler yapmaya kalksaydı, işte o zaman işler mutlaka ters gidecekti” diye yazar Hannah Arendt onun hakkında, ironik olmayan bir şekilde. Genellikle Walter Benjamin’in beceriksizliği ve talihsizliği üzerinde durulur, hatta Dostoyevski’nin Budala karakteri için yazdığı şu satırlarda onun portresini bulmak bile mümkündür: “Onun hayatı boş yere akıp giderdi ve en iyi anlarında bile çaresiz bir hastanın hayatına benzerdi.”
Lakin Benjamin’in hayatında görebildiğimiz bu “kaybolmuş, yolunu yitirmiş insan” imgesi, zihinde yalnızca bir şefkat duygusu uyandırıyorsa bu yanıltıcı olur. Çünkü aslında, dünyanın “olduğu haliyle” işleyişine karşı duyulan bu radikal yetersizlik hissi ve onun kuşatıcı mutlak umutsuzluğu, Walter Benjamin’in ve yaratıcı gücünün somutlaştırdığı varoluş tipini belirleyen temel duygulardır. Böylesi bir tecrübesizliğin kişisel acılara yol açması da kaçınılmazdı elbette. Ne yazık ki bu dünyada yeni bir ufkun belirmesine neden olacak tek yol da buydu: “Umut yalnızca umutsuzlara verildi” diye bitirir. Benjamin, Goethe üzerine yaptığı incelemeyi. Başka bir deyişle, dünyada umutsuz olması gerekiyordu ki, onun enkazında bir eserin çalışmasını haklı çıkaracak bir şey bulabilsin, “akşam yıldızlarının alacakaranlıkta yükselmesi gibi, (…) ki o geceyi atlatacaktır.” Kayıp mirasın keşfi onu felç etmekten çok, kendi yolunu bulmaya ve deneyimlerini çoğaltmaya zorladı.
Walter Benjamin, henüz öğrenci olduğu 1910’lu yıllarda, çeşitli gençlik hareketlerine katıldı ve ilk siyasi yazılarını polemik yaratacak bir dilde yazdı. Böylece kendisini büyüten burjuvaziyle bağlarını koparmaya başlarken, ailesinin ekonomik olanakları da ona eğitimini sürdürebilmesi için gerekli maddi geliri sağlıyordu. Bu apaçık paradoks aslında dönemin genç Yahudi entelektüel kuşağının paylaştığı ortak bir noktaydı: Hannah Arendt’e göre, oğulların amacı, para kazanmaktan daha yüce hedefler belirleyerek geldikleri kültürden kopmaktı (…) ve babalar da bu isteklerinde onları desteklemeye dünden razıydı.
Walter Benjamin’in, onu akademik bir kariyere taşıması beklenen bu toplumsal yazgıda başarısız olmasının iki temel nedeni vardır. İlki, öğretim üyeliği sınavı başvurusunun defalarca reddedilmesi: İkincisi ise, 1924’te Alman Barok Dramının Kökeni üzerine bir çalışma sunduğunda, ki bu çalışmayı kendi ifadesiyle “hayal edilebilecek en çılgın mozaik teknikte” alıntılar kullanarak yazmıştır, jürinin çalışmayı “okunması son derece güç” bularak reddetmiş olmasıdır. Benjamin bu başarısızlığı aslında kendi mi planlamıştı? Akademik yolun zaten hiçbir şekilde “kendi yolu” olmadığını söylediğini düşünürsek, insan bundan ciddi bir şekilde şüphe ediyor.. Yahudi mistisizmi konusunda uzmanlaşmış bir filozof ve tarihçi olan yakın dostu Gershom Scholem’e, akademik başarıyı “en büyük kâbusu” olarak tanımlamıştı. Sonrasında ise savaşın ardından yaşanan mali kriz ailesini kısmen mahvetti. İnsanın “geçimini sağlamak için çalışmasının” “tarifi olmayan bir şey” olduğunu söyleyen Walter Benjamin, çocukluğunda görmediği yoksulluğu deneyimlemek zorunda kaldı: “Ve yoksulluğun, bana ilk kez düşük ücretli çalışmanın utancı olarak görünmesi, farkındalık açısından büyük bir ilerlemeydi”.
Görüldüğü gibi, Walter Benjamin’in toplumsal başarısızlığı, deneyim edinme açısından verimli olmuştur. Maddi geçim sıkıntısı yaşadığı bu dönemlerde, geçim problemini tersine çevirip, ilgi alanlarının çeşitliliğine özgürlük tanıyan etkinlikleri çoğaltarak yaşamını zenginleştirir. Charles Baudelaire’in Tableaux Parisiens eserinin çevirisini tamamlar, Marcel Proust’un bir eserine başlar, Franz Kafka hakkında yazar, İbranice öğrenmeye başlar, Marksizme ciddi bir ilgi duyar, hatta Hitler’in 1933 kışında iktidara gelmesine kadar yaklaşık yüz radyo programı yapar.
Devrim ile Kurtuluş Arasında
Onun parçalara ayrılmış dağınık hayatında, kurduğu arkadaşlıklar hayatındaki bu parçaları anlamamızda belirleyici bir rol oynar, geriye dönüp baktığımızda onları birleştirmemize yardımcı olurlar. Özellikle arkadaşlarından ikisi, Walter Benjamin’in iç dünyasını saran çatışmanın sembolü haline gelmişlerdir: bir tarafta siyonist Gershom Scholem; diğer tarafta şair ve komünist oyun yazarı Bertolt Brecht. Birisi Benjamin’in içinde Kudüs’e “dönüş” özlemi taşıyan siyonist kişiliğini canlandırırken; diğeri ise Moskova’daki devrimci harekete katılma isteğini körükler.
Gershom Scholem ile tanışması 1915 yazında üniversite kütüphanesinde olmuştur. Bu tanışma, Walter Benjamin’in kitaplarla dolu odasına gittikleri ve tarihsel süreçler üzerine konuştukları bir sohbete evrilmiştir. İkilinin arkadaşlığının doğuşu şüphesiz ki kitaplar ve tarih sohbetleri sayesinde olmuş ve aralarında uzun süreler devam edecek bir yazışma sürecinin de başlangıcı olmuştur. O dönemler Gershom Scholem zaten siyonist hareketlerin bir parçasıydı. Talmud’u tutkuyla incelemeye koyulmuş ve Yahudiliğin özüne, onun tarihsel gelişimine ulaşacak bir araştırma yoluna girmiştir. Walter Benjamin ise o sıralar Yahudi meselelerine çok ilgili olmasına rağmen bilgi eksikliği çekmekteydi. Dolayısıyla bu karşılaşma Benjamin’in hayatında önemli bir rol oynar; Benjamin’in kendi ifadesiyle, Gershom Scholem’in kişiliğinde “canlı bir Yahudilik” vardır. Çocukluğunu geçirdiği bunaltıcı aile atmosferinin aksine, Scholem’in bu canlı Yahudi kanı, Walter Benjamin’i kaybettiği mirasını aramaya yönlendirir. Bu arkadaşlık ve onun etkisi ile, İbranice öğrenmeye başlar ve Filistin’e göçmüş arkadaşını ziyarete gitmeyi düşünür. Ancak her iki uğraşının da devamını getiremez. Çünkü Benjamin, Yahudilerin Filistin’e “dönüşünü” savunan Siyonizmi hakkında eleştirel bir tutuma sahiptir: “Tarım saplantısı, ırkçı ideoloji ve kan bağı zorunluluğu” ideolojileri gibi sebeplerden dolayı bu düşünceden uzaklaşmıştır.
Bu eleştirinin bir diğer sebebi de, Walter Benjamin’in komünizme olan ilgisidir. O dönemlerde Yahudi aydın gençleri arasında, Siyonistler ve komünistler bir rekabet içindeydi. Komünist taraf Siyonistleri “faşist Yahudiler” olarak adlandırmaktan da çekinmiyorlardı. Bu sebeple Bertolt Bercht ile tanışmış olması Walter Benjamin için en az Gershom Scholem ile tanışıklığı kadar değerlidir. Dönüşümsel eyleme dayanan komünist harekete katılımı, onun için çocukluğunun alıkoyduğu bir gerçekliği yeniden sahiplenmesinin bir yoluydu. Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Danimarka’ya sürülmüş olan Bertolt Brecht’e yaptığı birkaç ziyaretin ardından, onda kendi düşünsel konumunu daha da sağlamlaştırmasını sağlayacak bir yoldaş bulmuştu: “Brecht’in düşünce yapısıyla anlaşmam, ideolojik konumumun tamamının en önemli ve stratejik noktalarından birini temsil ediyor.” İkilinin uzun saatler boyunca satranç oynaması da boşuna değildi.
Hikâye Devam Ediyor
Buradan da, Walter Benjamin’in tarih ve kültürün eleştirel felsefesi olarak Marksizme olan direkt ilgisine varıyoruz. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü (Theodor Adorno ve Max Horkheimer etrafında kurulan “Frankfurt Okulu”nun başlangıcı) adına, arkadaşlarının heterodoks Marksizmiyle temasta bulunan düşüncesinin evrimini açıklayan birkaç inceleme yayımlar. Bunlardan en önemlisi 1939 yılında yayımlanan Teknik Olarak Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Eseri isimli eseridir. Bu eserde, sanat eserinin insanda uyandırdığı “aura”ların çöküşünü teşhis eder: Teknikle kolayca yeniden üretilebilir hale gelen yaratım, “mesafesi ne kadar yakın olursa olsun, onu çağrıştıran şeyin tekil bir uzaklık olarak görünmesini ve hissedilmesini” kaybeder. Bu “auralar”, sanat eserinden aldığımız birkaç ögeyi birleştirir: bir eserin tekilliğinden yayılan kutsallık, orijinalin azizliği ve o şeyin içerdiği ve ona sunulan kişinin deneyimine serbest bıraktığı “tarihsel tanıklık”. Ancak teknik üretilebilirlik durumu değiştirir. Yalnızca kopyayla orijinali bozmaz. Daha acı bir şekilde, orijinalin kaybolmasına yol açar, çünkü her kopya “orijinal” hale gelir, tıpkı bir fotoğraf ya da sinematografik baskı gibi. Ancak Walter Benjamin bu konuya karşı ambivalen kalır, kaybolan “aura”ya sadece nostaljik bir şekilde eğilmez. Hatta bunun, eserin içinde bulunduğu krizde potansiyel olarak devrimci bir siyasi yönü tespit ettiğini bile iddia eder: Bu yeni çoğaltılabilir estetik anlayışı, sanat eserini eski geleneğin kültünden kurtararak, onu çoğunluğa ulaşmak amacıyla her yerde yeniden üreterek sergileyebilecek hale gelmiştir – tıpkı bir sinema salonundaki gibi.
Peki Marksistlerin devrim arzusuyla, teolojinin kurtuluş arzusunu nasıl uzlaştırmalı? Kesin olan bir şey varsa, o da Walter Benjamin’in sıradan bir Marksist olmadığıdır: O, ilerlemeye inanmaz; çünkü ilerleme, kendi içinde felaketi de taşır. Yine de, her şeye rağmen ve her türlü umuda karşı sonsuz bir biçimde kurtuluş arzusunda ısrarcı görünür. Bu salınım, onun Tarih Kavramı Üzerine Tezler’ine adanmış literatürde sıkça tartışma konusu olur. Ancak bu sorunu en iyi şekilde takip edebilmek için, doğrudan Walter Benjamin’in eserine yönelmek gerekir. 1930’lu yıllarda, Fransa’da mülteciyken, yeni benimsediği şehir üzerine, yani 19. yüzyılın başkenti Paris hakkında “canavarca” bir kitap projesi üzerinde çalışır. Baudelaire okuru olan flanör Benjamin, Paris pasajlarından büyülenmiş görünür. Camın şeffaflığıyla gökyüzünden ayrılan bu mekânları anlatabilmek için yeni bir kavram üretir: Ona göre bu pasajlar “rüya imgesi gibidir”; “dış cephesi olmayan evler ya da koridorlar” gibidir. Walter Benjamin’in yaşamı ve yapıtları da “dış cephesi olmayan” bu koridorlara benzer. Zihinsel dünyanın bir bulvarından diğerine geçerler ve fırtınalı havalarda, hâlâ gökyüzüne bakmakta ısrar edenlere sığınak sunarlar.
Burjuva Kaderinin Reddi
Berlin’de asimile olmuş burjuva bir Yahudi ailesinde doğan Walter Benjamin, koleksiyonculuk tutkusunu antika ve sanat tüccarı olan babasından alır. Eğitimi ve çeşitli gençlik hareketlerine katılımı, kendisine boğucu gelen çevresine karşı bir başkaldırı geliştirmesine yol açar. Freiburg-im-Breisgau’dan Münih ve Bern’e uzanan eğitim hayatında felsefe, sanat tarihi ve filoloji okur. Frankfurt Okulu’ndan arkadaşları olması dolayısıyla onlar gibi bir akademik kariyere yönelmesi beklenirken, 1924 yılında sunduğu doçentlik tezi jüri tarafından reddedilmesi üzerine akademik kariyerin peşini bırakır. Sabit bir mesleği olmadan, geçimini sürdürebilmek için sipariş üzerine yazılar, çeviriler (Charles Baudelaire, Marcel Proust) ve radyo programları gibi çeşitli işler yaparken parça parça bir külliyat oluşturur. İlgi alanları çeşitlidir (teoloji, marksizm, sanat ve teknik, kent); dostlukları da öyle (Yahudi düşünürü Gershom Scholem, Theodor Adorno, Hannah Arendt, Bertolt Brecht) ve konakladığı şehirler de aynı şekilde (Paris, İbiza, Moskova, Napoli). Bu karmaşık ve zengin hikâyesini, Nazizmden kaçarken, 26 Eylül 1940’ta İspanya’nın Portbou kentinde intihar ederek bitirmiştir.
Bir Sürgünün Son Günleri
15 Haziran 1940’ta, Fransa’nın bozgunu kesinleşir; Hitler’in birlikleri Paris’e girmiştir.
Yaklaşık yedi yıl önce Nazi Almanyası’ndan kaçan Yahudi filozof Walter Benjamin için artık şehirde aylak aylak dolaşma zamanı değildir; canını kurtarması gerekmektedir. Son Lourdes trenine atlar ve Theodor Adorno’ya şu satırları yazar: “Günün birinde, kurtulmayı başaranları saymak zorunda kalacağız diye korkuyorum.” Ama denemeye kararlıdır. Marsilya’ya ulaşır; orada birçok mülteci gibi kurtuluş umuduyla beklemektedir. Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in çabaları sayesinde Amerikan vizesi almayı başarır. Planı, Pirene Dağları’nı geçip Lizbon’a ulaşmak, oradan da ABD’ye gemiyle geçmektir. İki kaçakla birlikte, antifaşist yazar Lisa Fittko’nun yardımıyla Banyuls-sur-Mer – Portbou güzergâhını izler. Bu geçit daha sonra zulüm gören yüzlerce insanın hayatını kurtaracaktır. Rumpissar geçidinin dik yamaçlarında, Benjamin soluk soluğa kalır ama yürümeye devam eder. Lisa Fittko, onun ağır bir evrak çantası taşıdığını fark eder. Benjamin şöyle açıklar: “Bu çantada son el yazmam var; kendi hayatımdan daha önemli.” Portbou sınır karakoluna vardıklarında, Fransız yetkililerden çıkış izni olmayanların ertesi gün sınır dışı edileceğini söyleyen yeni bir genelgenin uygulamaya konduğu haberini alırlar. Sonradan öğrenilecektir ki, bu karar aslında hiçbir zaman yürürlüğe girmemiştir. Ama bu haber Benjamin’in son umutlarını da yıkar. 26 Eylül 1940’ta, yanında taşıdığı morfini yutar. Son sözleri şunlardır: “Çaresiz bir durumdayım, başka çıkışım yok. Son vermekten başka çarem yok.” Portbou’da, Akdeniz’e bakan deniz mezarlığında adına bir anıt mezar vardır, ama –tarihin ironisi– bedeni kimliği belirsizlerle birlikte bir toplu mezarda yatmaktadır. Elinde tuttuğu el yazması ise kaybolmuştur.
İlerleme ve Felaket
Walter Benjamin’in eserlerinin tamamında ilerleme (progrès) eleştirisi belirgin bir şekilde yer alır ve bu eleştiri, Tarih Kavramı Üzerine Tezler’inde doruğa ulaşır.
18. ve 19. yüzyıllarda, tarihe ilişkin egemen düşünce “teleolojik” bir yaklaşımdı: Akıl ve onun tamamlayıcısı olan ilerleme tarafından düzenlendiği varsayılan tarih, insanlığın tamamlanışına doğru, önceden belirlenmiş bir amaca zorunlu biçimde ilerliyor gibi görülürdü. Bu anlayışa Walter Benjamin kesin olarak karşı çıkar: Ona göre tarih, gerilemeleri de içerir; ilerleme, deneyimin yoksullaşması pahasına gerçekleşebileceğinden geleceğe yönelmek tek başına yeterli değildir, çünkü asıl mesele geçmişi kurtarmaktır. Yüzyılın başında bu yaklaşım gerici bulunabilirdi. Ancak Benjamin’in özgünlüğü, bu teşhisi devrimci bir ufukla birleştirmesindedir: Geçmişi kurtarmak gerekir—ama hâlâ yaşayan, yani geleceğin kırıntılarını içinde taşıyan haliyle. Charles Baudelaire üzerine bir metninde şunları yazar: “İlerleme kavramını felaket düşüncesine dayandırmak gerekir. Her şeyin ‘böylece sürüp gitmesi’, işte felaket budur.” İlerleme, hem tarihsel bir güç hem de modern dünyanın bir putu olarak, tüm dikkatimizi kendisine çeker; bu da bizi, enkaz halinde bırakılmış geçmiş deneyimlerden koparır. Felaket, bu tarihsel yaşamla olan bağımızın kopmasıdır –öyle ki, artık bizi bekleyen (ve belki de çoktan başlamış olan) tehlikeleri hissedemez hale geliriz. Ama bu durum bütünüyle çaresiz değildir: “Kurtuluş, sürekli felaketin içindeki küçük bir çatlağa tutunur.” Tarihin her anı, içine girilmesi gereken bir yarıkla işaretlidir. Bu nedenle her çağın temel görevi, geçmişi çok özel bir anlamda kurtarmaktır: Tarih yapmak, onu anlatmak demektir, böylece geçmişte bugünün fırtınasına hâlâ direnen şeyi hatırlamak. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine Tezler’inde şöyle yazar: “Geçmiş, içinde kurtuluşa dair gizli bir işaret taşıyan bir nesne ile yüklüdür. (…) Geçmiş kuşaklarla bizim kuşağımız arasında gizli bir uzlaşma vardır.”
Son: “Tarih Meleği”
Benjamin şöyle yazar: “Paul Klee’nin Angelus Novus adlı bir tablosu, bir şeye dikkatle bakan, sanki ondan uzaklaşmak üzere olan bir meleği tasvir eder. Gözleri faltaşı gibi açıktır, ağzı ve kanatları da açılmıştır. Tarih meleği işte böyle görünmeli. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim olaylar zinciri olarak gördüğümüz şey, ona sadece bir felaket gibi görünür; sürekli olarak yıkıntıları üst üste yığan ve bunları onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, orada kalmak, ölüleri uyandırmak ve paramparça olanı bir araya getirmek isterdi elbet. Ama cennetten bir fırtına kopmuştur ve kanatlarına dolanan bu fırtına öylesine güçlüdür ki melek artık kanatlarını kapatamaz. Fırtına onu karşı koyamayacağı bir güçle geleceğe doğru sürükler; melekse o sırada arkasını dönüp geçmişe bakmayı sürdürür ve önündeki yıkıntı yığını göğe doğru yükselir. Bizim ‘ilerleme’ dediğimiz şey işte bu fırtınadır.”