Fenomenolojinin kristal dünyası
Zemini uzam; çeperi zaman olan fenomenoloji, kurduğu düşünme sistemi içinde, duyumsama ve yönelimsellik dolayımıyla var olanın varlığına yönelik anlam giysileri imal eder. Bu giysiler Descartes’ın yıldız tozundan pelerini için fazla balmumlu; Kant’ın hâkim cübbesiyle karşılaştırıldığında kabul edilemeyecek derecede “gayriresmi”; Nietzsche’nin ateşten gömleği yanındaysa fazla akışkandır.
Fenomenolojinin kristal dünyasında, karşılaşılan her nesne birbirine yönelir; fizik-mekânsal ve zaman-hafızasal duyumsayış yolunu katettikten sonra biricik giysinin imali gerçekleşmiş olur (ancak asla tamamlanmış değil).
Fizik-mekân ve zaman-hafızanın fenomenolojide oynadığı rolü Merleau-Ponty’nin Cezanne tablolarına olan ilgisi yoluyla açıklamak mümkün. Şöyle ki Cezanne’ın tablolarında kasıtlı perspektif bozumları söz konusudur, örneğin aynı masadaki bir bardak ve elma aynı perspektifin açısından resmedilmez; kimi zaman farklı nesneler için farklı perspektifler bir tabloda aynı anda kullanılırken kimi zaman kasti orantısızlıklar söz konusu olur. Merleau-Ponty bu durumu, Cezanne’ın nesnelerin asla sabit bir şekilde duyumsanamayacağının farkında olmasına yorar. Çünkü ya duyumsanacağı fiziksel koşulların değişiminden ya yöneldiği hafızanın farklılığından ya da her ikisinden de kaynaklı olarak nesnenin özü değişim-dönüşüm-başkalaşım potansiyelidir:1Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, çev. Ömer Aygün, Metis Yayınları, s. 30-31.
Nesnelerle ilişkimiz mesafeli değildir, her nesne vücudumuza ve yaşamımıza seslenir, insan özelliklerine bürünür (uysal olur, tatlı olur, düşmanca olur, bize karşı koyar…) tersi de geçerlidir, bu nesneler sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz davranışların simgeleri gibi yaşarlar içimizde… Ressam şeylerin “haresini” yansıtmalı derken Cezanne’ın demek istediği budur.
Merleau-Ponty’den alıntıladığım bu sözler, fizik-mekân ve zaman-hafızanın epistemik karşılığını kabaca ilişkilenme üzerinden açıklarken Spinoza benzeri bir etik kurma kaygısı içinde değildir. Aksine, herhangi bir standardizasyonu kapı dışı etmekle başlar işe. Tıpkı Cezanne’ın perspektifinin standardizasyonu aştığı gibi; yaşamı fenomenolojik duyumsamak isteyen kişi de edindiği değerlendirme paternlerinin standardından kurtulmalıdır. Öte yandan standardizasyonu aşmanın kabaca solipsizm anlamına gelmediğini de hatırlatmakta yarar var. Çünkü burada akıl ve akıldışı arasında hiyerarşik bir yapıya başvurulmaz. Zaman ve uzam içinde yer alan nesneler, akıl sahibinin gelip “anlayacağını anladığı” bir merci değil; karşılıklı bir ilişkilenme dolayımıyla duyan kulaklara “söyleyecek sözü olan” bir yapıdadır.
O halde söyleyebiliriz ki Descartes’ın meditasyonlarına “şekli bir benzerlikle” (içerik olarak benzediğini düşünmek korkunç bir hata olur); fenomenolojide varlık, varlığın duyumsanışı ve deneyimi üzerine etüt etmeyi, yoğunlaşmayı gereksinen temel bir eğilim, bir yönelim söz konusudur, ki yaşam, Nietzsche’nin yakarışından azade kılınabilsin: “Ben bu kulaklara göre ağız değilim.”2Nietzsche, İşte Böyle Dedi Zerdüşt, Pinhan Yayınları.
Gedik
İtiraf etmek gerekirse fenomenolojiyle ilk tanışıklık yıllarımda, teknoloji felsefesinin fenomonolojiyle ilişkisini anlamakta hayli zorlanmıştım. Fenomenoloji karşından “yav bu teknoloji size ne etti?” diyesim gelirdi. Ancak anlamanın vazgeçilmez koşulu olan yoğunlaşma etütlerim neticesinde, artık söyleyebilirim ki; kısaca “dünya” diyebileceğim varlığın fizik-mekân ve zaman-hafızanın deneyiminde, teknolojinin yol açtığı aksaklığın tam da fenomenolojik derdin göğüslemesi gereken bir mesele olduğunu anlayabiliyorum.
Bu bağlamda okumakta olduğunuz yazı, teknolojik deneyimin, var olanın varlık deneyiminde açtığı gedik üzerine yoğunlaşacak. Bu meseleyi temelde kapitalosen çağda teknolojinin insanın varlık düzeniyle ilişkisinde yol açtığı zaiyatı, fizik-mekân ve zaman-hafıza özelinde anlamaya çalışarak çözümlemeye çalışacağım.
Çıkmazlar: zaman deneyimi
Helene L’heuillet, detektif titizliğiyle zaman deneyiminin nasıl ve neden ortadan kaldırıldığının izini sürdüğü Zaman Nereye Gitti alt başlıklı Gecikmeye Övgü kitabında şöyle söyler: “Çağımızın kabalığı başkasının zamanını hesaba katmamak ve ötekinin zamansal farklılığına gözünü kapatmaktır.”
L’heuillet’in incelemesine fenomenolojik duyumsayış hassasiyetini uygulayarak bahsedilen kabalığı iki boyutuyla incelemek istiyorum: kapitalosen çağda “dikkat ekonomisi” ve fizik-mekândan koparılıp standardizasyona mağlup olmuş, biricik zaman. Marx’ın kapitalist ekonomide işçinin zaman ve emeğinin sermayeye dönüştürüldüğünü ifşasından 150 yıl kadar sonra Matthew Crawford, teknoloji çağında dünya nüfusunun tamamının “işçileştiğini” haber verdiği “dikkat ekonomisi” teorisiyle dikkat süresini ekonomik değeri üzerinden formüle eder.
Bu yeni dünyada emtianın kazancı dikkat süresince belirlenir; medya sahiplerine, fenomenlerine ödediğimiz parayla değil, geçirdiğimiz zamanla ödeme yapar; emeğimizle değil, zamanımızla hizmet ederiz. Bu demektir ki hizmet verilen şapkası altında aslında hizmet ederiz. Zaman, darphaneden çıkma sermaye kaynağına dönüşmüştür.
Daha fenası, Marksist ütopyanın balık tutan, spor yapan, düşünen insanları olmanın yolunun da artık aynı işçileşme sürecinden geçiyor olması; balık tutma deneyimi için oluşturulmuş kompleksler, spor salonları, felsefe kulüpleriyle sanal medyalarda harcanan zaman yoluyla karşılaşırız. Zamanımızı verdiğimiz ölçüde başka zamanlar kazanır; kazandığımız ölçüde biricikliğimizi yitiririz. Çünkü fenomenolojinin salık verdiği standardizasyon aşımı, algoritma vasıtasıyla imkanını yitirir ve benzer içeriklere benzer reflekslerle karşılık vermeye başlarız.
Çıkmazlar: mekân deneyimi
Gelelim birbirini besleyen, birbirine dönüşen iki boyuttan diğeri olarak işaret ettiğim biricik zamanın fizik-mekândan koparılıp silikleşmeye tabii oluşuna.
Geçenlerde, X’te “Ulaşılmama Hakkı” başlıklı bir flood okudum. Kullanıcı, kabaca, gelen arama ve mesajlara hemen dönmek zorunda olmadığımız, ulaşılmama hakkımız olduğuna yönelik bir uyarı ve sitem dile getiriyordu. Bunun karşısında, yine geçenlerde bir kafede kulak misafiri olduğum sohbette sevgilisinden ayrılmayı düşünen kişi; “Telefonu açamayacak olmak da nesi!” siteminde bulunuyordu.
Tuhaf olan şu ki yemek masasında sohbet edildiği esnada, mesajlaşan arkadaşının odak kaybına öfkelenen “ulaşımcı insan” aynı zamanda bir başka masada sohbet ettiği için mesajına karşılık vermeyen arkadaşına da öfkeleniyor.
Sizce de kalabalık içinde yalnız, yalnızken kalabalık olma imkânı var olma deneyiminde sinsi bir karmaşaya sebep olmuyor mu?
Belirli bir mekânda geçirilen biricik zaman, sanalın nüfusuyla duyularımızın keskinliğini köreltiyor ve odaklanmakla sağlanabilecek derinlik deneyimini imkânsız hale getiriyor. Çünkü haddinden fazla veriyle meşgul “ulaşımcı insana” fizik-mekânın nesneleri seslerini ancak ortalama bir şekilde duyurabiliyor; zaman-hafıza biriciklikten azade deneyimleniyor.
Fizik-mekân ile kurulan biricik ilişkilenmenin mahiyetini anlayabilmek adına, bengi dönüş fikrinin gezgin filozof Nietzsche’ye neden ille de Sils Maria’da Silvaplana gölü kenarındaki “o” kaya parçasının üzerinde geldiğini sormak yararlı olacaktır.
***
İçinde bulunduğumuz mekânın fiziksel sınırlarını aşan sanal dünya ve ulaşım araçları vasıtasıyla gerçeklik deneyimimizi genişlettiğimizi düşünebiliriz pekâlâ. Nihayetinde artık var olma deneyimim fiziksel koşulların sınırlarında hapsolmak zorunda değil, kilometrelerce öteden ses ve görüntülerle ilişki kurabilir; sadece görme ve işitme duyularım vasıtasıyla dokunma, tatma ve koklama duyularımın mekân engelini ortadan kaldırıp, yeni deneyimlere açılabilirim.
Teknolojik iletişim araçlarının yaşamlarımıza olumlu etkilerinin olmadığını söylemek mümkün değil ama teknolojinin topyekûn kazanım sağladığını düşünmek de hata olacaktır. Sağladığı açılımları, neleri aşındırmak pahasına gerçekleştirdiğini sorgulamak zorundayız.
Sentetik yaşam
Fizik-mekânın aşınmasının, duyularımızın kapsamını daralttığını söylemekle başlayabilirim. Nietzsche’nin Hristiyanlık eleştirisinde sıklıkla kullandığı tinselliğin tenselliğe öncelenmesi eleştirisini bu çağda biz de pekâlâ teknoloji için kullanabiliriz. Teknolojik tinin tenselliğimizin önüne geçtiğinin bir örneği olarak güzel bir manzara karşısında değişen reflekslerimizi verebiliriz: manzaranın “tadını çıkarmanın” yerini iyi ışık ve konumlanmayla elde edilecek bir foto-kare yakalamaya bırakması. Fotoğrafa sığmayan toprak kokusu, kuş cıvıltısı ya da rüzgârın tenimizde bıraktığı hisse duyarsızlaşmanın neticesi olarak doğayla aramızda açılan boşluk ne yazık ki yine sermayedarlar tarafından, bankamatiklerde fiş almadığımız takdirde adımıza dikileceği söylenen fidanla “dolduruluyor”.
Buradan hareketle eşya, doğa ve insanla ilişkimiz giderek sentetikleşirken, var olma deneyiminin modern bürokrasinin çanak tuttuğu kapitalist çarkın dişlileri arasına sıkıştırdığı gerçeğiyle devam edelim. Derdin de dermanın da bu çarkın cilveleri olarak karşılık bulduğu söylenebilir.
Çorak Ülke: havanda su dövmek
Semptomatik Batı tıbbının bedenin iletişim mekanizmasını baskılama suretiyle uyuşturmasına benzer şekilde bireysel ve toplumsal arızalar da zincirleme bir bağımlılık döngüsüyle yaşama bağlar insanı. Çalışma yaşamanın kişide yol açtığı fiziksel deformasyon GYM ve Yoga atölyelerinde; psikolojik deformasyon ise psikolojik destekle giderilmelidir; bu servislerin pahasını ödemeye devam edebilmek içinse “çalışmak”.
Çok fazla reels izlemekten suçluluk duyuyor ve dikkat sürenizin azaldığını mı düşünüyorsunuz? O halde sizin için müthiş bir çözümümüz var: Her gün 100 sayfa okuyabilmeyi sağlayan rutin videosuyla karşınızdayız!
Yaratıcı Mitoloji’de Campbell, TS Eliot’un Çorak Ülke şiirine yönelik analizini şöyle neticelendiriyor: “Öyleyse Çorak Ülke nedir? Mitosun otorite tarafından biçimlendirildiği, yaşamın kendisinden çıkmadığı ülkedir.” Yaşamı iyileştirecek, derde derman olacak çözüm mitosu, sermayenin dertle çoğaldığı bu çağda, bizi dert sahibi yapanların kaleminden çıkıyorsa, her birimiz birer çorak ülke’yiz.
Sözlerimi, Heidegger’e katıldığı tek televizyon programında yöneltilen “Neden düşüncelerinizi radyo ve televizyon gibi modern medya aracılığıyla insanlarla paylaşmıyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıtla bitireyim:3https://www.youtube.com/watch?v=9B_aRL0UPj4&t=375s
Düşüncede “görmek” ancak uzun süren uygulama ve alıştırma ile sağlanmış olur. Bu düşünce şekli, ilk başta çok az kişiye anlaşılır gelir. Ancak farklı eğitim yöntemleri ile başkalarına iletilebilir. Bir örnek vereyim. Bugün herkes onu yöneten fiziksel yasaları ve gerekli yöntemleri anlamadan ve bunları araştırmadan bir radyo veya televizyonu nasıl kullanacağını bilir…. Bu yasalar yalnızca beş altı fizikçi tarafından anlaşılır. İşte düşünce böyle işler. İlk başta bu düşünce sadece birkaç kişiye öğretilebilecek şekilde zordur. Bu bizi, o insanların olağanüstü olduğu yanılgısına götürebilir. Ancak işin aslı, düşünen insan olduktan sonra her insan bu düşünceyi özümseyebilir. Ancak bugünkü eğitim sistemimize ve tarihimize göre çok az insan bu düşüncenin gereğini yerine getirecektir.
[1] Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, çev. Ömer Aygün, Metis Yayınları, s. 30-31.
[2] Nietzsche, İşte Böyle Dedi Zerdüşt, Pinhan Yayınları.
[3] https://www.youtube.com/watch?v=9B_aRL0UPj4&t=375s