Atina’da ortaya çıkmış olsa bile, demokrasi kavramı mekâna ya da zamana bağlı değildir. Demokrasi, farklı yerlerde çok farklı maddi koşullar altında gerçekleşen bir yapıyı tanımlamaktadır. Demokrasiyi çoğunluğun yönetimini yansıtan bir oylama sistemi olarak kavrayabiliriz. Aynı zamanda uygun yorumlamalarla özgürlüğe ve eşitliğe değer veren bir kültür olarak da kavrayabiliriz. Hem bir oylama sistemi olarak demokrasi hem de bir ideoloji (yani kültür) olarak demokrasi geniş bir uygulama alanına sahiptir. Demokrasi, çok farklı tarihlere ve sosyal koşullara sahip ülkelerde halkın desteğini kazanmıştır. Belli bir topluluğa cazip gelmesi yalnızca tarihsel olarak nevi şahsına münhasır sosyal yapıların varlığına bağlı değildir; bağlıysa bile bunlar birbirinden uzak toplumlar tarafından paylaşılan çok yaygın sosyal yapılardır.
Peki ya liberalizm, sosyalizm, komünizm ve kapitalizm gibi kavramlar? Daha yakın tarihlere köklenen bu kavramlar demokrasiden daha spesifiktir. Bu kavramların, yeşerdikleri toprakların toplumsal yapısını yansıtan bir izahata sahip olma imkânına dikkat etmek gerekir. Léopold Sédar Senghor’un klasikleşmiş “The African Road to Socialism: Attempt at a Definition” makalesinin amacı, Afrika ülkelerinde uygulanabilecek bir sosyalizmi formüle etmektir. Senghor’a göre bu tasarının önündeki engel, sosyalist düşüncenin kavram ve araçlarının büyük kısmının Avrupa’daki tarihsel bağlama özgü varsayımlar içermesidir. Örneğin Marx’ın diyalektik materyalizm kavramını ele alalım. Diyalektik materyalizmin tüm toplumların -Afrika toplumlarında mevcut olmayan- bir yapıya sahip olduğu varsayımına dayandığını ileri süren Senghor, bu kavramsallaştırmanın Afrika toplumlarını “bütünlüklü olarak yorumlamak” için kullanılamayacağını savunur. (Örneğin, Senghor birçok Afrika toplumunun sınıfsız olduğunu savunur).
Ancak Senghor sosyalizm kavramı konusunda kötümser değildir. Zira ona göre tarif edilmesi önem taşıyan bir sosyalizm kavramı vardır ve bu kavram Afrika ülkeleri için de geçerli olabilecek bir evrenselliğe sahiptir. Ancak tarihsel olarak koşullara bağlı varsayımların yarattığı sorunlar nedeniyle, orijinal kavramın tadil edilmesi gerekebileceğini de kabul etmektedir.
Peki ya faşizm? Bütünüyle tarihi mesken tutmuş bir anlama mı sahiptir?1Kaynak metinde “historically located” olarak geçen bu ifadeyi, makalenin de temel savını gözeterek, “ancak tarihin belli bir anında bulunan veya yer tutmuş olan” bağlamında “tarihi mesken tutmuş” veya “tarihte kain” şeklinde Türkçeleştirmeyi uygun gördük. (Ed.) Diyalektik materyalizm kavramı hakkında Senghor, “tarih ve coğrafyanın ürünüdür; 19. yüzyılda ve Batı Avrupa’da doğmuştur” diye yazar. Ona göre bu kavram halihazırda geçerliliğini yitirmiştir ve artık “19. yüzyılın değil 20. yüzyılın gerçekliklerine nüfuz etmek isteyenler” tarafından kullanılmamaktadır. Faşizm de bu türden bir kavram mıdır? Eğer öyleyse, artık 21. yüzyıl gerçeklerine nüfuz etmek için kullanılmamalıdır, çünkü onu sosyal teoride bir yorumlama aracı olarak kullanışlı kılan topluma ilişkin varsayımlar artık doğru olmayacaktır. Şayet böyleyse, faşizm sadece tarihsel bir yorumlama aracı olarak kullanışlıdır.
İkinci bir olasılık ise faşizmin Senghor’un sosyalizm anlayışına benzediğidir: Tamamen göz ardı edilemeyecek kadar kullanışlı bir kavramdır, ancak zaman içinde tadil edilmesi gerekir. Bu durumda, “faşizm değil modern faşizm” gibi bir yaklaşımdan söz edilebilir.
Son olarak, faşizm demokrasi gibi bir kavram da olabilir: Tarih dışı bir öze sahip olup, toplumsal yapısı ve sorunları bakımından oldukça keskin farklılıklar gösteren ülkelerde kök salabilen bir model olarak öne çıkarılabilir ve tanımlanabilir.
Senghor’un diyalektik materyalizm hakkındaki görüşü, faşizm kavramı hakkında genellikle zımnen de olsa yaygın bir varsayımdır. Faşizm genellikle günümüzde pek bir işe yaramayan, bütünüyle tarihi mesken tutmuş bir kavram olarak ele alınmaktadır. Bu görüş, çağdaş “faşizm” suçlamalarını absürt, en hafif deyimiyle akıl almaz derecede mantıksız ve abartılı olarak değerlendirmeyi haklı çıkaracak bir sonuç doğurur. Böyle bir tepki ancak faşizmin tarihte kain bir kavram olduğu varsayımıyla haklı görülebilir. Eğer faşist ideoloji farklı ülkelerde farklı zamanlarda çok geniş bir çekiciliğe sahipse, o zaman kişinin kendi ülkesinin bundan muaf olduğunu düşünmesi için özel bir gerekçeye ihtiyacı vardır. Bu tür özel gerekçeler olmaksızın faşizm olasılığını reddeden biri, faşizmi tarihsel; tamamen tarihi mesken tutmuş bir kavram olarak ele alıyor demektir.
How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler]2Türkçe çevirisi için bkz. Jason Stanley, Faşizm Nasıl İşler, çev. Ertuğrul Uzun, FOL Kitap, 2023. (Çev.) kitabımda, faşizm kavramının birbirinden oldukça farklı toplumlar için oldukça geniş bir yorumlama alanına sahip olduğunu savunuyorum. Şayet haklıysam, faşizm Senghor’un “bütünüyle tarihi mesken tutmuş” kavramlarından biri değildir. Amacım faşizm kavramını tarih disiplininden kurtarmak ve onun siyaset ve toplum felsefesindeki merkezî konumunu öne çıkarmak.
Böyle bir kurtarış aslında bir geri dönüş anlamına gelecektir; Theodore Adorno ve Hannah Arendt gibi en önemli faşizm kuramcılarından bazıları filozoftu. Faşizm kavramını felsefe açısından kurtarmak için faşizmin felsefi kavramlara özgü evrensel bir öneme ve merkezî bir role sahip olduğunu savunmak gerekir. Yerel tarihsel bağlamlardan soyutlanarak anlaşılabilir bir yapıya sahip olmalı ve birbirinden önemli ölçüde farklılık gösteren yerlerde açıklayıcılık bakımından faydalı olabilmelidir. Ancak bu durumda, çok farklı koşullarda ortaya çıkabilecek kültür tipleri hakkındaki felsefi tartışmalara dahil edilmesi gerektiği ileri sürülebilir. Bununla beraber faşizm tarihte kain bir kavramsa, o zaman onunla yüzleşmeyi dert etmenize gerek yoktur. Zira böyleyse faşizm yeniden ortaya çıkamaz ve son on yıllarda siyaset felsefecileri onu görmezden gelmekte haklıdır.
Şayet haklıysam, faşizmin tarihi mesken tutmuş bir kavram olduğu görüşü sadece yanlış değil, tehlikeli bir şekilde yanlıştır. Eğer faşizm evrensel bir cazibeye sahip tehlikeli bir ideolojiyi tanımlıyorsa, onu geçmişteki belirli tarihsel koşulların bir eseri olarak göstermek gerçek bir tehlikeyi maskelemektedir. Felsefe, faşizmi felsefi açıdan ele almayarak, faşizmin bir risk olmadığı görüşüne itibar kazandırmaktadır. Faşizm Nasıl İşler, siyaset felsefesi düşüncesinin yeniden gözden geçirilmesi ve filozofların faşizm üzerine çalışması gerektiği konusunun yeniden tartışmaya açılması için bir vesiledir.
Peki faşizmin tarihte kain bir kavram olmadığı ne malum? Son yıllarda, dünya genelinde, otoriter eğilimleri olan bir lidere destek sağlamak için aşırı milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve diğer şiddetli ırkçılık türlerini benimseyen bir siyaset biçimi türedi:
- Bu siyaseti tatbik edenler sert bir ataerkil tavır sergiliyorlar.
- Medyayı, kültür üreticilerini ve araştırmacıları gizli sol ajandalara sahip yozlaşmış yalancılar olmakla suçluyorlar.
- Ülkelerinin bir zamanlar diğer uluslar karşısında yüce bir konumdayken, zayıflık olarak alaya aldıkları veya ihanet olarak kara çaldıkları liberalizmin benimsenmesi sonucunda küçük düşürüldüklerini iddia ediyorlar.
- Liberal elitlerin göç kanunlarını yumuşatarak göçmenlerin ülkeye akın etmesine ve ülkeyi mahvetmesine izin verdiği veya izin vermekle tehdit ettiğini söylüyorlar.
- Liberal idealler maskesi altındaki zayıflığın, uluslararası düzeyde ülkelerinin küçük düşmeye yol açtığını savunuyorlar.
- Üniversitelerde ve okullarda yayılan Marksizm, sosyalizm ve toplumsal cinsiyet ideolojisinin, ulusları için ölümcül tehditler olduğunu söylüyorlar.
- Orduyu, idealleri benimsenmesi ve liderlerine siyasi güç verilmesi gereken kutsal bir kurum olarak ele alıyorlar.
- İktidara geldiklerinde tek partili bir devlet yaratmaya çalışıyor ve demokratik devletin çok partili yapısı yerine bu partiye sadakat talep ediyorlar.
- Nihayet bu siyasi kültürün ortaya çıkışı, hakikat dediğimiz şeyin siyasi açıdan öneminde gözle görülür bir azalma ile taçlanır.
Az evvel tanımladığım türden siyasetin önemi ve gücü artmıştır. Macaristan, Polonya, Rusya, Hindistan, İsrail, Brezilya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri buna net örneklerdir; bu karaktere sahip siyasi partiler Fransa, Almanya ve başka yerlerde de çeşitli derecelerde seçim başarısı elde etmişlerdir. Bu ideoloji, Birleşik Krallık’ta göç histerisine hitap eden Brexit’in arkasındaki güçlerden biriydi.
Burada çeşitli sosyal ve tarihsel koşullar altında ortak bir ideolojinin ortaya çıktığını ve geniş bir destek kazandığını görüyoruz; bu da çok farklı maddi koşulların bu ideolojinin mesajlarına kulak verilmesine yol açabileceğini gösteriyor. Şu anda siyasal durum hakkında yazan ve tartışan çoğu kişi, pek çok açıdan farklılık gösteren ülkelerde şaşırtıcı bir destek bulan temel olarak tek tip bir ideolojik yapının var olduğu konusunda hemfikir olmakla kalmıyor, aynı zamanda bunu varsayıyor gibi görünüyor. Kısacası, ortak bir olgu üzerinde mutabakat var. Ancak analistler kelime dağarcığı konusunda benzer bir mutabakata varmakta zorlanıyor. Bu yaygın ideoloji “sağ (kanat) otoriteryanizm” midir? Milliyetçilik mi, yoksa sağ kanat popülizmi mi? Faşizm Nasıl İşler kitabımda, ihtiyacımız olan doğru terimin faşizm olduğunu savunuyorum. Şayet öyleyse, o hâlde faşizm tarihi mesken tutmuş bir kavram değildir.
Eğer “faşizm” doğru kelime değilse, doğru kelime nedir? Bu ideolojinin taraftarları için faşizmin cazibelerinden biri, güçlü lider figürüdür: kararları demokrasi, tartışma ve müzakere mekanizmalarının süzgecinden geçmeyecek; aksine güç, irade hatta zalimlikle dayatılacak güçlü bir lider vaadi. Başka bir deyişle, bu ideoloji bir otoriterlik ögesi içermektedir. Ancak otoriterlik, bu ideolojinin yapısını ya da çekiciliğini açıklamak adına pek bir şey yapmıyor. Çin otoriter bir devlet. Yine de liderleri, listelediğim ülkelerde yayılanlardan çok farklı bir ideolojiye sahip gibi görünüyor. Örneğin Çinli liderler ülkeye gelen göçmenlerin tecavüz ve çete şiddeti dalgasına yol açacağı minvalinde bir panik dalgası yaratmıyor. Benzer şekilde, Singapur otoriter bir devlet. Bu otoriterlik biçimleriyle ilişkilendirilen söylem, dünya genelinde yaygınlık kazandığını gördüğümüz aşırı sağ milliyetçi hareketlerle ilişkilendirilen söylemden tamamen farklıdır. Küba’nın otoriter liderlerinin söylemleri ve ideolojileri bile gözle görülür şekilde farklıdır: Liderleri eşitlik idealini övmektedir. Otoriterliğin, çağdaş hareketler arasındaki ideolojiyi, hatta taraftar toplamada başat rol oynayan özelliği belirlemede pek de iş görmediğini göstermek için örnekleri çoğaltmak mümkün. Otoriterliğin farklı türleri vardır. Mevcut sosyal ve siyasi gerçekliği tanımlamak için ihtiyacımız olan şey, bugün pek çok ülkede başarısını kanıtlayan anti-demokratik milliyetçi söylemin belirli bir biçiminin cazibesini açıklayan daha dar bir kavramdır.
Belki de otoriteryanizme bir sıfat eklemeliyiz. O zaman “sağ otoriteryanizm” istediğimiz açıklayıcılık işlevini yerine getirecek mi? Sorunlardan biri, “sağ” ifadesinin, en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde, çok farklı ideolojileri kapsayacak şekilde ele alınmasıdır. Ekonomik liberteryen ve sosyal muhafazakârların her biri kendilerini sağcı olarak görebilir, ama çok farklı nedenlerle. İktidar partisinin otoriter eğilimlere sahip olduğu ve geleneklere büyük değer verdiği, ancak yine de ulusun tarihinin olumsuz kısımlarıyla yüzleştiği bir ülkeyi hayal etmek de kolay. Böyle bir ülke, örneğin, dışlayıcılık veya savaş suçları ile dolu bir tarihi kutlamayan bir kültüre sahip olacaktır. Geleneksel monarşi sağ otoriter bir yapıdır. Ancak monarşi ideolojisi ile faşizm ideolojisi aynı değildir. Hanedanlık ideolojisinin etnik milliyetçiliğe dayanması gerekmez, ki çoğu zaman da dayanmamıştır. Sağ otoriteryanizm; Donald Trump, Jair Bolsonaro, Victor Orban, Vladimir Putin, Bibi Netanyahu ve benzeri siyasetçilerin ideolojisi olarak karşımıza çıkan şey için iyi bir isim değildir. Sağ otoriteryanizm illaki şiddet ve tahakkümün kutsanmasını içermek zorunda değildir; ancak söylemlerinde gördüğümüz üzere, tanımlamaya çalıştığımız ideoloji bunu yapmaktadır. Donald Trump, başkan adayıyken işkence uygulamalarını defalarca övdü ve işkenceyi geri getirmekle kalmayıp yaygınlaştırma sözü verdi. Polis memurlarına yaptığı konuşmada, onları daha gelişigüzel şiddet uygulamaları konusunda teşvik etti. Jair Bolsonaro, şüphelenilen suçluların yargısız infazına izin vereceği sözünü verdi. Belki de en önemlisi, sağ otoriteryanizmin aşırı milliyetçiliğe dayanması gerekmiyor. Bununla birlikte, pek çok analistin de tanımlamaya çalıştığı genel siyasi hareketler kategorisine giren Putin, Netanyahu, Trump, Bolsonaro, Modi ve diğer liderlerin söylemlerinin ve ideolojilerinin özünde milliyetçilik yatmaktadır.
O halde neden milliyetçilik kavramı listelediğim ülkelerdeki mevcut dalganın temelinde yatan ortak sosyal ve siyasi ideoloji için doğru bir tanım değil? Bu soruyu Faşizm Nasıl İşler‘in altıncı bölümünde ayrıntılı şekilde ele aldım ve yanıtladım. Milliyetçiliğin ihtiyacımız olan kavram olmadığını savunuyorum çünkü milliyetçi söylem, Victor Orban, Vladimir Putin, Donald Trump, Jair Bolsonaro, Marine Le Pen ve ortak bir ideolojiyi paylaşıyor gibi görünen diğer siyasi liderlerin konuşmalarında rastladığımız ideolojinin bir versiyonu olmasına ihtimal veremeyeceğimiz siyasi hareketlerin merkezinde yer almaktadır. Sömürge karşıtı hareketler muntazaman milliyetçi söyleme başvurarak ülkenin kaynaklarını, kültürel geleneklerini ve dilini sömürge tehdidinden korumaya çalışır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyah milliyetçiliği de milliyetçi ideoloji ve söyleme başvurmaktadır. Bu ideolojiler, çok farklı kökenleri olması nedeniyle birbirlerinden ayrılırlar. Siyah milliyetçiliği ve çeşitli sömürge karşıtı ideolojiler, şiddet yoluyla uygulanan gerçek mağduriyet ve tarihsel ötekileştirmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu hareketlerin nihai amacı baskı ve dışlanmayı sona erdirmektir; nihai hedef eşitliktir. Buna karşılık Macaristan’da, Hindistan’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gördüğümüz milliyetçilik, mağduriyet hissi benzer olmakla birlikte gerçek bir mağduriyet ve ötekileştirme tarihine dayanmayan çoğunluk gruplarının milliyetçiliğidir. Burada söz konusu olan daha çok, ötekileştirilmiş gruplarla eşitlenmeye yaklaşmanın kendileri için kayıp olduğu duygusundan kaynaklanır.
Dolayısıyla tanımlamak için bir kavram aradığımız hareketler için “milliyetçilik” iyi bir seçenek değil. Hindutva Hareketi’nde, Trump’ın söyleminde ve Orban’ın konuşmalarında sadece geleneksel olarak baskın grubun üyelerini içeren bir milliyetçilik biçimine bağlılık görüyoruz. Bu konuşmalarda liderler, egemen grubu, demokratik değerlerdeki küçük iyileştirmelerin -örneğin eşitlik- tarihsel olarak ötekileştirilmiş grupların üyelerine güç vererek geleneksel egemenliklerini riske attığına ikna etmeye çalışmaktadır. Söylemleri, egemen konumlarına yönelik statü tehditleri hakkında -örneğin erkekliklerine yönelik tehditler veya eşlerini ve kızlarını göçmenlerin veya azınlıkların tehditlerinden koruma gibi- akıldışı korkuları körükler. Faşist ideoloji, egemen grubun kahramanca ve bir o kadar da üzücü şekilde takdir edilmeyen çabaları nedeniyle geçmiş yüceliğin yitirilmesine yönelik derin bir keder duygusunun beslenmesiyle gelişir. Sömürge karşıtı milliyetçi hareketler eşitlik arayışındadır. Tanımlamaya çalıştığımız ideolojide eşitlik, ulusun hastalıklarının kaynağı, yüceliğinin kaybı olarak sunulur. Sömürge karşıtı hareketler sıklıkla askeri yöntemleri kullanır; ancak ordunun sömürge karşıtı hareketlerde özel bir sembolik ideolojik rolü olduğu doğru değildir. Sömürge karşıtı hareketler üniversiteleri hedef alıp “toplumsal cinsiyet ideolojisi” ve sol beyin yıkama faaliyetleri konusunda panik yaratmaz. Burada söz konusu olan, liberal ideallerin, bu ideolojinin temel bir değer atfettiği bir şeye, yani bu grubun geleneksel egemen statüsüne karşı ciddi bir tehdit oluşturduğuna ikna olmuş, egemen grubun aşırı milliyetçiliğini barındıran ideolojilerdir. Bu ideolojiye göre, liberalizm bir zamanlar güçlü olan baskın grubun statü kaybına yol açmıştır ve bu grup artık geleneksel açıdan daha az saygı gören grupların üyeleri tarafından kültürel ve fiziksel olarak yok edilme riski altındadır. Aradığımız kavram faşizmdir. Bugün dünya çapında yeniden ortaya çıkması bize faşizmin çok farklı koşullarda gelecekte de cazibesini koruyacak bir ideoloji olduğunu anlatmaktadır. Faşizm tarihi mesken tutmuş bir kavram değildir.
Faşizmin toplumsal bir güç olarak yeniden ortaya çıkabileceği ihtimali göz ardı edilmektedir. Bir felsefe profesörü olarak değerlendirecek olursam, siyaset felsefesi derslerinde bu konunun çok nadiren inceleniyor olması, disiplinimin bir hatayı meşrulaştırma çabası gibi görünmektedir. Felsefede faşizm tamamen tarihsel bir kavram, tarihçilerin alanı olarak ele alınmıştır. Felsefe, faşizm kavramını yeniden özümsemeli, günümüzün ve sonraki nesillerin karşılaşacağı zorluklar için çalışmalarını diri tutmalıdır.3Tartışmalarıyla çeviriye dair önerilerini sunma nezaketini gösteren Ertuğrul Uzun hocamıza teşekkür ederiz. (Ed.)
Notlar
(1) Kaynak metinde “historically located” olarak geçen bu ifadeyi, makalenin de temel savını gözeterek, “ancak tarihin belli bir anında bulunan veya yer tutmuş olan” bağlamında “tarihi mesken tutmuş” veya “tarihte kain” şeklinde Türkçeleştirmeyi uygun gördük. (Ed.)
(2) Türkçe çevirisi için bkz. Jason Stanley, Faşizm Nasıl İşler, çev. Ertuğrul Uzun, FOL Kitap, 2023. (Çev.)
(3) Tartışmalarıyla çeviriye dair önerilerini sunma nezaketini gösteren Ertuğrul Uzun hocamıza teşekkür ederiz. (Ed.)
Orijinal Başlık: The Philosophy of Fascism
Yazar: Jason Stanley
Türkçeye Çeviren: Uğur Şen
Editör: Merve Turgan, Bekir Demir
#Faşizm101 Editörü: Kerim Can Kara
[…] Faşizmin Felsefesi (Jason Stanley – 23.04.2024) […]