28 Mayıs 2025 tarihinde “Eşit işe eşit ücret!” talebiyle başlayan, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı çeşitli şirketlerde çalışan yaklaşık 23 bin işçiyi kapsayan grev; 4 Haziran’da sona erdi. Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin tıkanması üzerine DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası tarafından başlatılan ve toplamda yedi gün süren bu grev, taraflar arasında varılan anlaşma ile ilk altı ay için %30 zam, ikinci altı ay için ise %17 enflasyon farkı ve %2 refah payı üzerinde uzlaşmayla sona erdi.
Hepi toplu bir hafta kadar süren bu greve ilişkin hem sosyal medyada hem de gündelik hayatta verilen tepkiler, grevin kendisinden çok daha fazla ses getirdi, tartışıldı. Kimi hakaretlerin, hatta yer yer fiziki müdahalelerin hedefinde yer aldı. Tüm bu baskılamalara rağmen grev, –göreceli bir yorumla– işçilerin lehine sonuçlandı.
İzmir’deki belediye işçilerinin bu grevi, güncel bir emek mücadelesi olmanın ötesinde, Türkiye’de sınıfsal düşüncenin mevcut krizini görünür kılması açısından da önemlidir. Grev süreci ve sonrasında kamuoyunda oluşan tepkiler, yalnızca grev hakkının nasıl algılandığını değil; aynı zamanda grevin öznesi olan işçilerin kamusal ve kültürel temsillerinin ne denli aşındığını da göstermektedir. Bu bağlamda, İzmir grevi salt bir “olay” olarak değil, bir “belirti” (symptom) olarak ele alınırsa; Türkiye’de sınıf düşüncesinin ideolojik, kültürel ve siyasal düzlemde nasıl aşındığını, teorik bir çerçevede de tartışmaya açmalıdır.
Yengeç Sepeti
Belediye işçilerinin bu grevi, Türkiye’de grev hakkının değil, grev yapanın meşruiyetinin tartışıldığı bir toplumsal kırılma anıdır. Gündemi belirleyen şey, grevin içeriğinden ziyade ona yöneltilen tepkiler olmuştur. Ancak bu tepkilerin niteliği, salt bilgi eksikliğine ya da ideolojik farklılıklara indirgenemez. Daha derin, ideolojik, kültürel ve yapısal bir meseleye de işaret etmektedir.
En kaba yorumla “Yengeç Sendromu” benzer konumda bulunan bireylerin, içlerinden birinin yükseldiğini veya hakkını aradığını gördüklerinde, onu tehdit olarak algılayıp geri çekmeye çalıştıkları kolektif bir sabotaj davranışını tanımlar. Tıpkı bir kova dolusu yengecin, dışarı çıkmaya çalışanı aşağı çekmesi gibi, toplum da kendi içinden birinin sistem dışı hareketini cezalandırır. Hak arayan, ses çıkaran örgütlü birey; suskunluğu içselleştirmiş olanlar için bir huzursuzluk kaynağına dönüşür.
İşte bu “yengeç sepeti”, İzmir grevi sürecinde kendisini oldukça belirginleştirdi: “Biz daha az maaş alıyoruz ama sesimizi çıkarmıyoruz, onlar neyin grevini yapıyor?” ya da “Ben bilmem kaç yıllık akademisyenim, en ordinaryüs üstün profesörüm, mimarım, avukatım, doktorum böyle bir para isteyemiyorum!” biçimindeki yorumlar, yalnızca ekonomik kıyaslama değil; aynı zamanda bir tür sembolik cezalandırma çağrısı da içeriyordu. Bu söylem, dayanışmayı değil hizalanmayı, mücadeleyi değil suskunluğu, kolektif yükseltmeyi değil eşit düzeyde baskılanmayı tercih eden ideolojik ve kültürel bir toplumsal yapıyı işaret etmektedir.
Sınıfsal körlüğün, kolektif tahayyül eksikliğinin ve örgütsüzlüğün iç içe geçtiği bu yapı, Türkiye’de sadece grev karşısında değil, genel olarak emek mücadelesi karşısında da belirleyici bir tutum üretmektedir. İzmir grevi sürecinde ve sonrasında ortaya çıkan tepkileri sınıfsızlandırma stratejisiyle düşünmek, emek üretimi içinde yer alan her sınıfsal katmanın nasıl bir “yengeç sepeti” içinde olduğunu (olduğumuzu) bir parça daha anlamaya vesile olabilir.
Sınıfın Görünürlüğünü Kaybetmek
Dünyanın geri kalanına benzer şekilde, Türkiye’de de sınıf kategorisinin geri çekilişi, sıklıkla “yeni toplumsal hareketler”, “kimlik siyaseti”, “post-sınıf toplum” gibi formülasyonlarla açıklanmaktadır. Başka bir yazının konusu olabilecek bu faktörlerin son derece yoğun etkisinin yanı sıra; bu süreç, sınıf gerçekliğinin ortadan kalkmasıyla değil, sınıfın adlandırılabilirliğinin ideolojik olarak felce uğratılmasıyla da bir o kadar ilgilidir.
Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramsallaştırmasından hareketle denilebilir ki, sınıf egemenliği yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel-kavramsal düzeyde kurulur. Türkiye’de 1980 sonrası dönemde bu hegemonik dönüşüm, sınıfsal olanı ahlaki, dini ya da etnik kodlarla ikame ederek gerçekleşmiştir. Sınıfsal taleplerin “bölücülük”, “nankörlük”, “sistemi bozma” gibi terimlerle etiketlenmesi bu hegemonik dille son derece ilgilidir. Bu bağlamda İzmir’deki grev, yalnızca emeğin sesini değil, sınıfsal tahayyülün artık ne kadar yabancılaştırıldığını da ortaya koymuştur. Grev, “doğal” bir hak olmaktan çok, “anormal” bir hareket olarak kodlanmıştır. Bu durum, grevin kendisinden çok, onu anlama kapasitemizin nasıl aşındığını gösterir.
Sınıf, sadece ekonomik bir konum değil; aynı zamanda politik bir özneleşme imkânıdır. Ancak Türkiye’de sınıf, bu özneleşme yetisini büyük ölçüde yitirmiştir. Althusser’in devletin ideolojik aygıtları kuramı üzerinden okunacak olursa; okuldan medyaya, dinden hukuka kadar tüm aygıtlar bireyi bir sınıf konumuna göre değil, salt bir birey olarak tanımlar: “herkesin en değerli olduğu, her şeyin kişisel olarak kendisine yapıldığı, kendisini sürekli gerçekleştirmesi gerektiği” vb. vurgularıyla… Neoliberalizm, bireyi yalnızlaştırırken, onu aynı zamanda “kolektif tahayyül”den de koparır.
Bu refleks, başkalarının mücadelesine destek vermek yerine, o mücadelenin anlamsızlaştırılmasına hizmet eder. Oysa sınıf bilinci ve hatta toplumsal düşünebilme yetisi, başkasının kazanımını tehditle değil, ortak imkanla yorumlamayı gerektirir. Keza, herhangi bir hak arayışına dair muhtemel bir kazanım, sermaye sahiplerin dışında öyle ya da böyle toplumun başka katmanlarının da kazanımına yol açacaktır. Fakat, İzmir grevinde de görülen tepkiler neoliberal bireyciliğin derin etkisini daha belirgin kılmış, hak talebinin kendisini “nankörlük” ile eşleştiren bir ideolojik aygıt haline gelmiştir.
Bu bağlamda İzmir grevine yönelik “ben de az maaş alıyorum ama grev yapmıyorum” gibi tepkiler, sınıf temelli özdeşliğin değil, bireysel mağduriyetin konuşulduğu bir siyasal zemin ortaya koyar. Rancière’in deyimiyle, burada “siyaset” değil, “polis düzeni” işler: Herkesin yerini bilmesi, sesini kısmaması gerekenlerin en çok susması istenir.
Yani sorun grevin içeriği değil, grevin sesidir. Bu grev sürecinde görüldüğü üzere, bu sesi kısma çabası sadece AKP’nin değil, CHP’nin yahut tüm alt katmanlarıyla birlikte CHP’ye yakın, CHP’li olarak kendini tanımlayanların da çabasıdır.
Grev yapan işçiler, taleplerinden bağımsız olarak siyasi manipülasyonun aracısı olarak kodlanmış; muhalefete zarar veren figürlere dönüştürülmüştür. Bu söylem, sınıfı siyasetin öznesi olmaktan çıkarıp siyasetin nesnesi haline getirir. İşçi sanki kendi adına değil, başkası adına eylem yapan pasif bir aracıya indirgenir.
Grev Karşıtlığı ve Rıza Üretimi
Grev karşıtlığı, çoğu zaman doğrudan sınıf düşmanlığı biçiminde ortaya çıkmaz. Tam aksine, ahlaki normlar, teknik gerekçeler ya da siyasi sadakat biçiminde kendini gösterir. İzmir grevine dair “bu grev CHP’yi zayıflatıyor!” argümanı, emeğin siyasallaşmasını değil, siyasetin emeğe el koymasını da ifade eder.
Burada Mouffe’un “agonistik siyaset” anlayışına gönderme yapmak yerinde olabilir. Mouffe, “toplumsal çatışmaların bastırılmak yerine görünür hâle gelmesini”, demokrasinin bir gereği olarak değerlendirir. Konu Mouffe’nin haklı-haksız olması ya da başka mecralara ilişki önerdiği “radikal demokrasi” gibi –şahsen son derece sorunlu olduğunu düşündüğüm– kavram setleri de değildir. Ancak CHP ve yakın bağlamlı toplumsal kesimlerin de içinde yer aldığı geniş toplumsal muhalefetin son derece haklı nedenlerle dile getirdiği; tek kişiye bağımlı AKP-MHP iktidarlarının eskiden kör topal bile olsa var olduğu dile getirilen demokrasiyi tamamen öldürdüğü; güçler ayrılığını yok ettiği; hukuk, eğitim gibi siyaset kurumlarının her anlamda işlevsizleştirdiği; alenen tek kişiye bağımlı bir sistem yaratıldığı için toplumun mutsuz olduğu vb. söylemlerin karşı cephesinin, en azından CHP bağlamında kurulmasının son derece namümkün olduğunu da düşündürmektedir. Keza, bırakalım “radikal demokrasiyi”, kör topal demokrasi için bile bir sınıfsal siyaset yapımına ihtiyaç vardır. Daha yakışıklı görüneceği için değil, yapısal bir zorunluluk olduğu için. Buna paralel şekilde, agonistik siyaset kavramında olduğu gibi, “görünürlük” gerekmektedir. Ancak Türkiye’de, İzmir’deki son grev benzeri pek çok grev, çatışma biçimi olarak görülmediği gibi, bunun tam aksine bütünsel anlamda görünmez kılınmak istenmiştir. Bu grev, olması gerektiği gibi -doğası gereği- çeşitli şehir hizmetlerini aksatan değil, bir hegemonya krizini tetikleyen olgu hâline geldiği anda kriminalize edilmiştir.
Bu nedenle İzmir’deki grev yalnızca yerel bir olay değil; hegemonik düzenin sınırlarını test eden bir kırılmadır.
Sınıfsal Hafızanın Yokluğu ve DİSK
Grev sürecinde genel anlamda sendikal mücadeleye, özel olaraksa DİSK’e yönelik “sorun çıkaran yapı” algısı, söz konusu sendikanın tarihsel meşruiyetini de gölgede bırakmıştır. Öyle ya da böyle DİSK, Türkiye’de emek mücadelesinin tarihsel bir aktörü, sınıf hafızasının kurumlarından biridir. Onun “rahatsız edici” olması, varlığının doğal sonucudur.
İşte, İzmir grevinde de olduğu üzere DİSK’e yöneltilen “her fırsatta sorun çıkaran sendika” söylemi, sadece bir önyargı değil; kolektif sınıf hafızasının nasıl sistematik biçimde silindiğini de gösterir. Türkiye’de DİSK, 15-16 Haziran direnişlerinden 1 Mayıs 1977’ye, Aliağa işgallerinden 12 Eylül’e kadar uzanan mücadelelerle varlık göstermiştir. Ancak bu tarih sistematik bir “hafıza suikastı” ile görünmezleştirilmiştir.
En genel anlamda bu da “tarihin, galipler tarafından yazılması” tezinin çağdaş bir örneğidir. DİSK’in grev hakkını savunması, geçmişin bugündeki yankısıdır. Oysa bu yankı, ideolojik olarak bastırılmakta, grev “tereddütsüz kınanması gereken” bir eylem gibi sunulmaktadır. Ki bu değerlendirme, DİSK’in 1980 sonrasından günümüze uzanan var oluş sorunlarını, kendi yönetim organlarına ilişkin pek çok haklı eleştiriyi -örneğin son 1 Mayıs’taki tutumunu- vs. haklılaştırmaz, doğrulamaz.
Grev karşıtı tepkilerde en çok göze çarpan şey sınıfın bir hak kategorisi değil, bir düzen sorunu olarak görülmesidir. Yani sınıf geri dönmüştür ama bir özne olarak değil, bir “sorun” olarak… Bu da Žižek’in “bilinçdışının geri dönüşü” metaforuna benzer: “Bastırılan şey geri döner, ama tanınmaz biçimde”. Tam da bu bağlamda grev, Türkiye’deki neoliberal tahayyül için “sınıfın hayaleti”dir: sönmüş olması gereken ama hâlâ konuşan bir geçmiş…
İzmir grevi, sınıfın yalnızca ekonomik değil; kültürel, politik ve sembolik düzlemde de dışlandığını göstermektedir. Bu dışlanma, sadece devletin baskısıyla değil, toplumun rızasıyla gerçekleşmektedir. Toplum, sınıfsız bir hayalin içine çekilmiş; sınıf meselesi “kişisel şanssızlık”, “terbiyesizlik” ya da “komplo” terimleriyle ikame edilmiştir. Hele, en şaşaalı günlerini 1970’lerde yaşayan, var oluşunu “biz sınıfın öncü partisiyiz” söylemine dayandıranların, bu grevi en az kimi CHP çevreleri kadar akıl almaz “komplo” teoriyle açıkladığı göz önünde tutulursa, geçmiş anlatıların artık ne derece boşa düştüğü de başka bir olgu olarak göze çarpmaktadır.
Bu yazının iddiası şudur: Türkiye’de sınıfsal düşünce, yalnızca marjinalleşmemiş; aktif olarak bastırılmış, itibarsızlaştırılmış ve unutturulmuştur. İzmir grevi, bu bastırmanın çatlaklarını göstermiştir. Grev bu yüzden rahatsız etmiştir. Çünkü sınıfı hatırlatmıştır.
Ve bu hatırlama, bazıları için bir tehdit, bazıları için bir umut; bazıları içinse ilk kez duyulan bir şeydir. Nihayetinde, kuramsal olarak on yıllardır gereksizliği/etkisizliği çeşitli düzeylerde dile getirilen “sınıf” ve ideolojik anlamda burun kıvırılan “sınıf siyaseti” en çok bu çağda kendisini çağırmaktadır. Çünkü hayatın kendisi hâlen ekonomi-politiktir.