25 Mayıs 1947 akşamı, Kanada’nın önde gelen bilim insanları, sanatçıları ve entelektüellerinden oluşan Kraliyet Topluluğu üyeleri, Quebec City’deki Château Frontenac’ta merakla beklenen bir etkinlik için bir araya geldi; topluluğun başkanı Harold Adams Innis bir konuşma yapacaktı. Innis, o dönem Kanada’da tanınmış bir akademisyen ve dünyanın önde gelen siyasal iktisatçılarından biriydi. Kanada’nın demiryolu taşımacılığı, kürk ticareti, balıkçılık, kereste ve kâğıt gibi temel sanayi alanlarının gelişimini takip eden, kapsamlı ve titizlikle araştırılmış kitapları ve makaleleriyle ülkesinin, sadece ekonomisini değil, tarihini ve kültürünü anlama biçimini de şekillendirmişti. Salondaki seçkin konuklar, büyük bilginin çalışmalarını hangi yöne taşıyacağını dinlemek için sabırsızlansa da “Minerva’nın Baykuşu” başlıklı konuşma pek rağbet görmedi. Bilgi ve iletişim üzerine yorucu ve karmaşık bir nutuk gibi olan bu konuşma, Innis’in önceki çalışmalarından kopuk görünüyordu ve dinleyicileri şaşkına çevirerek hayal kırıklığına uğratmıştı.

Konuşma, dört yıl sonra Innis’in The Bias of Communication (İletişim Yanlılığı) kitabının açılış bölümü olarak yayımlandığında nihayet ilgi görmeye başladı. Yazılı hali hâlâ zorlayıcı ve kimi zaman yorucu olsa da, “Minerva’nın Baykuşu” sabırlı okuyucular için aydınlatıcı bir metindi. Innis’in, iletişim sistemlerinin toplumları ve onların kaderlerini nasıl şekillendirdiğine dair geniş kapsamlı bir araştırma yürüttüğü aşikârdı. Eski Mezopotamya’da kil tabletler üzerine kazınan çivi yazılarından, İkinci Dünya Savaşı öncesinde radyonun bir propaganda aracı olarak kullanılmasına kadar uzanan örneklerle yeni bir iletişim aracının ortaya çıkışının genellikle tarihin akışını değiştiren “kültürel çalkantılar” yarattığını açıklıyordu. Bilgi kanallarından ibaret olmayan medya, siyasi etki ve emperyal güç aracı olarak medeniyeti de şekillendiriyordu.
“Minerva’nın Baykuşu” medyanın bir toplumun gelişimindeki belirleyici rolüne yaptığı vurgu sebebiyle 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan medya çalışmaları disiplininin kurucu metinlerinden biri –belki de en önemlisi– olarak kabul edilmeye başlandı. 1964 yılında, tıpkı Innis gibi Toronto Üniversitesi’nde profesör olan ünlü medya kuramcısı Marshall McLuhan, kendi kitabı Gutenberg Galaksisi’nin, “Innis’in gözlemlerine bir dipnot niteliğinde” olduğunu yazdı. Saygın Amerikalı eğitimci ve medya kuramcısı James Carey ise Innis’in çalışmalarının “Amerika’da iletişim alanında edinilen üstün bir başarı” olduğunu belirtti.
Innis, bu övgüleri göremeden hayata veda etti. 1952’de, yani The Bias of Communication’ın yayımlanmasından bir yıl sonra, henüz elli sekiz yaşındayken prostat kanserinden öldü. Kışkırtıcı eserleri kültürel açıdan hâlâ yankı uyandıran McLuhan’ın aksine, Innis’i ve derin ama anlaşılması güç fikirlerini bugün pek kimse bilmiyor. İsmi akademik çevreler, konferanslar ve dergiler dışında nadiren anılsa da fikirlerine yepyeni bir gözle bakmak gerek. İletişim ve medeniyet üzerine çalışmasını tamamlayamadan ölmüş olsa da yetmiş beş yıl öncesine ait yazıları, günümüzde medyanın yol açtığı kültürel çalkantılara beklenmedik bir netlikle ışık tutuyor.
Kalıcılığın Acımasız Yıkımı
İletişim sistemleri aynı zamanda birer ulaşım sistemidir. Her mecra bilgiyi, düşünce ve görüşler, talimatlar ve kararlar, sanat eserleri ve eğlence biçimleri şeklinde bir yerden başka bir yere taşır.
Innis bilgiyi, bazı iletişim araçları mekânda, bazılarınınsa zamanda iletmekte daha iyi olduğunu fark etmişti. Yani kimileri mekân odaklı (space-biased), kimileriyse zaman odaklıydı (time-biased). Her bir iletişim aracının zamansal veya mekânsal vurgusu, onun maddi eğiliminden kaynaklanır. Zaman odaklı iletişim araçları ağır ve dayanıklı olma eğilimindedir; kalıcı olsalar da hareket kabiliyetleri azdır. Granit ya da mermerden yapılmış mezar taşlarını düşünün. Üzerlerindeki mesaj yüzyıllarca okunaklı kalsa da sadece mezarlığı ziyaret edenler onu okuyabilir. Mekân odaklı iletişim araçlarıysa hafif ve taşınabilirdir, ancak hızla çürür veya yok olur. İnce ve ucuz kâğıda basılmış gazeteleri düşünün; sabah geniş çapta, büyük bir okuyucu kitlesine ulaşır, akşamsa çöpe atılırlar.

Her toplum kendini iletişim eylemleri aracılığıyla örgütleyip ayakta tuttuğundan, iletişim araçlarının maddi eğilimleri mesajların yalnızca ne kadar uzun süre dayanacağını veya ne kadar uzağa ulaşacağını belirlemekle kalmaz; toplumun büyüklüğünü, biçimini ve karakterini, nihayetinde de kaderini şekillendirmede önemli bir rol oynar. Sosyolog Andrew Wernick’in 1999 yılında Innis üzerine yazdığı makalede belirttiği gibi: “Medyanın taşınabilirliği imparatorlukların, kurumların ve kültürlerin yayılım alanını, dayanıklılığı ise ömrünü belirler.”
Zaman odaklı medyanın baskın olduğu toplumlarda gelenekler ve ritüeller, geçmişle sürekliliğin korunması vurgulanır. İnsanları bir arada tutan şey, nesilden nesle aktarılan ortak dini veya mitolojik inançlardır. Yaşlılara saygı gösterilir, güç de genellikle teokratik veya monarşik yapılarda yoğunlaşır. Toplum bilgiyi geniş bir alana aktarma araçlardan yoksun olduğundan küçük ve içe kapanık kalma eğiliminde olur. Büyüdüğünde dahi genellikle aynı gelenekleri ve inançları paylaşan özerk yerleşimler halinde, merkezî olmayan bir yapıda genişler.
Mekân odaklı medyanın baskın hale geldiği toplumlar genişlemeci bir karakter kazanır ve kültürel vurgu, gelenekleri sürdürmekten ziyade ilerlemeyi hedeflemeye yönelir. Geçmişle bağların koparılması hoş görülmekle kalmaz, aynı zamanda memnuniyetle karşılanan bir yenilik muamelesi görür. İnsanları bir arada tutan şey artık ortak inançlar değildir; çünkü toprak genişledikçe, çeşitli kültürel değer ve pratiklerin siyasi yapıya dahil edilmesi gerekir. İnançların yerini merkezi otoritelerin dayattığı yasa ve düzenlemeler alır. İdari sınıf kontrolü ele geçirir ve iletişim araçlarını kullanarak uzak mesafelerden otoritelerini dayatır.
Innis, hiçbir iletişim aracının tamamen zaman odaklı veya mekân odaklı olmadığını vurgular. Her biri, kalıcılık ve taşınabilirlik açısından bir süreklilik içinde var olur. Yeterince çaba gösterildiğinde ağır ve üzerine yazı kazınmış bir taş da başka bir yere taşınabilir. (Örneğin Musa, tabletlerini dağdan aşağı indirmeyi başarmıştı.) Benzer şekilde, günlük bir gazetenin eski sayıları kütüphanede veya arşivde referans için saklanabilir.

Benzer şekilde, her toplulukta gelenekleri koruma ile ilerleme arayışı, istikrar ile değişim, içe kapanma ile genişleme arasında her zaman bir gerilim vardır. Bu gerilim, farklı iletişim biçimlerinde ve araçlarında kendini gösterir, mevcut medya çeşitliliği arttıkça bu gerilim de artar. Innis, bir toplumun canlı ve uzun ömürlü olabilmek adına bu gerilimi yıkıcı değil yapıcı bir şekilde yönetmesi, zaman odaklı ve mekân odaklı iletişim arasında bir denge sağlaması gerektiğini öne sürer. Süreklilik ile istikrara aşırı vurgu yapıldığında toplum durağanlaşır, can çekişmeye başlar. Büyüme ile değişime fazla önem verildiğindeyse toplum bütünlüğünü ve amacını kaybeder, yozlaşmaya doğru sürüklenir. Dengesi bozulmuş bir toplum da hastalıklı bir toplumdur.
Birkaç bin yıl önce yazının icadıyla başlayan medeniyet tarihi, başka pek çok şeyin yanı sıra yazı malzemelerindeki değişimin de hikâyesidir. Yazının kendisi, gözlemci ve düşünürlerin yaşamlarından bağımsız biçimde olaylar ve düşünceleri kalıcı kıldığı için, zaman odaklı bir teknoloji olarak görülebilir. Ancak yazılı iletişim araçlarındaki yenilikler, sıklıkla da kalıcılıktan ödün vererek, çoğunlukla bilginin erişim alanını genişletmeye yönelik oldu. Taş ve kil tabletlerin yerini daha taşınabilir ancak yine de hantal olan papirüs ruloları ve el yazması parşömenler almış, ardından bunlar da yerini hafif ve taşınabilir kâğıt belgelere bırakmıştı. Kent devletleri ve ulus devletler topraklarını ve nüfuzunu genişletme arayışına girdikçe, bilginin mekânsal olarak taşınması, zamansal odağa kıyasla öncelik kazandı. Innis, İmparatorluk ve İletişim Araçları (1950) kitabında bu durumu şöyle açıklar:
Kılıçla kalem birlikte çalışıyordu… İmzalanıp mühürlenerek hızla iletilen yazılı kayıtlar, askerî gücün ve yönetimin genişletilmesi için hayati önem taşıyordu. Küçük topluluklar yazılı kayıtlar vasıtasıyla büyük devletlere dahil edildi, devletler de birleşerek imparatorlukları oluşturdu.
Yazılı iletişimin mekanikleşmesiyle –katiplerin yerini matbaaların almasıyla– bilginin kara ve deniz yoluyla taşınması daha da hızlandı.
Aydınlanma’nın etkisiyle şekillenen bakış açısıyla çoğumuz, yazılı iletişimin maddi tarihini jeopolitik güç ve çatışmalarla dolu sıkıntılı bir hikâye olarak değil, bilgi ve kavrayışın yayılmasına dair mutlu bir hikâye gibi görüyoruz. Önce İngiliz, ardından Amerikan imparatorluğunun gölgesindeki bir ülkede siyasal iktisatçı olan Innis ise pek iyimser olmayan, daha çelişkili bir görüş benimsemişti. Bilginin daha özgürce akmasının beraberinde getirdiği pek çok faydanın, özellikle de bilimsel ve teknolojik keşiflerdeki hızlanmanın farkındaydı. Fakat medyanın propaganda kanalı, otokrasinin bir aracı, manipülasyon ve denetimin vasıtası olarak kullanılabileceğinin de bilincindeydi. Innis, iletişim sistemleriyle yalnızca düşüncelerin değil, aynı zamanda gücün de taşındığını düşünüyordu. Minerva, hem bilgelik hem de savaş tanrıçasıydı.
Innis, iletişimin odaklandığı unsurun insan algısını şekillendirdiğini de fark etmişti. Bunlar yalnızca insanların nasıl düşündüğünü değil, düşünmeye dair ne düşündüklerini de etkiliyordu. Innis çağdaş toplumun, mekânı fethetme takıntısıyla zaman duygusunu yitirdiğini düşünüyordu. Hem yakından hem de uzaktan gelen bilgi akışıyla insanlar “şimdiye odaklılığın” kurbanı hâline geliyordu. Yeni bilgileri tüketmekle o denli meşguldüler ki, bir adım geri çekilip bu bilgileri geniş bir tarihsel ve kültürel bağlam içinde değerlendirecek vakti bulamıyorlardı. Anlık kaygılar ve dikkat dağıtıcı unsurlarla boğuşurken zahmetli, ağır ilerleyen yorumlama işinden kaçınıyorlardı.
19. ve 20. yüzyıllarda iletişimin hızla ticarileşmesi, bununla birlikte medyanın telekomünikasyon ile yayıncılık alanını kapsayacak şekilde genişlemesi sorunu daha da derinleştirdi. Büyük sermaye yatırımlarından geri dönüş sağlama amacıyla televizyon, radyo ve yayıncılık alanlarında medya imparatorlukları kuran ve yöneten şirketler, ciddi bir mali kazanç beklentisiyle müşterilerini sürekli yeni bilgiye boğuyordu. Zihnin yavaşlatması, bireyin o anın ötesine bakması işlere zarar verirdi. Innis, son kitabı Changing Concepts of Time’da (Zamanın Değişen Kavramları) belirttiği gibi, büyük medya şirketlerinin “iletişimin tekelleri” haline gelmesinden ve “kültürel etkinlik için gerekli kalıcılık unsurlarının durmaksızın, sistematik biçimde ve acımasızca yok edilmesinden” endişe ediyordu.
Innis “Minerva’nın Baykuşu” konuşmasının sonlarına doğru, konuşma boyunca pek rastlanmayan bir sadelikle görüşünü şöyle özetlemişti: “İletişimdeki muazzam gelişmeler, anlamayı daha zorlaştırdı.” İlk bakışta paradoksal görünen bu çarpıcı cümleyle, modern medyanın –ve aslında modern toplumun– temel varsayımlarından birini, enformasyon bolluğunun bilgiyi derinleştireceği inancını sorgulamış oluyordu. Innis’e göre, enformasyon ile bilgi zaman zaman birbirinin rakibi olabiliyordu.

Taze Kurabiyeler
Innis’in ölümünden kırk yıl sonra, internetin ortaya çıkışı medya için yeni bir çağın müjdecisi gibiydi; zaman ve mekân nihayet uyum içinde bir araya gelecekti. İnternet, daha önce eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir iletişim sistemi, gezegenin dört bir yanına devasa miktarlarda bilgi aktarabilen küresel bir ağdı. Ayrıca geleneksel yayın ağlarından farklı olarak daha önce görülmemiş derinlikte bir depolama ortamıydı. Antik metinlerden pop şarkılarına kadar kültürel tarihin tamamını içermeyi ve bunlara kolayca erişim sunmayı vaat ediyordu. Üstelik merkezi olmayan, birbirine bağlı düğümlerden oluşan yapısı sayesinde devletlerin ya da şirketlerin kontrol girişimlerine de direnecek gibiydi. Bilgi özgürce yayılacak, iletişim demokratikleşecekti. İnternetin sunduğu entelektüel zenginliklere bağlananlar, günümüzün karmaşık meselelerini geçmiş bağlamında değerlendirerek anlamlandırabilecekti.
İnternete dair bu idealist görüşün bir yanılsama olduğu ortaya çıktı. Sistem neredeyse anında dengesini kaybetti; mekânsal erişimin genişlemesi, zamansal derinliğini baltaladı. İnternet, şimdiye odaklılığımızı hafifletmek bir yana, daha da artırdı.
Innis bunu görse şaşırmazdı. Dijital biçimdeki bilginin fiziksel bir ağırlığı yoktur; maddi formdan azade oluşuyla, anlık uzun mesafeli iletişim için idealdir. Gazete kâğıdı dahi bununla mukayese edildiğinde beton gibi ağır kalır. Büyük veri merkezlerinden fiber optik kablolara, baz istasyonlarından Wi-Fi yönlendiricilere kadar bilgi iletimi için oluşturulan tüm altyapı, devasa bilgi miktarlarını mümkün olduğunca (ağ mühendisleri ve programcıların tercih ettiği ifadeyle) “dinamik” bir şekilde aktarmak üzere tasarlanmıştır. Amaç, her zaman veri akış hızını artırmaktır. Bilgi akışı tüketiciye ulaştığında, aydınlatılmış piksellerden oluşan görüntülere, sürekli değişen ışık desenlerine dönüşür. Özellikle günümüzde egemen hâle gelmiş dokunmatik ekran arayüzü bizi eskiden vazgeçip yeniye, yani tıklamaya, kaydırmaya, aşağıya indirmeye, güncellemeye ve yenilemeye teşvik eder. Basılı kitap yazmaya dayalı teknolojiyken, ekran bir silme teknolojisidir.
Bu iletişim aracının teknik özellikleri, ticari çıkarlar doğrultusunda şekillendi. Son yirmi beş yıldır insanlığın en değerli bilgi edinme aracı hâline gelen Google arama motorunun evrimi, bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Google 1998’de kurulmasının ardından birkaç yıl boyunca, iki yüksek lisans öğrencisi kurucusunun “akademik dünya” diye tanımladığı disiplinli yaklaşımdan ilham alarak basit bir hedefin peşinden gitti: herhangi bir konuda üretilmiş en kaliteli bilgi kaynaklarını bulmak. Akademik literatürün değerlendirilmesinde kullanılan atıf analizinin bir karşılığı olarak bağlantı geçmişinin incelenmesi yoluyla, arama motoru zamanın testinden geçmiş bilgileri öne çıkarıyordu. Yazılım geçmişin ne kadar derinliklerine ulaşıyorsa, sunduğu sonuçlar da o kadar kaliteli oluyordu. Google’ı ilk yıllarında kullanmak, dünyanın en bilgili arşiv memurunun emrinize amade olması gibiydi.
Şirket reklam yoluyla kâr elde etmeye başladığında odağı da değişti. Arama sonuçlarını artık birer medya içeriği olarak görmeye başladı. Amaç, insanları bilgilendirmekten ziyade onları bir izleyici kitlesi olarak kendine bağlamaktı. Google 2010 yılında, Caffeine adlı yenilenmiş bir arama sistemini kullanıma sundu. Bu yeni sistem, sunulan sonuçların yeniliğine –yani “güncelliğine”– önemli ölçüde vurgu yapıyordu. Bir yıl sonra Google’ın kurumsal blogunda yayımlanan bir yazıda şirketin arama bölümü başkanı Amit Singhal bu değişimin gerekçesini şöyle açıkladı:
Arama sonuçları, fırından yeni çıkmış taze kurabiyeler ya da sıcak bir yaz gününde serinletici meyveler gibidir; onları taze taze tüketmek gerekir. Aramanızda özellikle belirtmeseniz dahi muhtemelen aradığınız konuyla ilgili ve güncel sonuçlar görmek istersiniz.
Şirket şunu fark etmişti: Bilgi, anlık tüketim için sunulan bir meta haline geldiğinde hızla değerini yitiriyor, bayatlayıp çürüyordu. Geçmiş, şimdiki zamana kıyasla çok daha az ilgi çekici olduğundan onu paraya dönüştürmek çok daha zordu. Günümüzde Google’ı kullanmak bir arşive girmekten ziyade bir pazar yerine gitmeye benziyor.
Google’la hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkan sosyal medya şirketleri, başından beri yoğun olarak mekân odaklıydı. Innis’in en büyük korkularını doğrularcasına, bilgi imparatorlukları kurmak ve iletişim tekelleri yaratmak için “ağ etkileri”nden faydalanmayı hedeflediler. Mark Zuckerberg, Facebook’un ancak “küresel bir topluluk” oluşturduğunda tatmin olacağını duyurmuştu. Şirket dünyanın “sosyal altyapısını” sahiplenip yönetecekti. Zuckerberg ve diğer internet girişimcileri internetin fiziksel bir merkezinin olmadığını bilseler de kontrolün kimlik sistemleri, sıralama algoritmaları ve diğer patentli yazılım rutinleri ve protokoller aracılığıyla sağlanabileceğine inanıyordu. İnsanlar bir sosyal ağa giriş yaptığında sadece müşteri olmakla kalmıyor aynı zamanda o ağın serfleri haline geliyordu.
Akıllı telefonlar sosyal ağlara erişmenin varsayılan yolu hâline gelmeden önce, yani bu platformlar yalnızca web siteleri olarak çalışırken çoğu sosyal medya gönderileri ters kronolojik sırayla düzenliyordu. Yani en yeni durum güncellemesi, yorum veya fotoğraf her zaman en üstte yer alıyor, daha eski olanları ekranın aşağısına itiyor ve kısa sürede görünmez hâle getiriyordu. Bu sıralama, şimdiki zamana güçlü bir vurgu yapsa da zamansallığa dair bir ipucu da taşıyor, bilgiyi yine de zaman içinde konumlandırıyordu. Kullanıcı gönderiler arasında gezinirken, sadece birkaç saat ya da birkaç gün öncesini kapsasa da, geçmişte bir yolculuğa çıkıyordu. Ancak platformlar, akış sistemlerini sürekli güncellenen akıllı telefon ekranlarına uygun şekilde yeniden tasarladıklarında “ters kronoloji”yi seve seve ellerinin tersiyle ittiler. Günümüzdeki akış algoritmaları, kullanıcıların dikkatini anlık olarak yakalama olasılığı en yüksek bilgi parçacıklarına öncelik veriyor.
Artık önemli olan tek kriter dolayımsızlık, zaman ortadan kayboldu. Felsefeci Byung-Chul Han, günümüzde sosyal medyada akan bilginin “yalnızca kısa bir süreliğine anlamlı” olduğunu, “varlığını sürpriz yaratma yeteneğine borçlu” olduğunu yazıyor. Bir sürpriz sunulur sunulmaz sıra yenisine geçiyor. TikTok, Instagram ya da X’te artık geçmiş veya gelecek yok, sadece şimdi var.

Umut Işığı
Innis’i eleştirenler onu sıklıkla teknolojik açıdan bir determinist olarak görmüşlerdi. Aslında Innis, teknolojinin etkilerinin ekonomik ve politik güçlerden, hele hele insan doğasının beklenmedik değişkenlikleri ve zaaflarından bağımsız düşünülemeyeceğini gören bir realistti. Bakış açısının genişliği yazılarına zaman zaman dağınık bir hava verse de, toplumsal ve teknolojik karmaşıklığa gösterdiği hassasiyet sayesinde çalışmaları, dijital medyanın bizi neden beklediğimizden çok farklı bir yola sürüklediğini anlamamız için güçlü bir model sunuyordu. İnternet, devasa arşiv zenginliği ve merkeziyetsiz mimarisine rağmen, ticari kazanç için verilerin ışık hızında aktarılmasına yaptığı vurgu ve biz insanların eğlenceye ve dikkat dağıtıcı şeylere olan doymak bilmez açlığı nedeniyle, benzeri görülmemiş ölçekte bilgi imparatorluklarının doğmasına yol açtı. Yeni imparatorlarımız bize tüketebileceğimiz tüm bilgileri sunarken, bizi gerçek bilgiden yoksun bırakıyorlar.
Innis’in çalışmaları, rotamızı değiştirebileceğimize dair bir umut sunmuyor. İletişim üzerine yazdıkları melankolik bir tonda, karamsar bir yaklaşımdadır. Innis, şimdiye odaklılığın konforlu bir tuzak olduğunu düşünüyordu. Uzun erimli bakışı engelleyerek bizi kaybettiklerimize karşı körleştiriyor, içinde bulunduğumuz anın, karanlık olarak görülen geçmişten üstün olduğuna dair kibirli bir inanç yaratıyordu. Düşünceler, baskın medya kanallarının bıraktığı “izlerde” hareket ettikçe popülerleşmiş yerleşik görüşler toplumun zihnini ele geçiriyordu. Kariyerini Batı kültürünü incelemeye adamış olan Innis, bu kültürün çöktüğünü de görebiliyordu. “Batı medeniyetinin 2000 yılındaki konumunu düşünmenin manası yok” diye yazmıştı 1951’de: “Her medeniyetin kendine özgü intihar yöntemleri var.”
Yine de çöken karanlığa rağmen bir umut ışığı da kendini gösteriyor. Klasik tarih ve felsefe konusunda derin bir bilgiye sahip olan Innis, Antik Yunan kültürünün merkezini oluşturan konuşma, tartışma, öğretme ve akıl hocalığı gibi sözlü geleneklere büyük saygı duyuyordu. Ona göre bunların samimi ve insani boyutu, mekanikleşmiş medyaya karşı bir panzehir, bilgi imparatorluklarının egemenliğinden kurtulmanın bir yoluydu. Sözlü ifade edilen kelimeler, bir tivit ya da Snapchat paylaşımı kadar geçici olabilir; ancak birlikte, yüz yüze gerçekleştirilen konuşma ve dinleme eylemleri eleştirel, yaratıcı ve toplumsal düşüncenin aracı olarak hâlâ eşsizdir. Bu eylemler bilgiyi kişiden kişiye aktarırken, onu sınamaya ve zenginleştirmeye de hizmet eder. Innis’e göre, sözlü geleneklerin yeniden canlandırılması, şimdinin tiranlığına karşı elimizde kalan son savunma olabilir.