1945 sonrası on yıllarda, işçi partileri tarafından hayal kırıklığına uğramış olan Avrupalı solcular, yeni protesto hareketleri ve karşı kültürler yarattı. Son derece yaratıcı olan bu çabaları, aynı zamanda eski solun temelini oluşturan kitle siyasetinin aşınmasını da yansıtıyordu.
Radyo Alice
1976 yılının bir Şubat sabahında, Bolonya sakinleri radyolarından gelen tuhaf seslerle uyandı. İtalyan solcu kolektifi A/traverso, şehir merkezinde bir gerilla radyo istasyonu kurmuştu. Fonda Hint klasik müziği çalarken bir kadın sesi dinleyicileri selamladı: “Bu sabah yataktan kalkmamak, yatakta biriyle kalmak, müzik aletleri ve savaş makineleri yapmak için bir çağrıdır bu.” Radyo Alice böylece doğdu.
İstasyonun adı, Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında eserinden geliyordu ve bu ‘savaş makineleri’, burjuva düzenine karşı retorik mermiler yağdırıyordu. Yayıncılığı demokratikleştirmeyi hedefleyen istasyon, gönüllülerden oluşan bir ekiple yönetiliyor, profesyonel standartları bir kenara atıyor ve yayıncı ile dinleyici arasındaki sınırı kaldırıyordu. Küçük bir muhabir ordusu, uyuşturucu fiyatları, konserler ve cinsel şikâyetler hakkında bilgi sağlıyordu. Düzenli bir program yoktu. İnsanlar sadece arayarak istediklerini söyleyebiliyordu. Tarihçi Joachim C. Häberlen, bu belli bir yapıya sahip olmayışın “güncel haberlerden ‘diğer olası dünyalar’ hakkındaki tartışmalara, Sardunya müziği hakkındaki programlardan grevdeki işçilerle yapılan röportajlara kadar kafa karıştırıcı bir konu bolluğu yarattığını” söylüyor. Birisi Roland Barthes’ın Metnin Hazzı kitabından pasajlar okurken, hemen ardından bir başkası arayıp “Birisi bisikletimi çaldı, lütfen yayında ona piç diyebilir misiniz?” diye sorabiliyordu.
İstasyon bu yıkıcı karışımın ideolojisini “Mao artı Dada” olarak tanımladı. Mart 1977’de Bologna Üniversitesine düzenlenen polis baskınını canlı olarak aktardı, “militanları olay yerine çağırdı, polis şiddetini kınadı hatta protestocuların eylemlerini koordine etti”. Ardından yayın kesildi. Gerilla yayıncılığı başladıktan sadece bir yıl sonra polis, istasyonun ekipmanlarına el koymuş ve ekibi tutuklamıştı.
Häberlen, Radyo Alice’in bu anarşik yayınlarıyla herhangi bir şey başarıp başaramadığını soruyor. Benzer bir soru, onun Beauty Is in the Street: Protest and Counterculture in Post-War Europe (Güzellik Sokaktadır: Savaş Sonrası Avrupa’da Protesto ve Karşı Kültür) adlı büyüleyici kitabında incelenen her tarihsel örnek için geçerli. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile Sovyet komünizminin çöküşü arasındaki yarım yüzyıl, “her yerde isyanın izlerinin görülebildiği kitlesel protesto yıllarıydı”. Demir Perde’nin her iki tarafında da genç kuşaklar ebeveynlerine isyan etti. Sokaklarda, kulüplerde ve kırsaldaki barış kamplarında alternatif mekanlar ortaya çıktı. Çok az koordinasyonla işçiler fabrikaların kontrolünü ele geçirdi, öğrenciler üniversiteleri işgal etti ve radikal düşüncenin yüzlerce çiçeği açtı: işçi özyönetimi, Yeni Sol, güler yüzlü sosyalizm (socialism with a human face), kadınların kurtuluşu, eşcinsel özgürleşmesi, çevrecilik, hatta New Age spiritüalizmi.
Geleneksel sosyalist, komünist ve işçi örgütlerinin kuytularında ya da tamamen onların dışında, sayısız taban hareketi filizlendi. Bu yeni hareketler, ‘eski sol’un hegemonyasına meydan okudu ve günümüzün sol aktivizm paradigmasının oluşmasına katkıda bulundu. Ancak bu yeni protesto ve karşı kültür biçimleri tam olarak neyi başardı?
Her büyük bölge gibi, savaş sonrası Avrupa da eşitsiz gelişim evrelerinden geçti. Savaşın hemen ardından, anti-faşist direnişlerin mirası komünist partilerin popülaritesini artırdı. Sovyet işgali altındaki Orta ve Doğu Avrupa’da, çok partili sözde Halk Demokrasileri kuruldu, ancak bunlar kısa süre içinde komünistlerin kontrolüne geçti. İşçi hareketlerinin militanlığı, yeniden yapılanmanın taleplerini karşılamak için endüstriyel üretimin hız kazandığı 1940’ların sonunda zirveye ulaştı. Ancak Doğu’da Stalinci tek parti yönetiminin ve Batı’da kapitalizmin yeniden tesisinin dayatılması, Soğuk Savaş rekabetinin Avrupa’nın iç ve dış politikasını büyük ölçüde belirlemesi anlamına geliyordu.
1947’de komünist partiler, Marshall Planı kapsamında ABD’den alınacak yardımların devamı için Fransa ve İtalya’daki çok partili hükümetlerden dışlandılar. Müttefiklerin zaferine rağmen, iki savaş arası dönemde solu ezen gerici diktatörlükler, İspanya ve Portekiz’de hoşgörüyle karşılanmaya devam etti. 1950’lerde hızlı ekonomik büyüme sırasında, çoğu yerde işçi hareketlerinin militanlığı, ücret artışlarıyla dizginlendi. Batı Almanya’nın “ekonomik mucizesiyle” aynı büyüme oranını yakalamasına rağmen ücretlerin düşük olduğu İtalya gibi uç örnekler de vardı. İşçi hareketlerinin militanlığı 1960’larda yeniden artacaktı.
Muhalefetteki Değişimler
Batı Avrupa’da geniş sınıf ittifaklarına dayanan çeşitli refah devleti rejimleri kuruldu. Sosyal demokrat partilerin yükselişi 1970’lere kadar sürdü. Avrokomünizm olarak bilinen bir hareketle, Batı’daki birçok komünist parti liberal demokrasiyi benimseyerek ve tabanlarını işçi sınıfının ötesine genişleterek Sovyet çizgisinden koptu. Ancak bu reformist partiler neoliberal küreselleşme sürecinde hızla gerilemeye başladı. Aynı on yılda, Doğu’daki komuta ekonomilerinin bir zamanlar karakterize ettiği etkileyici büyüme de durgunluğa girdi.
80’lerde Batı’da sanayisizleşme ve işsizlik artarken, sosyal demokrat ve Avrokomünist partiler İsveç ve İtalya gibi yerlerde hâlâ önemli bir rol oynuyordu. Ancak geçmişteki kitle partileri artık yoktu; seçim kampanyalarında katı tavizler veren veya sadece kendi yozlaşmış liderlerini zenginleştiren araçlara dönmüşlerdi. Sol partilere ve sendikalara üyelik istikrarlı bir şekilde azaldı. Doğu Bloku’nda ise 1950’ler ve 1960’lardaki halk ayaklanmalarının ardından siyaset, devletin ve resmi sendikaların sıkı kontrolü altına girdi.
Avrupa’daki sosyoekonomik ve siyasi manzara değiştikçe, halkın mücadele ve muhalefet biçimleri de değişti. Häberlen’in kitabı, 1950’li ve 60’lı yıllarda bölünmüş Almanya’da ortaya çıkan gençlik altkültürleriyle başlıyor. Halbstarken1Savaş sonrası dönemde Almanya’da görülen çoğunlukla işçi sınıfı ailelerin erkek çocuklarının oluşturduğu ergen alt kültürü -çn. gibi greaser’lar21950’lerde ağırlıklı olarak işçi sınıfı ergenlerden ve genç yetişkinlerden oluşan bir gençlik alt kültürü -çn. ve hippi benzeri Gammler3Alm. aylak, tembel -çn. gibi “yaşam tarzı devrimcileri”, ekonomik buhran, dünya savaşı ve soykırım deneyimleriyle şekillenmiş muhafazakâr dünya görüşüne sahip olan yaşlılara karşı kuşaksal bir isyan başlattı. Genç isyancıların birçoğunun ebeveynleri ve büyükanne-büyükbabaları, Nazi geçmişlerini inkâr ediyordu. Eski faşistler ve işbirlikçilerin rehabilite edilmesi için Batı Avrupa’da otoriter bir restorasyondan söz eden eleştiriler yükselmeye başladı. Doğu Bloku’nun yeni rejimleri resmi olarak anti-faşistti ancak Nazi zulmüne karşı kitlesel direnişi coşkulu kutlamaları, işbirliğinin karmaşık tarihini gizleme eğilimindeydi. Dolayısıyla, savaş sonrası ilk on yılların karşı kültürel isyanı örtük olarak politikti: gündelik hayatın dokusundaki faşist kalıntılara saldırdı.
Politik isyan, 1968 civarında yaşanan dramatik ayaklanmalar sırasında Fransa, İtalya, Batı Almanya, Çekoslovakya ve başka yerlerde açık bir hal aldı. Sokaklara dökülen militanlar, iki savaş arası dönemin devrimci Marksizm geleneğini yeniden canlandırdı ve Üçüncü Dünya’nın anti-kolonyal mücadeleleriyle dayanışma çağrısında bulundu. Paris’te üniversite kampüslerini işgal ettiler, Amsterdam ve Batı Berlin’de Vietnam Savaşı’nı protesto ettiler ve Prag’da demokratik sosyalizm talep ettiler. Çoğunlukla işyerinde daha fazla özerklik isteyen genç sanayi işçileriyle güçlerini birleştirdiler. Kuzey İtalya’da bu işçiler, opeaismo’dan (işçicilik) ilham aldılar; yani “sendikaların işçileri temsil etme otoritesine meydan okuyan” ve üretim üzerinde işçilerin kontrol sahibi olması talebinde bulunan bağımsız komiteler kurma stratejisini benimsediler. “Vogliamo tutto” (Her şeyi istiyoruz) sloganı altında militanlar, çalışma kavramının kendisine karşı ayaklandılar ve yaşamı ve boş zamanı yaratıcı bir şekilde yeniden tasvir ettiler. Fransa’da öğrenci ayaklanması Mayıs 1968’de genel greve dönüştü. Bu grev, İtalya’daki 1969’un Sıcak Sonbahar’ıyla birlikte Avrupa’daki demokratik kapitalist devlete yönelik son yapısal meydan okumayı temsil ediyordu. Aynı zamanda bu grev, karşı kültür ile militan işçi hareketinin sistem karşıtı bir muhalefette belki de son kez bir araya geldiği grevdi.
1960’ların sonundaki ayaklanmalar, farklı derecelerde de olsa, eski sosyalist ve komünist solun yarattığı hayal kırıklığını ifade ediyordu. Bu parti ve sendikalar radikal demokratik bir toplum umudunu beslemişti ancak Batı’da refah kapitalizminin, Doğu’da ise devlet sosyalizminin ötesine geçememişti. Başlangıçta, sosyal demokrasi en büyük seçim başarılarını yaşarken, bu hayal kırıklığı militan bir azınlık tarafından dile getirildi. Ancak 1970’ler sona ererken, bu hayal kırıklığı yayıldı ve reformcu sol partilerde bile bir kopuşa neden oldu.
Kitlesel hareketlerin ve reformist siyasetin görünürdeki başarısızlığı, bazı aşırı sol militanları terörizm de dahil olmak üzere daha radikal eylemlere yöneltti. Häberlen, İtalyan Kızıl Tugaylar (RB) ile Batı Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu’nu (RAF) iki klasik örnek olarak karşılaştırıyor. Her iki küçük grup da mevcut sosyal ve siyasi zeminde mücadele etmek yerine, kendi devrimci karşı-devletlerini inşa etmeye çalıştı. Silahlı güce ve otoriter liderlere giderek daha fazla güvenmeleriyle, aslında “çok nefret ettikleri devleti, dilini ve kurumlarını yansıtmaya başladılar”.
Ne Kızıl Tugaylar ne de Kızıl Ordu Fraksiyonu, işçi sınıfı veya eleştirel aydınlar arasında geniş bir destek tabanını sürdürebildi. Politikacılara yönelik saldırılar, silahlı soygunlar, uçak kaçırmalar, insan kaçırma ve öldürme (1978’de eski İtalyan başbakanı Aldo Moro da dahil) gibi eylemler, sıradan insanların işyerindeki ya da gündelik yaşamdaki mücadeleleriyle açık bir şekilde ilişkilendirilemiyordu. İnsanlara yönelik şiddet, daha önceki sokak militanlığının bir biçimi olan mülk tahribatından daha zor meşrulaştırılabiliyordu.
Belki de küçük boyutları ve sekter kökenleri nedeniyle, aşırı sol tedhişçiler somut mücadelelerden uzaklaşıp “basitçe ‘sistem’ ve onun temsilcileri” olarak adlandırdıkları şeyle savaşa yöneldiler. Toplumsal mücadeleyi gündelik yaşamdan soyutlayan bu şiddet eğilimi, Avrupalı solcuların çoğu arasında onlara duyulan sempatiye zarar verdi. Her halükârda, 1980’lere gelindiğinde, Avrupa’daki sol aktivizm neredeyse tamamen şiddet içermeyen bir hal aldı. Ve savaş sonrası tarihin erken safhalarından farklı olarak, parti siyasetinden ve işçi hareketinden büyük ölçüde kopuk hale geldi.
Protest Müzik
Häberlen, kitabında sol aktivizmin ekonomik ve siyasi alanlardan kültürel alana doğru kademeli bir geçişi anlatıyor. Örneğin, kitabın önemli bir teması, protesto kültürünün oluşumunda müziğin rolüdür. Protest müzik, rocktan hip hopa çeşitli biçimler aldı. Häberlen’e göre, sesin yıkılması kolektif bir isyankârlığı teşvik ediyordu: “İsyankâr müziğin sesi bile rahatsız edici ve tehditkâr olabiliyordu. Bu müzik, otoritelerin zaman zaman ahlaki düzeni baltaladığını düşündükleri belirli dans, giyim, kulak ve burun delme, saç boyama ve şekillendirme tarzlarını teşvik etti.”
Örneğin Rolling Stones için, otoriteyle çatışmayı tetikleyen şey, şarkı sözlerinden ziyade müziğin biçimiydi; sürükleyici ritmi, sert distorsiyonu ve cinsel çıkışları. Batı Almanya’da Ton Steine Scherben, “Berlin argosuyla Almanca şarkı söyleyen ilk politik rock grubuydu” ve müziği, 1970’de ve 1980’lerin başında insanların sokağa dökülmelerine ilham oldu. Çekoslovakya’da deneysel müzik grubu Plastic People of the Universe’in yasaklanması ve üyelerinin tutuklanması, eleştirel aydınları önemli bir muhalif metin olan 77 Bildirgesi’ni hazırlamaya teşvik etti.
En uç müzik isyanı ise punktı. Häberlen bu konuyu şöyle açıklıyor: “Punk radikal bir reddiye idi. Müziği hızlı, agresif ve rahatsız ediciydi. Vokaller şarkı söylemekten ziyade bağırılarak yapılıyordu ve müzikal virtüözlüğe gerek yoktu… Punk, tüketim toplumunu ve hippi kültürünü, feminenlik ve maskülenlik ideallerini, hatta geleneksel parti siyasetini reddediyordu. Geleceğe dair bir umut hissi taşımadan dünyayı kasvetli bir şekilde resmediyordu.” İngiltere’de punk grubu Sex Pistols’un popülaritesi, Thatcherizmin yükseliş dönemindeki “kitlesel işsizliğin kasvetli gerçekliğini” yansıtıyordu. Benzer şekilde, Almanya’da ırkçılıkla mücadele eden Türk göçmenlerin veya Fransa’nın banliyölerindeki Müslümanların hip hop müziği, 1980’ler ve 90’larda kentsel dönüşümün kıyısında kalan polis şiddetini ve ekonomik sefaletin kasvetli gerçekliğini yansıtıyordu. Ne yazık ki kitap, kültür endüstrisini ele almıyor; tüm bu sesli yeraltı hareketleri nihayetinde metalaştırıldı ve aktif katılıma dayalı özgün ruhu pasif bir tüketime dönüştürüldü.
Er ya da geç savaş sonrası protesto ve karşı kültürün neredeyse her örneği, mevcut kurumlar tarafından içselleştirildi. Sol aktivizmin giderek kültürel alana odaklanmasıyla birlikte bu içselleştirme süreci hızlandı. Sosyologlar Luc Boltanski ve Ève Chiapello, estetik veya kültürel direnişin kapitalizmin yeni yapılanmaları tarafından nasıl asimile edildiğini açıklamaya çalıştı. Kapitalizmin Yeni Ruhu (1999) kitaplarında, “ya eleştiriyi geçerliliğini kabul ederek yatıştırmayı amaçlayan doğrudan bir yanıtla ya da onu cevaplamadan atlatmak için dolanma ve dönüştürme girişimleriyle” “1960’ların sonunda ve 1970’lerde kapitalizmin karşı karşıya kaldığı muhalefetin, işleyişini ve mekanizmalarını nasıl dönüştürdüğünü” incelediler.
Batı’da, bu eleştirinin bu şekilde etkisizleştirilmesinin sonuçları açıktı: 1968-78’in paradigmatik toplumsal hareketi hâlâ işçi militanlığı, sınıf mücadelesi ve zorlayıcı güç kullanımıyla karakterize olurken, 1985-95’in toplumsal hareketi “neredeyse tamamen insani yardım şeklinde ortaya çıkıyordu” ve “başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal sınıfa dair yapılan atıfların çoğunu silikleştiriyordu”.
Benzer bir değişim, farklı bir zaman çizelgesinde olsa da Orta ve Doğu Avrupa’da yaşandı. 1990 civarında otoriter devlet sosyalizmi rejimlerinin çöküşü, yurttaş protestolarının (Bürgerbewegungen) muhteşem sonuçlar elde edebileceğini kanıtladı. Ancak, komünizm sonrası geçişin acısı, bu hareketlerin özgün hedeflerine ihanet etti. Doğu Almanya örneği anlamlıdır. Eylül 1989’da Leipzig’deki Pazartesi gösterilerinin başlaması ile Kasım ayında Berlin Duvarı’nın yıkılması arasındaki kısa dönemde anlamlı bir değişim yaşandı: İlk başta sloganlar katılımcı demokrasi ve insani bir sosyalist alternatif etrafında dönerken (“Biz halkız”), daha sonra sosyoekonomik sistemden bağımsız olarak Alman ulusal birliği çağrılarına dönüştü (“Biz tek bir halkız”).
Ekim 1990’da yeniden birleşme gerçekleştiğinde, eski Doğu Almanya herhangi bir yeni anayasal kurul olmaksızın Batı Alman devletine dahil edildi: Gerçek demokratik katılım vaadinin yerini, tüketici bolluğuna dair sahte bir vaat aldı. Eski devlet mülkleri, özel yatırımcılara büyük indirimlerle satıldı ve 1991’de vergi sistemine eklenen “dayanışma vergisine” rağmen, Doğu Alman halkına hiçbir zaman resmi bir tazminat ödenmedi. Eski komünist nüfusun bu şekilde mülksüzleştirilmesi yaygındı ve bu, yakın tarihin en pervasız ilkel sermaye birikimlerinden birini oluşturdu. Bunun, 1989’un barışçıl devrimlerine katılan protestocuların beklediği ekonomik sonuç olmadığını söylemeye gerek yok sanırım.
Sol teori ve pratikte 1970’lerden bu yana yaşanan kültürel dönüşüm, Vivek Chibber gibi Marksistler tarafından materyalist sınıf mücadelesine ihanet olarak eleştirildi. Ancak solcuların neden ekonomik ve siyasi mücadeleleri dışlayarak kültüre odaklandığını düşünmekte fayda var. Häberlen’in kitabı, bu kültürel dönüşümü belirleyen birkaç faktörü ortaya koyuyor: eski solun partilerine ve sendikalarına dair duyulan hayal kırıklığı, ekonomik büyümenin yavaşlaması, sanayisizleşme ve hatta sömürgeciliğin sona ermesi ve Soğuk Savaş nedeniyle Avrupa’nın taşralaşması. Bu, eğitimli orta sınıf kökenlere sahip yeni solcuların kültürel meseleleri bencilce tercih etmesinden ziyade, değişen nesnel koşulların tarihsel bir sonucuydu: Eski solu bir zamanlar ayakta tutan siyasi seferberlik araçları ve endüstriyel temel aşınmıştı.
1970’lere kadar Batı Avrupa’da solcular, kültürel mücadeleyi hâlâ siyaset ve ekonomiyle organik bir şekilde ilişkili olarak kavrayabiliyordu. Bu alanlar, toplumsal çekişmenin bütünlüğüyle örtüşüyordu. Häberlen’in kitabı, bu bütünlüğü göstermek için, savaş sonrası protesto ve karşı kültür üzerinde güçlü bir etkisi olan gündelik yaşamın eleştirel teorilerini ele alıyor. Fransız filozof Henri Lefebvre veya Belçikalı aktivist Raoul Vaneigem tarafından formüle edildiği şekliyle, bu teoriler kültürü kapitalist toplumsal yeniden üretimin genel alanı olarak yorumladı. Vaneigem, sınıf mücadelesinin işçilerin maddi taleplerini daha geniş kültürel taleplerle birleştirmesi gerektiğine inanıyordu. Gündelik Hayatın Devrimi (1967) kitabında, “Gündelik yaşama açıkça atıfta bulunmadan devrim ve sınıf mücadelesi hakkında konuşan herkes… ağzında ceset geveliyordur” (has a corpse in his mouth) iddiasında bulundu. İtalyan teorisyen Mario Tronti da gündelik yaşamın kültürel alanının tarafsız bir alan olarak görülmemesi, aksine örgütlenmesi gereken bir “toplumsal fabrika” olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyordu. Yapısal Marksizmiyle ünlü Fransız filozof Louis Althusser ise üniversiteleri, burjuvazinin “sınıf etkisinin gerçek kalesi” olarak görüyor ve bu nedenle sınıf mücadelesi için meşru bir alan olarak görüyordu.
Kentsel Aktivizm
Häberlen, 1970’lerden bu yana yaşanan konut mücadeleleri örneği üzerinden, gündelik yaşamın bu devrimde yaşanan kritik değişimi izliyor. Kitap, bir zamanlar Roma’daki kiracıların, kiralarda “kendi kendine indirim” (autoriduzione) yaparak ev sahiplerinin gücüne nasıl direndiğini anlatıyor. Bu, özel mülkiyet düzenine bir darbe indiren kolektif özerkliğin militan bir eylemlilikti. Benzer şekilde, 1990’ların başında Berlin’in yeniden birleşmesinin ardından sanatçılar, Tacheles binası gibi boş arazileri işgal ederek kolektif bir şekilde yaşadı ve gri “beton çöllerine” tezat oluşturan ütopik bir mimari icat etti.
Bu tür kira grevleri ve işgaller kaçınılmaz olarak polisle çatışmalara yol açtı. Günümüzdeki kentsel dönüşüm karşıtı kampanyalarla bazı benzerlikler mevcut, örneğin seçmenler tarafından kabul edilen ancak Berlin eyalet senatosu tarafından onaylanmayan Berlin’de konutların kamulaştırılması için yapılan referandum kampanyası gibi. Ancak Häberlen önemli bir farka işaret ediyor: “Şiddetli çatışmalara yol açan kitlesel kira grevleri ve işgal hareketleri artık geçmişte kaldı. Günümüzde kentsel aktivistler, kira sınırlaması veya belediye konutları için mülk satın alması gibi yollarla devletin piyasaya müdahale etmesini talep ediyor ve genellikle yasal çerçevede hareket ediyor.”
Kentsel aktivizmin daha az çatışmacı hale gelmesinin bir nedeni, kentsel manzaranın son otuz yılda önemli ölçüde değişmiş olmasıdır: “Gecekondu sakinlerinin doğaçlama yaşam tarzına alan açan harap binalar artık yok” –örneğin Tachales gayrimenkul müteahhidlerine satıldı– “ve şehirler, bir zamanlar Kopenhag, Amsterdam ve Berlin’de olduğu gibi, anarşist deneyler için vahşi bir alan olmaktan çıktı.” Bir diğer neden ise kapitalist devletin, protestoların “baskıcı hoşgörüsü”4https://www.marcuse.org/herbert/publications/1960s/1965-repressive-tolerance-fulltext.html yoluyla veya protestoların taleplerini devlet müdahalesi çağrılarına kanalize ederek siyasi alanı âdeta tekeline almış olmasıdır. Ekonomik alan da on yıllardır süren işçi uzlaşmaları ve teknokratik yönetimle aşındırıldı veya siyasetsizleştirildi.
Siyasi ve ekonomik alanların halkın muhalefetine kapatılması, neoliberalizmin ayırt edici bir özelliğidir. Bu durum, “1970’lerden bu yana sol aktivizmin genel olarak neden daha az militan hale geldiğini” açıklamaya yardımcı oluyor. Değerlerin, kimliklerin ve yaşam tarzlarının kültürel alanına itilen sol, anlaşılabilir bir şekilde açık siyasi mücadeleden ziyade bireysel olarak kendini ifade etmeye daha fazla odaklandı. Bazen bu tür kültürel tanınma mücadeleleri somut sonuçlar da verdi; örneğin kadınların ve eşcinsellerin özgürleşme hareketleri, on yıllar içinde kürtaj haklarının yasallaşmasını ve dikkat çekici bir cinsel özgürlük düzeyinin kazanılmasını sağladı. Buna karşılık, sayısız karşı kültürün fikirleri ve pratikleri ya tarihe karıştı ya da neoliberal kapitalizm tarafından yaşamı daha da kötüleştirecek şekilde benimsendi: kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, istihdamın güvencesizleştirilmesi, sağlıklı yaşam kültleri…
1970’lere kadar sol aktivizm, teorisyen Rodrigo Nunes’un deyimiyle, çeşitli bir örgütsel ekoloji içinde gelişti: Anarşist yeni sol hareketler, hiyerarşik partilere ve sendikalara karşı ortaya çıktı ve bu “yatay” ve “dikey” örgütlenme biçimleri gergin ama karşılıklı olarak fayda sağlayan bir ilişki içinde bir arada var oldu. Ancak kitlesel partilerin ve militan sendikaların gerilemesiyle birlikte bu ekoloji çöktü. Geriye kalan geçici protestolar ve karşı kültürler, bir zamanlar solu genel olarak canlandıran biyolojik çeşitlilikten mahrum kaldı. Son elli yılın bu durumunda, aktivizm büyük ölçüde kültürel alanda direniş taktiklerine indirgendi. Ara sıra, 2011’de servet eşitsizliğine karşı ayaklanmalarda veya iklim hareketinde olduğu gibi, toplumsal dönüşüme dair radikal vizyonlar yeniden ortaya çıkıyor, ancak bunlar geçici oluyor. Özellikle şimdi, aşırı sağ yükselişteyken, bu vizyonlar daha da soluk görünüyor.
Häberlen, Küresel Kuzey’deki gençlere bir çağrıyla kitabını sonlandırıyor: “Bir şeyler denemeye cesaret edin, ister sokaklara çıkıp siyasi değişim talep ederek, ister cinsiyetçilik ve ırkçılıkla mücadele ederek, ya da burada ve şimdi, kişisel ilişkilerinizde, bir komünde yaşayarak veya savaş ve şiddetten kaçanları destekleyerek daha iyi bir dünya inşa ederek. Tarihin yardımıyla denemeye, başarısız olmaya, düşünmeye ve sonra yeniden denemeye cesaret edin.”
Bu çağrıda yanlış bir şey yok. Ancak, kitabın anlattığı protesto kültürünün tarihsel dönüşümünü yansıtıyor: İktidarı ele geçirmek ve kalıcı toplumsal değişim için örgütlenmeye yönelik çeşitli mücadelelerden, direnişe ve etik çağrılara vardık. İronik bir şekilde, neoliberal küreselleşme, gelişmiş dünyadaki toplumsal mücadeleyi 19. yüzyılın başındaki proto-endüstriyel durumuna geri döndürmüş olabilir: radikal bir şekilde idealist, ancak silahsızlandırılmış ve bölünmüş.