Bir ülkenin çoraklığının, üzerinde hiçbir şeyin yetişememiş, yetişse de aceleyle yitip gitmekte oluşunun görünümüdür kuru otlar. Toprakta biter bitmesine, lakin ne güneşe ne rüzgâra ne de üzerinde bulunduğu ‘yer’e aittir. Çoraklığında hep bir olmamışlığı yankılar; olması için oradadır ama olmayışı da bir kader gibi görünür; zaten ol[a]mayacak olanın umutsuz ve çaresiz varlığının melankolisidir. Ne kuşların ne de böceklerin iskân edemediği otlarda fısıldanan şey sadece sessizliktir; anlamın durağanlaştığı bu sessizlikte yaşam sadece yaşanmakta oluşu, ölüm de kendisine doğru gidilmekte oluşuyla hatırlanır. Yaşam ile ölümün sessiz bir aradalığı, çorak görüntünün yerle uyumsuzluğunda tuhaf bir birliğe meyleder. Sanki her şey ölmek, yozlaşmak, yitip gitmek ve çürümek için var-mış gibi durur. Çoraklık, anlamsızlığında yaşamın hakikatine dönüşür; ki bu hakikat ne kadar ölümü, yitikliği, çoraklığı ve dahi çürümüşlüğü simgelese de, ölmekte olanlara, ölmek için gelmiş olanlara da can verir. Çünkü kuraklık, ölmekte oluşlarını anlamlandıran bir anlamsızlıktır; çoraklığıyla çürütmekte olduğu toprak üstü canlara can verir. Kuraklık kendini kabul ettirir bu anlamsızlıkta; zaten her şey ölmek için gelmemiş midir toprağa? Hayat veren toprak ölümün ilk durağı, yaşayanlara ölümü gösteren dünya altı değil midir?
Kuru otları son sahnede görürüz. O zamana değin herkesin üzerinden basıp geçtiği, geçerken umursamadığı, kimsenin dünyayı kavramasına koşul oluşturan yere dönüp bakmadığı otlar, son sahnede Samet’in dikkatlice bastığı, basarken kendisiyle ve dünya arasındaki mesafeyi idrak ettiği yolun kendisi oluverir. Ancak Samet, otların kuruluğunda dünyanın kendisini değil de kendisinin dünyasını görür. Bu film boyunca -ve başka pek çok Nuri Bilge Ceylan filmlerinde olduğu gibi- karşımıza çıkan alışıldık Samet kimliğinin yeniden karşımıza çıkartılışıdır aslında. Geldiği yere gitmek için gelen, tıpkı toprakta ölmek için biten otların çaresizlikleriyle yaşama içre ölümü kabullenişleri gibi, Samet de zorla geldiği yeri sevmemektedir. Dahası, sevmediği bu yer, zaten gitmek için geldiği bir yer olarak Samet’in hiç gelmemesi, hiç olmaması gereken bir yerdir. Samet için geldiği köy, ne idealize edilmiş mesleğinin icra edilebileceği ütopik ve nostaljik mekanıyla uyumludur ne de onu yetiştiren topluma ödeyeceği borcun masasıdır. Samet, olmaması ve hiç gelmemesi gereken bu yerden kendini daima izole ederek geldiği yeri kendince suçlar, hor görüşüne bir anlam ve meşruiyet katar. Bu meşruiyet içinde köy, sadece kendisinin olmaması gereken bir yer değildir artık; köy hiç olmaması gereken, hiç bitmemesi gereken, çoraklığın ve yozluğun biricik sebebidir. Bu yüzden Samet’in işi kolaydır; sadece yaşaması ya da zamanın geçmesini beklemesine gerek yoktur; bu çoraklık eğer anlamsızlığın, ölümün mekanıysa, burada ölümü deneyimlemenin tuhaflığından kim söz edebilir?
Nuri Bilge Ceylan “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu” diyen bir Karamazov gibi konuşturur Samet’i. Ama Samet, Tanrıyı, Tanrısını öldürmüştür; çünkü Tanrısı Samet’i üzerinde ot bitmemesi gereken bir köye atmıştır ve bu yüzden Samet ölümün deneyimiyle yüzleştirilmiştir. Eğer ölüm sadece bedenin ve yaşamın sonu değil, aynı zamanda anlamın, sözün, hakikatin de yitimi ve bitimiyse, o zaman Samet bu anlamsızlık coğrafyasında ne bulabilir, yönünü, yüzünü ve zamanını neye/nereye yöneltebilir? Nuri Bilge Ceylan şüphesiz Samet’i bu anlamsızlıkta bir cendereye sokmaz; Samet kendine araflaştırdığı bu tanrısız yerde yönünü de anlamını da tam da bu hakikatsizlikten ve kuraklıktan türetmeyi başarabilecektir. Dağa çıkması ‘her an’ aşikâr olan Feyyaz’la konuşurken arkalarından geçen ve kendisine mikrofonla gelen ‘çay daveti’ni “işim olmaz” lafzıyla karşılayan Samet, hiç olmaması gereken bu yerde nasıl olunması gerektiğinin gayet iyi farkındadır. Köyün bürokrasisiyle de oranın yerlisiyle de ne ölçüde beraberlikler kurması gerektiğini bilir ve bunun ölçülerini hep ayarında götürür. Öyle ki, hediye getirdiği Sevim yanında koluna girmişken ikide bir arkasına dönüp bakar. Malum, taşranın küçük yer oluşunun sebep olabileceği gözlerin, bakışların ve yargıların farkında bir karakterdir. Ama yine de arada sırada uğrayıp kendine yaren bellediği veterinerin yanında otururken hep fire verir. Veteriner de tıpkı Samet gibi sinik ve siliktir; ama veteriner bu sinikliğe üzerinde yaşadığı kuraklığın içinden yetişmiş bir çiçek gibi sarılmasını bilir. Samet için ise durum farklıdır; o, zorla geldiği bu yitik ve kurak coğrafyada kendi sinikliğini kader gibi görür. Köye öğretmenlik yapmak onun nezdinde bir ‘görev’ olmaktan öte gitmez çoğu kez. İkinci dönemin ilk sabahı öğretmenler odasında diğer öğretmenlerle konuşurken, onlarla ayrışmışlığında bir benzerlik taşıdığını ayırt edemez. Her biri de orada, köyde, yazgının, görevin, atanmışlığın sebebiyle bulunmaktadır; fakat bu zorla belirlenmiş yazgının içinden tuhaf ve yer yer itici gelen bir haz türetmeyi de ihmal etmezler. Yönetmen, onları meslek aşkıyla yanıp tutuşan öğretmenler olarak değil, de vakitlerinin dolmasını bekleyen ve geldikleri yere demir atmaktan imtina eden bir seyyah veya bir yabancı gibi görmemizi istemiştir belli ki.
Tam bu noktada, taşranın sıkıntısı ile taşrada yaşamaya zorlanmış o sinik memuriyetin stratejik ortaklığı belirecektir: bazı öğrenciler Samet ile ev arkadaşı Kenan’ı şikâyet etmişlerdir ve okul müdürü de ‘yönetmeliğe uygun’ biçimde konuyu il müdürlüğüne intikal ettirmiştir. Konu öyle bir lanse edilir ki, ortada gayrı ahlaki bir töhmet, belirsiz şikâyet, ölçüsüz olabilecek bir soruşturma ihtimali olanca ağırlığıyla her an her şeye dönüşebilecek bir felaket gibi durur. Ama taşranın devleti her zamanki vakur edasıyla konuyu kapatır: herkes ittifak halinde sessizleşmeye, ‘dikkatli olmaya’ ve tabi ki ardını arkasını deşmemeye davet edilir. Ölü yerde sessizlik, böylece herkese bir kez daha can verir: Samet ve Kenan üzerindeki töhmet kalktığı gibi, ‘gereğini yapan’ müdür de yönetmeliğin sağlamış olduğu koruma zırhının altında sessizlikten gerekli payı alır. Olan olmuştur ama üzerinde konuşulabilir ya da konuşulması gereken her şey yokluğa, kuraklığa, ölüme gönderilmiştir.
Esas konu elbette bu değildir. Nuri Bilge Ceylan bize sadece iç sıkıntıların yol açtığı bir girdabı değil, bu girdabın bütün bir yaşam havzasını nasıl etkisi altına almış olabileceğini, ama dahası bu yerle uyumsuz olanların bu yerin anlamsız bırakılışında, üzerine ölü toprağı serpilişinde ve sessiz bırakılışındaki suç ortaklığını sezdirmek ister. Bunu sessizliğin içinde kendisine hep bir boşluk açmayı başarabilen ‘uyumsuz’ Samet aracılığıyla görürüz. Samet geldiği ve hep gitmek istediği bu yerde yaşamayı becerebilen birisidir; hatta bu kuraklıkta ona can suyu veren şey, onu bu kurak yerde yaşamaya zorlayan devletin yönetmeliklerine ve uygulamalarına sızan bir sessizliktir. Bu sessizlikte görülen şey sadece varlığı istisnaya tabi kılınmış olan taşranın bir paranteze alınması değildir; sessizlik, kuraklıkta can bulan bir yaşamın tortularını sızdırır. Bu kuraklıkta can bulan şey, varlığını hep taşraya karşı tutan ama beri yandan ona da borçlu olan o siniklik, o ‘bir gitse her şey düzelecek’ diyen ruh hali, karşı olduğu, kendini ayırdığı şeyin sessize alınmışlığında hayat bulur. Samet’in müdürle konuşurken olayın neden geliştiğinin inceden farkında oluşu ama bunu bulunduğu yerde mevcut olmadığına inandığı yüksek ‘ahlaki’ ilkelere bağlayıp kotarmaya çalışması, bir boşluğunu ve fırsatını gördüğünde olayın tüm mesuliyetini ev arkadaşı Kenan’ın sırtına yükleyebileceğinin farkına vardığında hissettiği hazzı ve tabi ki olaylar gelişirken birdenbire Sevim’e ve onun vasıtasıyla sınıfa bir anda sırt çevirişi; her biri de Samet’in sessizlikte ve ölümde kendine bulduğu nefeslerdir adeta. Sınıfa bir anda parlarken onların buraya, çoraklık ve kuraklıkla dolu bu ölü yere mahkum olduğunu söyler. Sırf yanlış yerde doğmuş oldukları için değildir bu öfke; bu yanlış doğum Samet’i de oraya çeken yazgının başlangıcı olmuştur. Taşraya gelenlerin yöreye ve onun halkına duydukları o isimsiz nefret Samet’te de vardır. En ufak bir kıvılcımı bekler bu öfke; zaten ait olmadığı, gitmek istediği, kendini hep yabancı ve dışarıda hissettiği bu ölü yere duyduğu öfke, ondan hiç beklemediği bir anda açığa çıkar. Ama Samet’i öfkelendiren asıl şey, Sevim’in -isimsiz olduğunu tahmin edebileceğimiz- mektubunda öfkesine, ölümlülüğüne, çoraklığına rağmen onu buraya çekmeyi başarmış duygunun boşluğuyla karşılaşmasıdır. Sevim, Samet’in düşündüğü gibi ya da onun sandığı kadar Samet’e hayran değildir; mektubunu alamayışıyla öğretmenini hemen hiçe saymayı bilir. Samet’i öfkelendiren şey, Sevim’in bu iktidara nasıl, hangi hakla sahip olabildiğidir. Zaten Samet’in farkına vardığı şey, kendi iktidarının eksiltili varlığıdır: kendisine ancak Sevim’in gözünden bakabilen, erkekliğini buradan türetebilen Samet, Sevim’i kendisine tabi kılmaya da mahkumdur. Sınıftaki öğrencilerden biri, onun hep Sevim’e söz verdiğini hatırlattığında, bastırmakta olduğu şey açığa çıkar. Samet, bu ölü yerde, bu kuraklıkta, hep bu yozluğun içinde var olduğunu düşündüğü şeylere içten bir mecburiyet halindedir. Taşraya duyduğu öfkeyle var ettiği erkeklik egosunu, Sevim’in hayran bakışlarıyla destekleme zorunluluğu, onu hep bir cendereye sokar. Bu öyle bir cenderedir ki, Sevim’e aldığı ayna dahi onun bilinçaltındaki bu mecburiyeti dışa vurur. Ayna kusursuz bir bilinçdışı nesnedir; Samet, Sevim’in aynaya bakarken orada kendisine bakan gözlerini bulacağını ümit eder. Sevim, kendisini, Samet’in onun gördüğü gibi görmelidir; çünkü Samet kendisine hep Sevim’in gözünden bakmaktadır.
Samet’in bir kadının bakışına duyduğu o tuhaf mecburiyet, Nuray’ın varlığında büsbütün farklı bir bağlama taşınır. Nuray, başlangıçta, Samet’in Kenan için düşündüğü birisidir. Ne var ki Samet, Kenan’ın Nuray ile yakınlaşmasından rahatsızlık da duyar; çünkü bu yakınlaşma, Samet’in bulunduğu yerde olmadığını sandığı bir şeyin varlığını sezdirmektedir. İnsanlar burada, bu kuraklıkta mutlu ve umutlu olabilmektedir; illa ki her şey ölüm, çoraklık ya da yitiklik olmak zorunda değildir. Samet, bu noktada kendi eksikliğiyle bir kez daha karşılaşır: başlangıçta Kenan’a uygun gördüğü kişiyi bu sefer kendi için ister. Psikanalizin meşhur “arzu, başkasının arzusudur” şeklindeki sözü devreye girer burada. Samet, Nuray’ı ister, çünkü onu elde etmek, Kenan’daki eksiği, Kenan’ın Samet’ten daha az olduğunu gösterecektir. Samet hep başkalarının gözündeki Samet’i yüceltme, fazlalaştırma derdindedir; bu fazlalığın onu ne kadar yormakta olduğunu banyoya geçip aldığı hapta görebiliyoruz. Orada Samet’in erkekliğinde, onun Nuray’a olan ilgisinde doğallığın bulunmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Yönetmen, Samet banyoya geçerken onu setin içinden yürüterek bu yapaylığa göndermede bulunur. Ama bu yapaylık sadece Samet’in erkekliğindeki eksiltilmişlik ile sınırlı değildir. Ortamın kendisi zaten bir sahnedir; Nuray ve Samet’in aralarındaki konuşmanın hemen akabinde Samet’in banyoya geçişi, hemen öncesinde yaşanan konuşmanın, ne kadar ciddi olursa olsun, taraflarının kendi dünyalarını bu sahneye aktarma, kendi gerçekliklerini bu dünyanın gerçeği gibi gösterme telaşı olduğunu gösterir. Nuray’ın siyasi ve ideolojik kimliğinde bu telaşın anlamlı bir tarafı var şüphesiz; ama bireyci bir Samet bu telaşa nereden ve neden kapılmıştır? Çünkü nasıl Sevim’in bakışlarına ihtiyaç duyuyorsa, Nuray’ı da kendi hakikatine ikna etmesi gerekir. Sevim ve Nuray, Samet için, kendi egosunu yapılandırmak için, ama en önemlisi uyumsuzlukla ve salt bireyliğiyle yaşamak zorunda olduğu topluma angaje olabilmesi için kendisine seçtiği kapılar olarak belirir. Samet, bireyliğini, bireyciliğini ve kuraklığın içinde normalleştirilmesi için seferber olduğu bencilliğini, onu yüceltmesine imkân tanıyacak ötekilere borçlu. Bu yüzden Samet hep kendisine ötekilerin gözünden bakmak zorunda kalıyor; ama onlar da kuraklığın ikliminde yetişen sessizliğin paydaşları oldukları müddetçe Samet’e istediklerini vermekten yoksunlar. En son sahnede kendisine pasta getiren Sevim’in davranışının arkasında yatan nedeni hala göremeyişi bununla ilgili değil mi? Samet, olayı unutan, geride bırakan, gitmekte olduğunun farkında olup bir gönül almak maksadıyla yanına gelen Sevim’in davranışında hala ‘kendisi’ için, kendi gözünden anlaşılması gereken anlamlar arıyor. Sevim’in sessizliğinde dahi gördüğü tek şey, onun kendisine yanıt veremeyişi, yani bir iktidarsızlık hali. Ama Samet, Sevim’i konuşmaya zorladıkça, ihtiyaç duyduğu o anlamın Sevim’in kendisinde olduğunu ifşa ediyor. Dahası, Sevim’in bunun farkında oluşu ya da olmayışından bağımsız olarak, bu eksikliğin üzerine çullanıp buradan kendisine bir erk alanı yaratmaktan geri duruşunu dahi göremiyor Samet. Çünkü Sevim’in bu tavrı, Samet’in görmek istemediği, derinlere, kuraklığa gömmek istediği bir gerçeği ifşa ediyor. Sevim’in umursamazlığı, ne yaşanırsa yaşansın onun olanları unutmaya hazır ve istekli oluşu, kısaca umursamaması, Samet’in gözden kaçırmak istediği tek şey. Tıpkı Nuray’la geçirdiği gecenin ardından eve dönüşünde, bir önceki geceyi sırf Kenan’a karşı yaşayacağı bir zafer olması için gören, hatta sırf bunun için yaşayan Samet’in, birkaç gün sonra eve gelen Nuray’dan umduğu o yakınlığı göremeyişinde açığa çıkan anlamsızlık gibi. Gerçi Samet, Nuray’dan istediği yakınlığı da sırf Kenan görsün diye ister. Belki Nuray farkındadır, ama o da Sevim gibi Samet’e ihtiyaç duyduğu şeyi vermez. İkisi de, Sevim de Nuray da, Samet’i kendi yarattığı anlamsızlıkta, suyun varamayacağı bir kuraklıkta bırakır. Samet bu kuraklığı üzerinde yaşamak zorunda kaldığı yerin dayattığı bir şey olarak algılayacak olsa da.
Bu yüzden Samet’in gitme isteği, bulunduğu yerden ayrılamayacak oluşunda imkansızlaşır. Nuray Samet’i arada yoklar; ‘gittiğin yere kendini götürmeyecek misin’ dediğinde, aslında onun ruhundaki karanlığın ve kuraklığın gittiği yeri de çoraklaştıracağına imada bulunur. Ama Samet, ne de olsa taşraya ‘zorla’ getirilmiş bir kentlidir; buradan ayrıldığında her şeyin değişeceğini bilir. Son sahnede, tepeye doğru yürürken, gitmek üzere biri gibi değil de, bir gün gideceğini bilen biri gibidir. Samet gidecektir, ama bir gün! O gün gelene kadar da kendisini bu kuraklığa kapatmanın nedenini bilecek, bu kuraklıkta yaşamak için gerekenleri yapacak ve tabi ki kendi susuzluğunda başkalarının çoraklığını yutkunacaktır. Kendi kuraklığını görmemek için baktığı her yerde çorak, susuz, ölü bir yer görmeye de mahkumdur. Bu yüzden gitmek isteyişi, daima gidemeyişi ile ertelenecektir Samet’in; ama bu erteleme, kuraklığını içsel sıkıntı olmaktan çıkarıp dünyasının hakikatine dönüştürdüğü oranda da yaşadığı yere uyduracaktır onu. Tıpkı geldiği günden bugüne deneyimlediği o kurak ve ölü yaşamlar gibi.