Bu yazı, 1940’lı yılların başında ülkenin kültür ve sanat çevrelerini uzun süre meşgul eden; önce edebiyat dergilerinde, sonra gazetelerde, giderek ülke kamuoyunda bitmek bilmeyen tartışmalara neden olan, nihayetinde mahkeme salonlarına taşınan ve “Hamlet Davası” olarak tarihe geçen bir hikâyeyi anlatacak. Yazı, haklı haksız meselesi üzerinde durmayacak; bir tiyatro oyununun sahnelenmesinin ülkede kopardığı büyük fırtınayı aktararak bir dönem Türkiye’nin nasıl bir kültür sanat ortamında yaşadığını hatırlatmayı amaçlayacaktır.
Kılıçlar çekiliyor
İstanbul Şehir Tiyatrosu, 1941-1942 tiyatro sezonunu Shakespeare’in Hamlet oyunuyla açar. Seyirci Muhsin Ertuğrul’un yönettiği bu yorumla ilk kez 1 Ekim 1941 günü buluşur. Olmak ya da olmamak meselesinin memleket meselesine dönme hikâyesinin fitilini tiyatro yazarı ve eleştirmeni Celâlettin Ezine’nin söz konusu yapım için yazdığı eleştiri yazısı ateşler: “Tepebaşında Bay Shakespeare’in oğlu Bay Hamlet katlolunmuştur!”
Celâlettin Ezine, Tasvir-i Efkar’da yayımlanan yazısında Şehir Tiyatrosu’nun, Hamlet oyununu da Hamlet karakterini de zerre kadar anlamadığını, dolayısıyla da aktaramadığını yazar. Yazıda genel olarak “Sizin Hamlet için daha kırk fırın ekmek yemeniz lazım” tonu hakimdir ve bu tondan yönetmen ayrı, çeviri ayrı, oyuncular ayrı ayrı nasiplerini alır. Oyuncular için mesela, “oynadığı yazarın tasavvur ettiği iç dünyayı kavrayamamış sanatçılar” diye söz eder. Ezine, oyunu sonuna kadar izlemeye tahammül edemediğini, üçüncü perdede tiyatroyu terk ettiğini söylerken, oyunu bilmeyenler için şimdilerde “spoiler vermek” denen sürpriz bozanlığı da göze alarak “Tiyatroyu üçüncü perdenin dördüncü tablosunda terk ettim. Çünkü Hamlet daha beşinci perdeye gelmeden katledilmişti. Bir naaş seyredilemezdi” deyiverir. Ne olduysa bu yazıdan sonra olur. Muhsin Ertuğrul defans hattını hiç gecikmeden kurar: “Celâleddin Ezine! Hamlet’e Niye Geldin, Niye Çıktın?”

Muhsin Ertuğrul, bu karşı yazıyı kalemle değil Hamlet’in Polonius’a çektiği kılıçla yazmış gibidir, her bir cümlesinden kılıç sesi gelir. Ezine’yi yarım yamalak tiyatro bilgisiyle ve bomboş sanat dağarcığıyla tiyatro işlerine karışmakla, ucuz malûmat satmakla suçlar. Yetmez; gösteriş meraklısı olması, şöhret ihtirasıyla kavrulması, bilgiçlik taslayarak sanat hudutlarına destursuz girmesiyle devam eder. Ertuğrul’a göre Ezine; çalışma, deneyim, seyir kutsallığı gibi kavramları hiç tanımamış, bir eser yaratmanın zorluğunu hiç yaşamamış bir mirasyedidir ve “güneş yüzü görmeden, bir maden amelesi gibi, rutubetli, kuytu bir bodrumda, gece gündüz çalışan” tiyatro emekçilerinin emeklerini yok saymıştır. Oyunu karalamaya daha baştan karar vermiş bu biçareden, objektif olması beklenemez. Bu darbelerle de yetinmeyen Muhsin Ertuğrul, kılıcını Polonius ölene kadar saplamaya niyetlidir:
“Celâleddin Ezine bir piyes nasıl seyredilir, tiyatroda nasıl oturulur, tiyatronun kendisine göre bir edep ve erkânı var mıdır yok mudur, onu bilmiyor. Temsil esnasında ve burnunun dibinde canını dişine takmış bir sanatkâr, çocuk doğuran bir ana ıstırabıyla bir şahsiyet yaratmaya kıvranırken bu zibidi, önündeki arkadaşıyla vır vır vır konuşacak kadar halka ve sanatkârlara saygısızlık etmiştir.”
Peyami Safa: Meraklı bir zabıta vakası
Temposu giderek artmaya başlayan maçta topa Peyami Safa da girer. Safa da eleştirisini “spoiler vermek” üzerine kurar. Shakespeare’in son perdede öldürdüğü Hamlet’in, Şehir Tiyatrosu’nun yorumunda bu kadar dayanamadığını, Hamlet’in daha birinci perdede “kendisini temsil eden tahta yapılı aktörün hışır sesiyle” konuşmaya başlar başlamaz, piyesin bütün karakterleriyle birlikte öldüğünü yazar. Safa, melodrama indirgendiğini de iddia ettiği bu Hamlet yorumundaki Hamlet için “Babasının katilini arayan bir kaçığın intikam sevdasını canlandıran meraklı bir zabıta vakası” derken Ezine’nin oyunun ve karakterin derinliğinin anlaşılmadığı eleştirisine benzer bir eleştiri getirmiş olur. Ama esas meselesi şudur:
“Artık yeter. Bu adam ve onun elinde bu müessese çoktan iflâs etmiştir. Türkiye’de tiyatro ile meşgul insan yalnız o değil, tiyatrodan anlayan insan hiç o değildir. Şehir Tiyatrosu’na yolunu gösteren değnek, önüne gelen adamı kurt sanarak üstüne saldıran bu sinirli çobanın titrek ellerinden alınmalı, muaşeret ve kültür seviyesi kifayet derecesinde bulunan bir heyetin eline bırakılmalıdır.”
Peyami Safa’ya verilen cevap ironik, muzip ve zekicedir:
Yukarıdaki 1941 modeli modern jurnal üzerine hemen rejisör kovulmalı, yerine yazısında namzetliğini koyduğu kifayetli heyet reisliğine Peyami Safa, azalıklarına da Celâleddin Ezine tayin edilmeli (!) Onların idare edecekleri tiyatromuzda da Şekspir gibi kötü muharrirlerin (Hamlet) gibi berbat eserleri yerine (Bir Misafir Geldi) ile (Cingöz Recai) oynanmalıdır.

“Barışın dostlarım!”
Tam bu noktada maça Halit Fahri Ozansoy da dahil olur. “Tiyatro Âlemimizdeki Hâdise: Muhsin’e ve Celâleddin Ezine’ye Açık Mektup” yazısıyla maça hakem olarak girmiş gibidir. Her iki ismin de yanlış yaptığını, “adi dedikodular, tezyifler, tahkirler”le uğraşmak yerine verecekleri hizmetlere odaklanmalarını ve derhal barışmalarını salık verir. Ezine’yi Ertuğrul’a başarılı bir oyunun üstünden saldırmakla suçlarken, bu saldırının sadece Ertuğrul’a değil “birçok genç zekâ ve kabiliyet”e de yapıldığını söyler. Ertuğrul ise otuz yılda dişiyle tırnağıyla inşa ettiği tiyatro kariyerini öfkesine yenik düşerek harcamamalıdır. İki taraf da mahkeme kapılarına düşmeden karşılıklı inatlarına son verilmeli, fikir ve sanat dünyasına örnek olmalıdır: “Haksızlıklarınızı ve çirkin sözlerinizi geri alın ve barışın dostlarım!”
Ozansoy, yazısında sadece bu maçın oyuncularına değil başka oyunculara da sarı kartın ucunu gösterir. Ezine’yi, Süleyman Nazif’ten bilinen “şahsını sevmediğim insanın eserinden hoşlanmam” tavrını bırakması, duygularıyla eleştirilerini karıştırmaması, güzel bir oyunu da alkışlamayı bilmesi yönünde tembihler. Tartışmaya bu noktada katılan Nusret Safa Coşkun ise herkesi mantıklı davranmaya, gerçekleri görmeye ve hislerine esir olmamaya çağırır. Onun meselesi en çok yedek kulübesiyledir. Şehir Tiyatrosu’nun Muhsin Ertuğrul’un elinden kurtulması gerektiğini söyleyenlere kulübeyi gösterir: “Elinizde yerine ikame edebileceğiniz Muhsin’in yarı bilgisine ve yarı kıymetine sahip bir yedek var mı?”
Tam bu noktada devreye giren Hikmet Münir, haftalardır gündemi meşgul eden tartışmanın adını “edebi münakaşa” koyar. Münakaşa’ya dahil olma sırası Orhan Seyfi Orhon’a gelir:
Maşallah, Türkiye’de tiyatro ne kadar ilerlemiş! Türk sahnesi artık Hamlet piyesinin şu veya bu şekilde temsili ile uğraşıyor. Muharrirler, Hamlet’e şu veya bu karakterin verilmediğine sinirleniyorlar. Aktörlerin temsil hatası, rejisörün sahneye koyuş tarzı kıyametler koparıyor. (…) Bu vaka bir tarafa konursa, yüz senedir tiyatromuz yoktur. Henüz başlamamıştır bile! Keşke tiyatro tekniğinde o günkü kadar geri olsaydık. Keşke sahnemiz yine salaştan olaydı! Fakat bugün de bizi böyle sarsacak, coşturacak, düşündürecek, birkaç piyesimiz bulunsaydı! Yok, hiçbir şey yok. Yüz seneden beri sahnemiz bomboş. Biz yokluğun karşısında ne yapacağımızı düşüneceğimize birbirimizin yakasına yapışmış Hamlet piyesi yüzünden mahkemeye gidiyoruz.
Hamlet kavgasını bir Molière komedisine benzeten Refi Cevad Ulunay, Ezine’yi daha oyunu seyretmeden bir yargıya sahip olmakla, Ertuğrul’u da ona cevap verme telaşıyla konunun özünden uzaklaşmakla suçlar. Peyami Safa’nın “önüne gelen adamı kurt sanarak üstüne saldıran sinirli bir çoban” olduğu tespitinin doğruluğunu vurgular. Ancak Ertuğrul’un aynı zamanda son derece titiz bir tiyatro insanı olduğunu, oyuncuları çalıştırma biçimindeki başarısını, tiyatroya şahsiyet verdiğini de anlatır. Ancak eğer bu Hamlet kavgası patlak vermemiş olsa, Ertuğrul’un bu defa da Kibarlık Budalası için yazdığı eleştiri yüzünden kendisine çatacağını da ekler. Muhsin Ertuğrul’un bir yönetmen olarak dünya tiyatrosunda hiç adet olmadığı biçimde eleştirilere cevap vermesini de eleştirmenleri neredeyse susturmak istemesiyle açıklar. Ancak oyunu beğenmiştir:
Hamlet, Türk sahne tarihine parlak bir sayfa ilâve edecek kadar güzel oynandı. Sanatkârlar gözümde dağlar deviren devler gibi büyüdü. Talât’la, Mahmut Moralı ile Avni Dilligil’le, Hadi Hün’le sanatımız iftihar edebilir. Bilhassa piyeste esaslı rol olan Hamlet’i onayan Talât, son perde indiği zaman yalnız alkışlarla değil, sayhalarla selâmlandı ve buna fazlasıyla hak kazanmıştı.
Olan bitenden yorulanlar da vardır ama onlar da tartışmanın ateşine odun taşımaktan geri durmazlar. Osman Celal Kaygılı’nın mizahi çıkışı bunlardan biridir:
İstiyorum ki bu sefer de Otello’yu, Kleopatra’yı yahut da Faust’u, Kral Lear’i falan sahneye oturtsun ve Celâlettin Ezine yahut da Kemalettin Reçine buna içerlesin; ilk temsilin ertesi günü, tutsun gazetesinde; ‘Otello’yu Tepebaşı’nda kötüye boğdular’ yahut ‘Tepebaşında Kleopetra’ya nalları diktirdiler’ filan diye bir şeyler çiziktirsin, bunun üzerine tiyatronun mecmuası da ‘Bunu yazan muharrir, o gece tiyatroya geldiği zaman Ansefalit letarjik hastalığına müptelâ idi. Onun için oynanan eser hakkındaki müşahedeleri gayet derin ve ağır bir rüya mahsulüdür. Sakın bu yazıya metelik vermeyin’ diye yazsın, ondan sonra da meseleye Selâmi İzzet karışsın, başkaları da karışsın. İkdam’da yepyeni bir Othello veya Kleopatra tefrikası neşretmeye başlasın, bendeniz de böylelikle bir iki gün daha istirahat edeyim.
Çeviri de nasibini alıyor
Tartışmalar oyunun reji yorumu, oyunculuk anlayışı ya da dramaturgisiyle sınırlı kalmaz, oyunun çevirisine de sıçrar. Feyzi Dördüncü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Edebiyatı Şubesi’nin Halide Edip Adıvar ve Vahit Turhan öncülüğünde yaptığı çevirinin özensiz olduğunu düşünür. Ezine de aynı fikirdedir, cevabı Halide Edip’ten alır:
… [Eleştiri] tercümeyi tenkitten ziyade Nef’î’nin fahriyesini gölgede bırakan bir ‘Celâlettin Ezine Kasidesi’ halini alıveriyor. Her ne kadar kasidenin vezni ve kafiyesi yoksa da kendini beğenmişliğin bir insanı tenkit perdesi arkasında neler söyletmeğe kadir olduğunu göstermesi bakımından eğlenceli ve ibrettir.
Çeviri meselesi oyunu beğenen ve fakat çeviriyi beğenmeyen Necip Fazıl ve Halide Edip arasında da uzar gider. Karşılıklı yazılar yazılır. Bu karmaşada Selâmi İzzet Sedes, Mefharet Ersin’in de yardımını alarak Türkçe çeviriyi Guizot’nun Fransızca çevirisiyle karşılaştırır. Gazetede beş gün yayınlanan çalışma, Halide Edip Adıvar’ın eleştirilerde çeviri hatalarının neler olduğunun söylenmediği yakınmasına cevap niteliğindedir. Sedes bununla da yetinmez üniversitenin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuya uzaktan seyirci kalmamaları gerektiğini savunur.

Hamlet mahkeme kapılarında
Burada sadece bir kısmını aktarabildiğim bütün bu tartışmalar1Yazının akışında makaleler dışında temel olarak Mustafa Özcan’ın “İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda 1941 Yılında Oynanan Hamlet Piyesinin Sebep Olduğu Tartışma ve Davalar” çalışmasından yararlandım. Yazıların ve davanın ayrıntılarını merak edenler için. ve benzerleri ve onlarcası dava konusu olur, ifadeler alınır, verilir, bilirkişi heyetleri oluşturulur, Hamlet davasından yeni yeni davalar çıkar. Mesela Talât Artemel, Peyami Safa’nın, Tasvir-i Efkâr’da yayımlanan “Tiyatromuzun Hali Ne Olacak?” başlıklı yazıda kendisine hakaret edildiğini öne sürerek yazarı dava eder. Kamuoyu önceleri karşılıklı yazılan yazıları, yazılardaki fikir ayrılıklarını, tartışmaları gazetelerden takip ederken bu defa mahkeme salonlarından haber bekler hale gelir. Hamlet oyunu üzerine bir eleştiri yazısıyla başlayan Hamlet Davası’nda yargılamalar sonunda mahkeme, tarafların birbirlerine karşılıklı hakaret ettiklerine kanaat getirir. Peyami Safa, Ziyad Ebüzziya ve Cihat Baban altışar ay hapse ve yüzer lira para cezasına, Muhsin Ertuğrul ile Zeki Coşkun ikişer ay hapse ve otuz üçer lira para cezasına mahkûm olur, Celâlettin Ezine ise beraat eder.
Sonra itirazlar, temyiz, yeniden görülen davalar, tanıklar, sanıklar. Aylarca süren yeni tartışmalar, yeni yazılar, yeni makaleler. Kavga, hakaret, kişisel hırs filan kısımlarını çıkardığımızda, geriye yazılar, tiyatro üzerine akıl yürütmeler, akıl alıp vermeler, mahkemelerde Hamlet metninin, çevirisinin, rejisinin, karakterlerin, oyunculuk biçimlerinin, dramaturginin, ulusal tiyatronun, sanatın, kültürün tartışıldığı oturumlar kalıyor.
Ülkenin bir zamanlarki kültür sanat ikliminden bir acayip hikâye. Bana kalırsa, işte bütün mesele bu.2İlk kez Yön Dergisi, Ocak 2018, Sayı 11’de yayımlanmıştır.