Giriş
Öğrencileri ile kent sokaklarını süpürerek topladığı çöpleri cam bir sandık içinde sergileyen Joseph Beuys bu eylemi “Sosyal Heykel” olarak tanımlar. 1960’larda ortaya attığı, sanat ve politika sentezi olan bu kavram bugüne dek kentsel ayaklanmaların yarattığı dinamiklerin, bilinçlenmelerin ve toplumsal oluşumların habercisidir. Beuys’un bu eylemi üniversitedeki hocalığına mal olmuştur ama, gerek Fluxus Sanat grubu içinde sanat ve gündelik pratikleri bütünleştirme üzerine kurulu performans ve yerleştirmeleri, gerekse avant-garde hareketler içindeki öncü etkinlikleri ve manifestoları Beuys’a 20. yüzyıl sanatı içinde unutulmayacak bir konum kazandırmış ve kente farklı gözlerle bakmamızın öncüsü olmuştur.
Her ne kadar bir süre sonra Beuys tekrar üniversiteye davet edildiyse de, içinde yer aldığı Fluxus Sanat grubunun ilkesi, kurumlar dışından toplumla ve gündelik yaşamla ilişki kurmak; yaşamı, her olgusu ile sanatın konusu ve kapsamı haline getirmek idi. Bu ilke, politik ve karşı-politik pratikler için de geçerli olabilir. Nitekim, Gezi olaylarında karşı geliş ve direniş artık çoklu ilişkilerle, gündelik eylemler ve pratiklerle ve sanatla gerçeklik ve geçerlilik kazanmış ve angaje eden bir eylem olarak aynı zamanda estetik bir içerik edinmiştir. Direniş eylemlerinin farklı kesimleri bir araya getirmesi ve bir diyalog ortamını oluşturması günümüzün yalnızlaştıran, yabancılaştıran politik ve ekonomik sistemlerine karşı olumlu bir toplumsallık geliştirmektedir. Gündelik eylemlerle iç içe bir direniş ve ikamet edilen çevrenin karmaşık yapısının bilincinde olmak, idari güçlerin halkı homojenleştirerek kontrol etme stratejisine karşı en etkili silahtır. Zira çokluk ve karmaşıklık tek bir düzene sokulamaz, sürekli merkez değiştirir ve böylece kendi üstünde egemen olmaya çalışan merkezi gücü bozguna uğratır.
Bu metinde kentin sosyal yapısı irdelenecek, kentsel ayaklanmaların ve sosyal birlikteliklerin politik, kültürel-estetik gizilgücü konu edilecektir. Bu bağlamda sosyal eylemlerin gerek kent mekânını dönüştürme gerekse estetik ve etik olgular yaratma güçleri, Gezi olayları bağlamında ele alınacaktır. Beuys’un “Sosyal Heykel” kavramı kente uygulanarak kent, mimari, kültür ve sanat ilişkileri sosyal açıdan incelenecek, günümüzün sosyal ve politik çıkmazları için yeni görüşler sunulmaya çalışılacaktır.
Burada estetik sözcüğünü farklı anlamlarıyla açıklamak gerekiyor. Estetik genelde anlaşıldığı gibi güzellik ve her zaman olumlu algılarla ilgili değildir. Daha ziyade algılanana verilen anlamlarla ve bu anlamların sosyal ve kültürel şartlanışlarıyla ilgilidir. Bu anlamda sosyal bir estetik yaratma, herhangi bir sosyal bir araya gelişte, insanlar arasında benzer algılar ve benzer anlamlara yol açacak, bu bakımdan kentsel ortama daha derin bir birliktelik duygusu katacaktır.
Beuys’un “Sosyal Heykel”i
1960’lardan bugüne kentin sosyal plastiği ve politik nitelikleri üzerine yazılanların çoğu o günden bugüne dünyanın farklı kentlerindeki toplum hareketleri tarafından tetiklenmiştir. Bu bağlamda, Beuys ve öğrencilerinin ele aldığı şekliyle eyleminin neden sosyal yontu olarak düşünülmesi gerektiği birçok şekilde açıklanabilir. Kent sokaklarını süpürmek ve çöpleri sosyal bir veri olarak görmek kent ve kullanıcısı arasındaki önemli ilişkilere işaret eder. Öncelikle sokağı dönüştürmek, şekillendirmek, müdahale etmek, hiçbir kentsel projenin kenti kullananlar için düşünmediği sahipleniş türleridir. Lefebvre bütün kentsel proje ve biçimlendirmelerin kullanıcılarının hilafına yapıldığını ve kullanıcıyı pasifleştirdiğini iddia eder.1Lefebvre, H. (1970) La Revolution Urbaine, Paris: Gallimard Kentlinin sokağa çıkıp sokağı süpürmesi kente aktif olarak katılımın göstergesidir. Bu sahipleniş bir iradenin ifadesi olduğu kadar kenti dönüştüren bir eylemdir. Beuys için sanatın en önemli niteliği dünyayı dönüştürme ve değiştirme imkânıdır. Son yıllarda kent ya da kumsallar, parklar gibi doğal ortamları temizleme, arındırma hem ekolojik iyileştirme çabalarına hem de insanlar arasında, ortak eylemler vasıtası ile kurulan etkileşimlere dikkat çekmektedir. Bu tür eylemler ortak amaçlar belirleyerek hem daha etkin bir katılım sağlar hem de insanlar arasında anlamlı ilişkiler geliştirir.
Herkesin yaratıcı olduğu ya da yaratıcı potansiyelinin gerçekleştiği ve yeni bir sosyal bütünlükte yer aldığı bir devrimin gerçek sanat olacağını ve dünyayı değiştireceğini söyler Beuys ve yontuyu oluşturan süreç ve yontu kuramı devrim düşüncesini ve biçimini oluşturacak sürece örnek olabilir ona göre. Zira bir yontu önce hayal edilir, fikir ve düşünce olarak belirmeye başlar, zamanla düşüncede daha kesin bir şekil alır, malzemesi hazırlanır, yoğrulmaya, yontulmaya başlanır ve zaman içinde nihai şekline ulaşır. Toplumsal bir eylem de tıpkı yontu gibi zaman içinde yoğrularak kendi sürecini oluşturarak biçimlenir. Bu bakımdan Beuys yontuyu toplumsal bir eylemin sembolü olarak görür. Sosyal Heykel, içinde yaşadığımız dünyayı nasıl şekillendirdiğimiz, nasıl oluşturduğumuz ve değiştirdiğimiz demektir. (2)
Günümüzde giderek yoğunlaşan ve yaygınlaşan ayaklanmalar Beuys’un sözleri ile “eylem sanatı”nın kendisidir ve belki de giderek Beuys’un habercisi olduğu toplumsal sanatın gelişimini gösteriyorlar. Bugün artık kentleri, kentlerin kamusal alanlarını, yeşil alanlarını, yol, kaldırım ve duvarlarını ve kapalı mekânlarını bu eylemler aracılığıyla sorgulamaya, yorumlamaya ve “çoklu” gizilgüçleri ile kavramaya ve kentliye açık alanlar olarak görmeye başladık. Aslında Beuys ve öğrencilerinin eylemi ve daha sonra birçok kentte gençlerin ve dışlananların duruma-karşı eylemleri kent mekânına aktif bir katılım olarak görülmeli. Bir başka deyişle, kentin fizikselliğine kendi fizikselliği ile katılarak kentin bir parçası olmak demektir. Bu tür bir katılım ister istemez kentin hem maddi hem manevi parçasını oluşturur. Gezi olayları ile ilgili imajlar kentin asıl yapısının temelde sosyal beden olduğunu göstermiştir.
Etkileşimlerin Mekânı Olarak Kent(in Yapısı)
Bugün artık kentin gerçeği statik fizikselliğinde, yapılarında, yollarında, caddelerinde değil, sosyal devinimlerinde, insanların yaşam ritimlerinde, iletişim ağlarında mevcuttur. Kente dikilen statik yapıların çoğu insanların yalnızlaştığı, yabancılaştığı, tecrit olduğu yerler olarak görülebilir; ama asıl kent, zaman ve mekânın devindiği kent, insanların iletişim ve etkileşim içine girdiği, diğer bir deyişle bu etkileşimleri mümkün kılan, alanların insan hareketleri ile yaşadığı coğrafyadır. Bu coğrafya bazen görünmez olur ama bir iletişim ve aktarım ağına dönüşür; bir bilinç alanı olur.
Bugün kent farklı şekilde algılanmakta, farklı haritalarla çizilmekte, yeni imgelerle tanınmaktadır. Sosyal medya, insanların yarattıkları haber ağları, kentin fiziksel yapısı altında, farklı bir düzeyde, etkin dinamik bir alan yaratmaktadır. Bu kenti farklı bir coğrafya olarak görmemizi sağlayan ise yeni bir kent haritası oluşturmaktadır. Bunun ötesinde kent imgesini ve kavramını tümüyle değiştiren sosyal hareketler, kinetik dinamikler, insan bedeninin, canlıların eylemsel ve atmosferik varlığıdır.
Kenti alışılagelmiş şekilde düşündüğümüzde mimari ve fiziksel yapı, sokaklar, binalar, duvarlar, parmaklıklar, caddeler, vitrinler, statik olarak dikilmiş yapılar, asfaltlanmış yollar aklımıza gelir; genellikle büyük bir maket, statik bir yapı ve insan hareketine engel olan bir duvar. Wim Wenders’in belgesel filmini çektiği Tokyo, çekim saatinde bomboş bir hayalet kent gibi görünüyordu. İşte genellikle aklımıza gelen kent imajı aklımıza böyledir. Kentin insanları muğlak karaltılar gibi bu yapıların arasından geçiyor, yok olup gidiyorlar. Her yeni çağ bu yapılaşmada farklı biçimler sunuyor. Yapılar yükseliyor yıkılıp yerine bir yenisi, farklı bir görünüşle karşımıza çıkıyor; ama her baktığımızda ve hayal ettiğimizde genellikle kenti statik cisimlerin bir karması olarak görüyoruz.
Bu bağlamda hem kentsel yapıya hem de mimarisine farklı gözlerle bakmamız gerektiği son ayaklanmalarla açığa çıkan bir gerçektir. Mesele kenti yapılarıyla inşa etmek ya da tasarlamak değil, içinde yaşanan mekânların karmaşıklığını bir bilgi havuzu olarak değerlendirmek ve bu karmaşıklığı aynı zamanda angaje olabilme fırsatı olarak değerlendirebilecek yeni beliren bir bilinçtir. Bu bağlamda, İstanbul gibi, Türkiye’deki birçok kent merkezi ya da sınır bölgeleri gibi, “kontrol dışı” alanlar, kente yeni gözlerle, yepyeni yorumlarla bakarak farklı bir coğrafya tahayyülü üretebilir. Zira, Gezi olaylarından ya da Fransa’da 2010 yılındaki banliyö ayaklanmalarından anlaşıldığı gibi, geleneksel kent tasarımları ve politik çözüm iddiaları ile kenti yeni bir sosyal mekân olarak inşa etmek ya da tasarlamak imkânsızdır. Bugüne kadar her türlü akademik ya da belediye projesi kent sorunsallarını yeni caddeler açmak, yeni konut projeleri geliştirmek ya da yeni alışveriş merkezleri tasarlamakta bulmuştur. Birçok çalışma bu tür projelere sponsorluk yapanların genellikle araştırma sonuçlarını kendilerine fayda sağlamak için kullanmadıklarını ve çoğu kez proje kaynaklarını farklı şekillerde kendilerine döndürmek üzere kullandıklarını göstermektedir.2Miessen, M. (2011). The Nightmare of Participation: Crossbench Praxis as a Mode of Criticality, Berlin: Sternberg Press. Caracas Case Projesi üzerinde Sabine Bitter ile yapılan söyleşi, ss. 34-39, 2003.
Bu konuda Fransa’da 1955’te kenti dönüştürerek iyileştirmeye yönelik kavramlar geliştiren Guy Debord “Situationist” hareketini kurarak kentin aktif dinamiklerden oluştuğunu savlar. “Introduction to a Critique of Urban Geography” yazısında Paris’in Haussmann tarafından tasarımını sert şekilde eleştirir. Kent araba sahipleri için tasarlanmıştır. Ona göre Paris’in metro haritası, Paris’in yük limanları ya da tren yolları ile yarışacak kadar güzeldir. Kentin, insan hareketlerine göre yeniden tasarlanması, yeniden kurulması, yepyeni bir zaman ve mekân anlayışının yaratılması gereklidir.3Debord, G. (1955). “Introduction to a Critique of Urban Geography”, Situationist International Anthology, ed. Ken Knabb, 1981, ss. 8-12. Guy Debord’a göre estetik, insanların olağan deneyimlerini bütüncül bir coşku ile gündelik yaşamda canlı kılmaktır. Kente bu açıdan bakarsak belediyelerin kullandığı estetik kavramlar birer karikatüre dönüşür.
Kentin Sosyal Yapısı
Kent, yapısı ve dinamikleri ile tümüyle politik bir alandır. Zira kentin her tür mekânı, mülkiyet ve sahiplenme mücadelesinin, ekonomik ve güç çıkarlarının mücadele alanıdır. Daha önce değinildiği gibi insan ilişkileri, üretimi, pazarı, tüketimi ve dolayısıyla güç ilişkileri kentin asıl yapısını ya da fiziksel yapısı altındaki mekanizmayı oluşturur. Kentin fiziksel yapısı, mimarisi ya da dolaşım ağları, kentin doğa ile ilişkisi ancak bu bağlamda ve buna ilişkili olarak ortaya çıkar. Genelde kentlerdeki yaptırımlar çağın paradigmalarına göre (örneğin motorlu trafik önemli olduğu ve araba satışı ekonomide büyük rol oynadığı zaman, yolların birinci derecede kent planlamasında rol oynaması gibi) şartlanırlar.
Bu bakımdan belirli zamanlar ve kültürler içinde kentsel yapı sosyal yapıyı ve benimsenen yaşamı -ya da üretim ve tüketim değerlerini- yansıtmaktadır. Bir süredir dünyanın birçok kentindeki ayaklanmalar ve eylemler aslında kentin artık farklı şekilde algılanması ve yapılanması gerektiğini ortaya koymuştur.
Kentin sahiplenişinde ve sosyal bir mimariye, sosyal bir heykele dönüşmesinde kültürel alışkanlıkların da rolü büyüktür. Genellikle Doğu ve İslam kentlerinde ev ya da evler grubunun (Çin’de olduğu gibi) dışındaki kentsel alanlar kentlilerin kontrolünde ya da sorumluluğunda değildir. İnsanlar evlerinin dışındaki alanlara sahip çıkamazlar zira bu alanlar merkezi idarenin tekelindedir. Tarih boyunca olagelmiş bu uygulama bu kültürlere doğmuş insanların çevreye karşı duyarlılığını köreltmiştir. Türkiye’de kent üzerinde genelde pek az kişi söz söylemiş, idarelerin yaptırımlarına karşı nadiren karşı çıkılmış, itiraz yazılı eleştirilerin ötesine genellikle geçmemiştir. Ancak Gezi Parkı eylemleri yeni neslin kente farklı şekilde yaklaştığını ve kentin politik, sosyal ve estetik potansiyelinin farkında olduğunu göstermektedir.
Gezi eylemlerinde kentin yapısı ile ilgili iki önemli gerçek: Biri açık alanların idari değil sosyal mülk olduğu, ikincisi ise parkların sosyal, estetik ve ekolojik olarak öneminin açığa çıkması. Uğur Tanyeli’nin 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Metinler kitabında ayrıntılı şekilde eklemlendirdiği gibi, Osmanlı kentinde halka ait ya da özel, kişiye ait alanlar konusunda kesin kavramsal, etimolojik ve pratik ayrımlar yoktur.4Tanyeli, U. (2005). Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset: 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Metinler, yayına hazırlayan Deniz Ünsal, İstanbul: İstanbul Kültür Sanat Vakfı, ss. 199-209. İngilizcede “public” ve “private” olarak, kesin sınırlarla ayrılmış olan mekân kavramları Osmanlı kültüründe iç içe geçmiş ve Osmanlıcada ayrı sözcükler olarak kullanılmamıştır. Bugün “kamu” alanı olarak bilinen yerler ise her zaman devlet kontrolünde halka hizmet veren yerler olarak anlaşılmakta ve hiçbir şekilde halkın özgür kullanımına açık yerler olarak bilinmemektedir. Türkiye’de kentlerin tüm “kamusal” ve açık alanları aynı şekilde devlet kontrolündeki yerlerdir. Uğur Tanyeli’nin aynı makalede gönderme yaptığı Walter Benjamin’in “Flaneur”, yani kenti özgürce dolaşarak kent imgelerini öznel yorumlara açan kişi kavramı ya da gerçeği yine Türkiye için geçerli olmamıştır. Walter Benjamin’in “Flaneur” adını verdiği, kentin labirenti içinde kendi öznelliği ile mekânı anlamlandıran ve sosyalleştiren kişi Batı kentinin modernleşmesini gerçekleştiren ve içselleştiren kişidir. Modern Batı kentini onsuz anlamak zordur, zira artık kent, insanın yer değiştirmeden işlevleri yerine getirdiği bir alan değil, dolaşılarak, keşfedilerek, yeni anlamlar atfedilerek tekrardan oluşturulan öznel bir alan olmaktadır. Giderek motorize olacak bu dolaşım yine de Batı kentlerinde bir ölçüde kişilerin yürümesine, dolaşmasına, avareliğine izin veren bir alandır. Türkiye’de ise, Tanyeli’nin vurguladığı gibi yürümek ancak, daha hızlı trafiğin izin verdiği ölçüde bir yerden bir yere gidilmek için işlevsel olarak yapılabilen bir eylemdir. Bu da Batı modernitesinin kent için geliştirdiği sosyal ve öznel imkânların Türkiye kültürü içinde henüz belirmemiş olduğunun kanıtıdır. Gezi eylemleri koşutunda Türkiye’nin çeşitli kentlerinde gerçekleşen yürüyüşler ve ayaklanmalar Türkiye’de de kent anlayışının sorgulandığını göstermiştir.
İstanbul: Açık Kent
Ayaklanmaların ve sosyal hareketlerin İstanbul’da başlamasının jenerik yorumunu yapmak yanlış durmuyor: Eylemler sınırları, “öteki”ni, “biz”i, “yabancı”yı, “dışarıdan gelen”i ve “ait olan”ı tekrardan düşünmemize yol açmıştır. 1997’de İstanbul’da Jacques Derrida’nın da katılımı ile düzenlenen bir toplantıda İstanbul’un yukarıdaki karşıtlıkları bir araya getiren bir kent olduğundan yola çıkılmış, bu bağlamda kent kavramı içteki ve dıştaki, sınır ve geçiş kavramları açısından irdelenmiştir5Pera Peras Poros: Jacques Derrida ile Birlikte Disiplinlerarası Çalışma, haz. Önay Sözer ve Ferda Keskin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 2.:
Böylece İstanbul, sürekli değişen, temelleri yapısızlanarak yapılanan bir kent olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden metafizik ve kavramsal bir açıdan bu kent, alternatif ve çelişmezliğin katı karşıtlıkları üzerinde kurulu geleneksel mantığa gerçek bir meydan okumadır. İstanbul, kendi ile başkasının ayrışamaz bir şekilde birbirine karıştığı, farklı halk ve kültürlerin kendi yeri ile yaban arasındaki geçişlilikte komşuluk yaptığı, yaşayan bir aporia (çıkmaz, olanaksız poros) biçimi olmuştur.
İstanbul, coğrafi özellikleri ve tarihi ile sınır ve geçiş olgularını simgelemekle birlikte küreselleşme dinamikleri yaklaşık tüm dünya kentlerini, göçlerle, gümrüklerle, ticaret ve terör ile benzer konuma sokmuştur. Bu açıdan kentsel ortam; yasak, izin ve özgürlüklerin sürekli devindiği, sosyal ve mekânsal ihtilaf alanı olarak var olur ve sınırlar sürekli olarak dönüşür. Sosyal hareketler gibi statik olmayan strüktürler kentin belirgin düzenlerini altüst edip değiştirebilirler ve küçük ölçekli bağımsız kurumlar oluştururlar. Son yılların eylemlerinde görüldüğü gibi kentin biçimlenmesinde ve kontrolünde rolü olan yüksek gelir grupları ve idari kurumların aksine, sınırsal kesimlerin kent mekânını sahiplenmesi beklenmedik dönüşümler yaratabilmiş, kent imgesini ve yapısını değiştirmiştir. Örneğin, İstanbul’daki “durma eylemi”, aniden kente farklı şekillerde yorumlanabilen karmaşık imgeler ve düzenler katmıştır. Böylece mekânın farklı bir sorgulanması söz konusu olmaktadır. Mekân her zaman karmaşık ve çoğul bir olgudur. Kısa aralıklarda bile kentlerde farklı türde mekânlar yan yana gelirler ve birbirlerini etkilerler. Mekanlar güç ve baskıdan etkilenirler ama onları en çok etkileyen sınırsallıklar, sınırsalın merkeze girmesi ve karşı geliştir.
Planlama ve Biçimlendirme
Yukarıdaki sorgulamalar ve yorumlar açısından kentin fizikselliğinde rolü olan şehirci, peyzajcı, mimar ve sanatçıların politik açıdan içinde bulundukları çıkmazı nasıl değerlendirebiliriz? Bugüne dek bütün kentsel yapılanmalarda kentin işlevsel ve estetik gereksinimleri her zaman durağan nesneler ve düzenlerle çözülmeye çalışılmıştır. Örneğin kenti güzelleştirmeye çalışan heykel ve süsleme türünden olgular tek yönlü, dogmatik anlamlar sunan nesneler olarak tasarlanırlar. Estetik araştırmalar gösteriyor ki insanları estetik olarak en fazla etkileyen ve angaje edebilen tasarımlar çeşitlilik sunan ve farklı yorumlara açık uygulamalardır. Statik bir anıttan ziyade çeşitli renkler, çeşitli anlamlar ve hareketler sunan, duyumsal algılara çok yönlü hitap edebilen olgular insanları daha mutlu edebilmektedir. Bu bakımdan doğallığı kaybolmamış, su, ışık, hareket, doğal sesler açısından almaşık nitelikler sunabilen ve insanların bedenen rahat ve özgür olabileceği ortamlar herhangi bir anıttan ve çok düzenli, hiçbir kuru yaprağın görülmediği statik alanlardan çok daha cezbedici ve mutluluk vericidir.
Yineleyecek olursak Gezi eylemlerinin farklı birkaç açıdan önemli olduğunu anlayabiliriz. Önce parka sahip çıkmak; kentteki yeşil alan imkanları açısından pek fakir olan İstanbul’da bir parka sahip çıkılmasının önemi yadsınamaz. Ama bundan öte, Gezi Parkı’ndaki eylemler, çadırlar, farklı kesimlerden ve yaş gruplarından insanların bir araya gelmesi, bu alanda yepyeni bir estetik atmosfer yaratmış ve eylemlere katılımda rol oynamıştır. İnsanların genç, yaşlı, kadın, erkek farklı tavırlarıyla, çadırları, pankartları, şarkıları ve en önemlisi, her zaman her şeyden çok anlam dolu olan bedenleri ile bir araya gelmeleri kent mekânını estetik bir alana, bir gösteriye, sosyal bir sanata, sosyal bir heykele dönüştürmüştür. Politik olan, insanın çoğul nitelikleri ve bedenin çok anlamlı hareketleri ile sanatsal olana dönüşmüştür. Çağdaş sanatın bugün politika ile iç içe girmesi, sanatın angaje edici, düşündürücü ve uyarıcı potansiyeli ötesinde, bütün sosyal olguların her şeyden çok estetik nitelik taşıdığı, bir başka deyişle, bütün duyumları harekete geçirici ve sembolik olduğu nedeninden de kaynaklanmaktadır. Sanat sosyal olgulara yöneldiğinde daha gerçek bir estetik, yani duyumsal katılım bulacaktır. Ve elbette sosyal ve politik olgular ve seslenmeler de sanatın angaje edici biçimsel potansiyelini kullandıkları vakit daha derinden içselleşecektir.
Yeni Kültürel Alternatif
Kentin özgür kullanımında ve farklı kesimlerin, insan tiplerinin, farklı işçilerin bir araya gelmesiyle ancak, tepeden inme değil, paylaşılarak gelişen kültürel bir ortam oluşturabilir. Bu ise kente ait etik mekânları ve maddi biçimleri oluşturacaktır. Doğru ve estetik bir mimari, yani insanların deneyimlediklerinde mutlu ve rahat olabilecekleri, başkaları ile yan yana bulunabilecekleri fiziksel mekânlar ancak bu şekilde gerçekleşebilir. İnsanların farklılıklarıyla yan yana gelmesi bugünün gerçek kültürünü, demokratik ortamını ve herkese ait olabilecek kültürünü oluşturacak olgudur. Bugün artık kültür ve kültürel olgular, müzik olsun, heykel, mimari, kentsel tasarım ya da çağdaş sanatlar olsun, farklılıkların içinde oluşan yeni duyarlılıklar, değerler ve arzuların ürünü olacaktır. Çağdaş sanatın bu yönde geliştiğini görüyoruz. Ama, daha kalıcı olan ve etik olması gereken mimari ve kent tasarımını doğru şekilde biçimlendirecek olan da bu çoğul ve çoklu kültürel ortam olacaktır, olmalıdır. Arzu edilen demokratik ortamın fiziksel yapıları ancak bu nitelikte, halka ait bir kültürel ortamdan yeşerdiği vakit, ranta dönük şirketlerin ve güçlerin baskısı ile oluşturulan ve gelirli azınlığa hitap eden yapısallaşmaya karşı gelebilir.
Kenti tümüyle sosyal bir dinamik olarak düşünmek yeni bir hümanizm bilincine işaret eder ve hem mimarinin hem her türlü tasarımın ve kent planlamasının sosyal içeriğin biçimlenmesiyle gerçeklik kazanacağı inancını benimser. Bu açıdan kentin geleceğine ilişkin beklentiler öncelikle alternatif sosyal ve bireysel mekânların açılması olacaktır. Şöyle ki kentin inşasının, mimari ve planlamasının, ekonomik ve üretim araçlarını ellerinde tutanların kontrolünde değil sosyal hareketler dolayısıyla oluşan yeni alternatif kurumların, bireyin gereksinimlerini göz önüne alan insancıl tasarımların kontrolünde olması yeni mekânların oluşumunu sağlayacaktır. Yeni alternatif mekanlar tepeden inme kararlarla değil, insanların bir arada ama birey olarak seslerini duyurdukları ve bedenleriyle, tavırlarıyla var oldukları sosyal hareketlerden gelişecektir. Mimarinin ve kentin etik olabilmesi bir biçim konusu olmaktan çok bir içerik konusudur. Kent, karşıtlıkları ve çoklukları homojenleştirmeden ve birbirlerinden ayırmadan yaşatabildiğinde insancıl bir mekân olacaktır. Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü broşürünün vurguladığı gibi ancak geçişler, aralıklar, açıklıklar –pera peras poros– kenti yabancının yerli ve evinde olduğu bir yere dönüştürebilir.
Notlar
(1) Lefebvre, H. (1970) La Revolution Urbaine, Paris: Gallimard
(2) Miessen, M. (2011). The Nightmare of Participation: Crossbench Praxis as a Mode of Criticality, Berlin: Sternberg Press. Caracas Case Projesi üzerinde Sabine Bitter ile yapılan söyleşi, ss. 34-39, 2003.
(3) Debord, G. (1955). “Introduction to a Critique of Urban Geography”, Situationist International Anthology, ed. Ken Knabb, 1981, ss. 8-12.
(4) Tanyeli, U. (2005). Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset: 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Metinler, yayına hazırlayan Deniz Ünsal, İstanbul: İstanbul Kültür Sanat Vakfı, ss. 199-209.
(5) Pera Peras Poros: Jacques Derrida ile Birlikte Disiplinlerarası Çalışma, haz. Önay Sözer ve Ferda Keskin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 2.
Kaynakça
H. Lefebvre (1970) La Revolution Urbaine, Paris: Gallimard
Guy Debord, 1955, ‘Introduction to a Critique of Urban Geography’ (Bir Kent Coğrafyası Eleştirisine Giriş), Situationist International Anthology, yayına hazırlayan Ken Knabb, 1981, s. 8-12
Beuys – Social Sculpture Joseph Beuys, Hyperessay, Theory of Social Sculpture, Walker Art Center
M. Miessen (2011) The Nightmare of Participation-Crossbench Praxis as a Mode of Criticality, Berlin: Sternberg Press – Interview with Sabine Bitter on the 2003 Caracas Project, p.34-39
Karl Marx, (1976) Capital ,Vol. 1, Intro: Ernest Mandel, Tr. Ben Fowkes,London: Pelican Books, Chapters 25, 26, 27, 28,
Uğur Tanyeli (Uğur Tanyeli, (2005) Genişleyen Dünyada Sanat, Kent ve Siyaset, 9. İstanbul Bienalinden Metinler, yayına hazırlayan Deniz Ünsal, İstanbul: İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 2005, s.199-209)
Pera Peras Poros, Jacques Derrida ile Disiplinlerarası Atölye, 09-10 Mayıs 1997, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, tanıtım broşürü, translation by the author.
Beuys’ Theory of Social Sculpture
Görseller
Resim 5: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Taksim_square_cleaning._Events_of_June_16,_2013-2.jpg
Resim 6: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Bo%C4%9Faz1june.jpg
Resim 7: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:POMA_Bulldozer_Hijacked_by_Carsi_at_Gezi_protests.jpg