“İstanbul Erguvandır”

Kentsel Ekoeleştiri ve İstanbul Romanları

Taşıma kapasitesinin ötesinde aşırı genişlemiş şehir, biyobölgesel unsurlarla temasını ve dolayısıyla çevrelerine karşı ahlaki sorumluluklarını kaybeden özneler üretir.
Okuma listesi
Çeviren:
Editör:
Redaksiyon:
Özgün Başlık:
‘Istanbul is like a Judas Tree’: Urban Ecology and Fictions of Istanbul.

Kentsel Ekoeleştiri nedir?

Edebiyat ve çevre arasındaki ilişkiyi inceleyen disiplinlerarası yaklaşımlara dayanan bir alan olan ekoeleştiri, ekosistemin ayrılmaz bir parçası olan kentsel peyzajların önemine de odaklanmaktadır. Kent deneyiminin ve kentsel mekânların ekoeleştirel uygulamaya dâhil edilmesi, ekoeleştirinin daha geniş bir tanımının yapılmasını ve kapsamının genişletilerek sosyokültürel ve politik kaygılara açılmasını sağlamıştır. “Kentsel ekolojiyle ilgilenen kültürel eleştiri” (Bennet 296) olarak tanımlanan bu ekoeleştiri dalı, kentsel ekoeleştiri olarak adlandırılır. Bu ekoeleştiri türü, kent sakinlerinin deneyimlerini ve kent içerisinde “kentleşmiş doğa” olarak adlandırabileceğimiz şeyle sorunsallaştırılmış ilişkilerini ele alan edebi metinleri araştırır.

Kentsel ekoeleştirinin, kentsel ekolojinin içgörülerinden yararlandığını belirtmek gerekir. Kentsel ekoloji, kenti kültürel ve doğal boyutlarıyla yerel bir ekosistem olarak inceler ve “sosyoekonomik ve biyofiziksel güçler arasındaki dinamik etkileşimleri” ele alır (Alberti vd., “Integrating Humans into Ecology”). Şehirler kendi biyoçeşitlilik türleri açısından incelenir ve insanları, bitkileri ve hayvanları bir araya getiren karmaşık ekosistemler olarak kabul edilirler. Kent ekolojistlerinin sorduğu temel soru şudur: “Biyofiziksel çevreleriyle etkileşime giren insanlar, kentleşen peyzajlarda ortaya çıkan kolektif davranışları (insanların, diğer türlerin ve sistemin kendisinin davranışlarını) nasıl oluşturur?” (Alberti 4). Kentsel ekolojide şehir, insan ve ekolojik süreçler arasında karmaşık etkileşimlere sahip muazzam bir biyolojik organizma olarak görülür. Bir biyobölgenin coğrafi sınırları her zaman insandışı unsurlar tarafından belirlense de, insan müdahalesi su havzalarını ve ilgili bölgenin doğal flora ve faunasını değiştirir.

Kentsel ekolojistler, kentsel ekosistemlerde “insanlar ve ekolojik süreçlerin karmaşık bir birleşiminden doğan benzersiz özellikler, örüntüler ve davranışlardan” bahsederler; bu ekosistemler “ne sadece insanların ekosistem süreçleri üzerindeki etkisinin büyüklüğü nedeniyle diğer ekosistemlerden farklıdır ne de ekosistem süreçlerinin sadece sosyal bir yapıya dönüşmesine neden olacak kadar doğadan uzaktır” (Alberti 14). Benzer şekilde, kentsel ekoeleştiri, çevrenin kentleşme yoluyla bozulmasının mekân kavramını ve insan hayalgücünü nasıl değiştirdiğiyle, yabancılaştırılıp orijinal hâlinden farklı hâle gelmiş olsa da doğanın nasıl kent manzarasının bir parçası hâline geldiğiyle ilgilenir. Bu durum, eko-kültürel ve edebi çalışmalar için bir dizi önemli soruyu gündeme getirmektedir: Kentleşme, mekân deneyimini ve kavramsallaştırmalarını nasıl dönüştürmektedir? Edebiyat, insanların kentleşmiş manzaralardaki davranışlarına ya da Alberti’nin de belirttiği gibi “hem ekolojik hem de mevcut planlama ve yönetim paradigmalarına meydan okuyan” (4) metropol alanlarındaki insani-doğal sistemlerin karmaşık etkileşimlerine nasıl yanıt vermektedir? Bu bağlamda, kentleşmenin Ursula Heise’nin deyişiyle “sıradan düşünce ve dil biçimlerini” (181) nasıl dönüştürdüğü sorusu kentsel ekoeleştiri için merkezi bir mesele hâline gelir; ekoeleştirmenlerin kentleşmiş insan yerleşimiyle ilgili olarak coğrafi bellek, kimlik ve dilin edebi paradigmalarını teorileştirmeye giriştikleri bir bağlamdır bu.

Bu anlamda kentsel ekoeleştiri, doğa ve kent arasındaki etkileşimleri araştırır ve kenti, kent sakinlerinin yaban yaşamının yer aldığı bir ormana benzetir (Ross ve Bennet, 20–21). Kentsel ekoeleştirinin temel amacı, kirliliğin, atık imhasının, trafik sıkışıklığının, rekreasyon alanlarının kalabalıklaşmasının, toprak mücadelesinin, enerji kaynaklarının aşırı kullanımının, aşırı yapılaşmanın ve hepsinden önemlisi tüketim kültürünün, bir bütün olarak, kentlerin değiştirdiği belirli biyolojik bölgelere ciddi zararlar verdiğine dikkat çekmek ve bu sorunları edebi temsillerde incelemektir. Edebiyat bize kaynakların bozulması ve doğal yaşam alanlarının tükenmesinin kent sakinlerine de nasıl zarar verdiğine dair pek çok örnek sunmaktadır. Sonuç olarak, insanların bir yere bağlılığı çevresel aidiyetten ziyade, özellikle şehir içi sorunlarla ilgili olarak sosyoekonomik ve siyasi kaygıların hâkim olduğu ekonomik çıkarlar meselesi hâline gelmektedir. Taşıma kapasitesinin ötesinde aşırı genişlemiş şehir, biyobölgesel unsurlarla temasını ve dolayısıyla çevrelerine karşı ahlaki sorumluluklarını kaybeden özneler üretir. Belirli bir yere ait olmanın doğal duygusu, yerini tüketim odaklı ve küresel olarak sığ bir dünyada yaşamanın bir aracına bırakmaktadır. İstanbul, kentsel mekânların bu şekilde kavramsallaştırılmasının en somut örneğidir. Bu megakente kentsel deneyim hikâyeleriyle yaklaşan yazarlar, İstanbul’u “çok sesli, çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü bir şehir” olarak tasvir ederler, İstanbul “öyle olduğu için özeldir” (Uzuner, İstanbullular 361).1Buket Uzuner’in romanından yapılan alıntılar için orijinal Türkçe metin kullanılmıştır, sayfa numaraları Türkçe metindendir. Bkz. Uzuner, Buket, İstanbullular, İstanbul: Everest Yayınları, 2008. (Çev.)

Üç tarafı Marmara, İstanbul Boğazı ve boğazın Haliç adı verilen koluyla çevrili bir yarımadanın yedi tepesi üzerine kurulmuş olan İstanbul, yüzyıllar boyunca yazarların hayalgücünü büyülemiş bir metropol olarak kentsel ekolojik sorunların kaçınılmaz bir alanıdır. Bir zamanlar önemli bir tarihsel rol oynayan laleler şehri İstanbul, bugün 10 milyonu aşkın nüfusuyla, su havzalarının, ormanların ve yeşil alanların bozulmasının ve kamu arazilerinin yasadışı işgalinin, bölgenin yerel ekosistemine ağır bir bedel ödettiği, doğal bitki örtüsünün dönüşmesine ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olduğu, ezici büyüklükte inşa edilmiş bir insan çevresidir. Bu yazıda, Buket Uzuner ve Yaşar Kemal’in iki romanına atıfta bulunarak İstanbul’daki ekolojik dengenin bozulmasını tartışacağım.

İstanbullular: Aşk gibi işte!

Buket Uzuner’in İstanbullular romanında İstanbul, toplumsal ve çevresel değerlerdeki erozyonu ifade etmek için kendi sesiyle konuşur, hem kentsel hem de çevresel duyarlılık gösterir: “İstanbul’um ben; […] erguvanım, mimozayım, lavantayım, […] turkuazım! Bilinmezlikler şehriyim, karmaşanın, olabilirliğin, canlılığın ve yaratıcılığın ilham perisiyim” (2). Romanın açılışında kendisini “metropoller kraliçesi, şairler beldesi, imparatorlar gözdesi, sultanlar diyarı, yeryüzünün incisi” (1) olarak adlandıran İstanbul, ekolojik yönüyle de kendisini “toprak kokusu, rüyalarının incisi” (3) olarak tasavvur eder. Ancak, İstanbul’un 2000’den fazla yerli bitki türünü barındıran ormanlarla bezenmiş yedi tepesi bugün büyük ölçüde yok olmuş durumdadır. Romanda da vurgulandığı gibi, ormansızlaşmanın büyük bir kısmı kaçak yapılaşma nedeniyle gerçekleşmiştir. Örneğin su havzalarının yakınındaki plansız yapılaşma, İstanbul’un su kaynaklarını ciddi şekilde tehdit etmektedir. Bu tehdit, İstanbul’a içme suyu sağlayan barajlardan biri olan “Elmalı’da oldukça açıktır. Yüzey suyu kaynağı, arazi kullanımının değişmesi nedeniyle kirlilik sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Suyun kalitesindeki fiziksel, kimyasal ve bakteriyolojik kirlilik genellikle yerleşimlerden kaynaklanmaktadır” (Geymen ve Baz, “Monitoring Urban Growth”). İstanbul, göç yoluyla hızlı nüfus artışıyla birlikte, kalan doğal kaynakların (su havzaları, tarım alanları ve ormanlar) tüketilmesi pahasına ve tehlikeli bir şekilde tüketilmesi pahasına sürekli olarak hızlı bir kentsel dönüşüm sürecinden geçmektedir. Uzuner’in romanında, karakterlerden biri olan, “Yunanlı adı, elindeki Türk pasaportu” (100) sözleriyle betimlenen profesör Yannis Seferis’in göçmenler hakkında umutsuzca söylediği şu sözler bu durumu oldukça açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Böyle olunca metropolün manasını, farklılığın zenginliğini, İstanbul’un ne olduğunu bilmez onlar, Onlara da zordur, pek çoğunun da eğitimleri ya kıttır ya da yoktur. Ne yapsın bahtsızlar?” (108). Roman ayrıca, göçün zararlı sürecinin İstanbul’u nasıl mekân duygusunun kaybıyla sonuçlanan koşullara doğru yönlendirdiğine ve mekânsal bağlılığa karşı direniş politikaları yarattığına atıfta bulunur. Bir başka karakter, önde gelen mimar Erol Argunsoy, göçün sonuçlarının gerçekçi bir resmini çizer. Göçmenlerin yeni çevrelerine karşı aidiyet duygusundan yoksun olduklarını ve yıkıcı bir tutum benimsediklerini söyler: “Şimdikilerse, tamamen kentteki maddi imkânlardan yararlanmak peşindeler ve tanımadıkları, anlamak için uğraşmadıkları uygarlık izlerini de talan ediyorlar! Talan ettiler canım İstanbul’u talan! Zevksizler!” (208). Bunun nedeni, Lawrence Buell’in bize hatırlattığı gibi, bir yere bağlılığın “adaptasyon demek” (66) olmasıdır, fakat göçmenler bu durumu ne hissedebilirler ne de deneyimleyebilirler. Bunun yerine, toprağı ekonomik ihtiyaçlarına göre yeniden bölgeselleştirirler ve böylece bir metropolün yaşam ritimlerinin dışında kalırlar.

Uzuner’in İstanbul’un uluslararası Atatürk Havalimanı’nda geçen romanı, küreselleşme, göç, ticaret, kimlik, tarih, kültür ve sanat, çevre ve diğer birçok kentsel sorun hakkında çelişkili görüşler ifade eden farklı yaşam kesimlerinden, inançlardan ve kültürel geçmişlerden gelen çok sayıda karakterin farklı seslerini bir araya getirmektedir. İstanbullu olmayı seçen Amerikalı kız Susan da dâhil olmak üzere, “kentteki maddi imkanlardan yararlanmak” (208) peşinde oldukları sürece İstanbul [bu karakterlerin] kimliklerini şekillendirir. Susan, “martılar ve denizle yanyana gürültüsünü […] Sufizm derinliğindeki o […] mistik renklerini” sevdiğini söyler ve ekler: “Bu sizin milletin çocuksuluğunu falan seviyorum ya! Aşk gibi işte! Falan filan yani, anlıyorsun sen valla! Vatan nedir yani? Ben İstanbulluyum be!” (125). İstanbullular romanı, karakterlerin topluluk kimliğiyle mücadele ettiği, açıkça ulusaşırı hâle gelen bir dünyada mekân etiği kavramının önemini de vurgular. Romandaki havaalanı, “kendi başına nefes alıp veren” bir metafor olarak işler ve “kendi kendine dijital yöntemlerle basbayağı var olan bir canlı” olarak görünür. “Kendisi makinelerden oluşmuş, oksijeni ve suyu makinelerce sağlanan, bağırsakları borulardan, kanı ve canı makinelerin ürettiği enerjiyle akan bir kent” (418). Bu metafor, seyahat, ticaret ve ticaret yoluyla yerel bir ekosistemin yaşam destek işlevlerinin yanı sıra “doğal biyo-jeokimyasal döngüler yoluyla dolaşıma sokulan her şeyi” (Ling 14) kendine mal eder. Uzuner’in ifadesiyle, “bütün canlıların devamlı hareket ettiği havalimanı inanılmaz bir duygusal potansiyele” (418) sahiptir ve küreselleşmenin mikrokozmosunun bir ürünü olarak işaretlenen postmodern bir mekân hâline gelir.

Ancak bu kavramsallaştırmaya direnen heykeltıraş Ayhan, İstanbul’u “canına yandığım lavantası” ile özdeşleştirir. Ona göre İstanbul “lavanta kokar, erguvan kokar, akasya kokar, lale kokar. İşte İstanbul bu” der, “tamamen lavanta, tamamen erguvan, kısacık mimoza ve laledir. Böyledir İstanbul” (165–66). Benzer şekilde, Ayhan’ın sevgilisi Belgin’in düşünceleri de bir çiçek olarak İstanbul’a odaklanır. Belgin, babasının sözlerini hatırlar: “İstanbul erguvandır Belginciğim, tamamen erguvandır […] şehirler kadına, kadınlar çiçeğe benzer ve özellikle bu muhteşem şehr-i İstanbul bir erguvan hanımefendidir” (522). Belgin’in babaannesi ise şöyle der: “Erguvan sokak çiçeğidir, oysa lale en asil ve en hakiki Türk çiçeğidir ve Osmanlı saray adabının mührü laledir” (522). Böylece karakterler, insanın toprağı takdir ettiği ve toprak topluluğunun bir üyesi hâline geldiği ekolojik bir etiğe doğru ilerleme arzusu gösterirler. Havaalanındaki barlardan birinde sevgilisi Belgin’in uçağının inmesini bekleyen Ayhan, “taşların dilini” (42) duyar ve onları “canlı gibi” (39) görürken, barmen Baturcan’a göre “bunun canlısı cansızı yoktur” (47). Uzuner’in karakterleri işte böyle anlarda doğal dünyanın bilgeliğini sezerler; ve romandaki bu içgörüler, kişinin benlik ve mekân anlayışını varlığın ekolojik boyuta kadar genişletebileceğini gösterir. Esasen roman, “su kesintileri, elektrik kesintileri, trafik sıkışıklığı ve depremler” (82–83) yaşayan İstanbul halkının, kentsel teknolojik alandan daha doğal olana doğru bir geri çekilmeyi nasıl hayal ettiklerini araştırır.

Buket Uzuner’in romanı gibi, İstanbul hakkında yazılan çağdaş Türk anlatıları da kesinlikle kentlidir ve kentin ürettiği yazıyı nasıl şekillendirdiğini ve kurgusal temsillerinin de kentin karmaşık çevresel ve kentsel sorunları olan bir megapol olarak imajını ve biyobölgesel bir yer duygusuna duyulan nostaljiyi nasıl şekillendirdiğini gösterir. Dolayısıyla, aşk ve yozlaşma, umut ve umutsuzluk hikâyelerinde ekolojik meseleler her zaman ana ilgi odağı olmasa da, İstanbul anlatıları mekân ve kimliğin sosyokültürel yönlerini keşfeder ve böylece ekoeleştirel okumalara açıktır.

Kuşlar da Gitti: Artık kimse kuş almıyor…

Bu bağlamda, Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti (1978)2Yaşar Kemal’in romanından yapılan alıntılar için orijinal Türkçe metin kullanılmıştır, sayfa numaraları Türkçe metindendir. Bkz: Kemal, Yaşar, Kuşlar da Gitti, İstanbul: Adam Yayınları, 2002. (Çev.) romanı, bir zamanlar yeşil ispinoz, saka ve iskete gibi parlak renkli kuş türleriyle dolu olan bir toprak aracılığıyla ekolojik bir mekân duygusu uyandırması açısından bir başka örnektir. Hikâye, aileleri Karadeniz’in kırsal bölgelerinden ve Anadolu’nun doğu ovalarından İstanbul’a göç etmiş üç çocuğun, göç yolları üzerindeki diken tohumları için bölgeye gelen sayısız küçük kuşu yakalamak üzere kamp kurdukları Florya düzlüğünde geçer. Amaçları mümkün olduğunca çok sayıda kuş yakalayarak bunları “Hıristiyansa kiliselerin, Yahudiyse sinagogların, Müslümansa camilerin önünde” (11), kuşları özgür bırakarak cennette bir yer elde edebileceklerine inanan insanlara satmak. “Azat buzat, beni Cennet kapısında gözet” (11). Bu aslında Türklere eski Romalılardan geçen eski bir Türk geleneğidir. Kuşçu çocuklardan biri olan Semih, anlatıcıya “bizim işimiz bu kuşları tutmak” der ve ekler: “Azat buzatı biz icat etmedik ki ta ezelden beri icat olunmuş, kuşcular kuş tutar, onu da İstanbul azat buzat eder” (26). Yazar anlatıcıya göre,

Romanın, Bizansın, Osmanlıların çocukları türlü tuzaklarla, ökselerle bu kuşları yakalarlardı. Ve o günden bu yana kafeslerde, kilise, cami, havra önünde kuşlar, kocaman kafeslerde çırpınarak kurtarılmayı beklerlerdi. Bu insanlığın, kuşluğun bir geleneği olmuştu. Günler yıllar geçtikçe dikenlik küçüldü, Şenlikköy, Yeşilköy, Ambarlı, Cennet Mahallesi, Telsizler, Menekşe, Florya, Basınköy kuruldu. Floryanın o güzelim menekşe dolu koyağına çirkinin çirkini beton apartmanlar yığdılar. (53)

Kemal’in anlatıcısı, Florya’daki kuş ekolojisinin güzelliklerini okuyucuya hatırlatmak için yerleşim öncesi doğal peyzajın değerini anlatır:

O zamanlar Florya düzlüğünde ta surlardan bu yana bir tek ev yok, orman ve çayırlık, çayırlık hem de dikenlik… Kuşlar böyle değil, akın akın, gökyüzünü örterek, bir kelebek sürüsü yoğunluğunda… Bir diken topunun içine oturursun, bir de ayağa kalktığında yüzlerce küçücük kuşun arasında kalırsın. Kuşların kanatları kulaklarına, ellerine, alnına yüzüne değer… Bir kuş yağmuru ortasında kalırsın. Bir mavi kuş vardı, o zamanlar, şimdi gelmez oldu, kökü kesildi zaar. Küçücüktü, bir başparmaktan az iriceydi. Belki de daha iriydi de, insanın kafası makine değildir ki, küçüğü büyük, büyüğü küçük anımsar. Som mavi, güzel, biçimli gagalı, iri kapkara gözlü, lekesiz, yanardöner mavide bir kuştu. Mavisi insanın yüzüne gözüne bulaşır, içine bir aydınlık seli gibi boşanırdı. Dünya aydınlık, güzel, sevinçli bir som mavide balkırdı. Kuşlar geceyi, ay ışığını bile mavilerdi. (36)

Anlatı, eskiden binlerce kuşun kafeslerinden dualar ve yakarışlarla nasıl salındığına ve bu geleneğin İstanbul’un kent sakinlerinin artık çocukların ellerindeki kafes kuşlarını gördüklerinde öfke ve dehşetle tepki vermeleri nedeniyle nasıl yok olduğuna odaklanır. Çocuklardan biri, Semih, anlatıcıya şöyle der: “Almıyorlar. Artık kimse azatlık buzatlık kuş almıyor. Dün ben bütün şehri dolaştım, bir Allah’ın kulu çıkıp da bir tek kuş salıvermedi havaya… İstanbul göğüne. Bu insanlar değişmiş. Din, iman, vicdan, Allah kitap kalmamış bunlarda” (18). Çocuklar bu değişimi, insanların doğadaki canlılara karşı duyarsızlığı olarak yorumlarlar. “Şimdiki insanlara vız geliyor kafeslerde küçücük kuşların ölmesi.” (37). Çocuklar, eski günlerin yufka yürekli insanlarının artık İstanbul sokaklarına uğramadığı gibi, kuşların da gittiğini fark ederler. “Bunlar mı mümin? Kuşlar da alıp başını gittiler, çoktaan…”

Kemal’in anlatıcısı İstanbul’u muazzam karmaşıklıkta bir mekân olarak tanımlar. “İstanbul büyüktür, geniştir, uçsuz bucaksızdır, içinde karınca gibi insan kaynar ya, büyüklüğünün, genişliğinin, türlü türlülüğünün bir sınırı vardır, bellidir” (42). Ancak bu hareketli şehir manzarasında roman, doğanın, yaşamın amacını hissettiren ve aynı zamanda karakterlerin toprakla olan bağlarını yeniden uyandıran kurtarıcı etkisini tekrar tekrar çağrıştırır. Doğal çevrenin içsel olarak takdir edildiği anlardan birinde anlatıcı, çadırlarının önündeki küçük ateşin başında oturan kuşçu çocukları gözlemler. İki oğlan şafak vakti uykuya dalarken şöyle der: “Seher yeli ormandan, denizden, Çekmece gölünden, dört bir yandan efiliyor, insanın içini yuyup arıtıyor, bir tüy gibi insanı yeyniltip uçuracakmış gibi dünyayı sevinçle dolduruyordu” (42). “Floryanın o güzelim menekşe dolu koyağı”nı (84) çirkin beton apartmanlarla dolduran yeni yerleşimlerle dikenlikler giderek azalsa da, doğanın sesi “denizle orman, Menekşeyle Basınköy arası”nda (53) hâlâ görünür. Kuşların, “her yıl gelip bu küçücük dikenliğe” (53) sığındıkları yer burasıdır. Ancak anlatıcının bölgenin devam eden parsellenmesi ve işgaline dair endişe verici anlatımı, hem karar vericiler hem de sıradan okuyucular için bir tehlike sinyali gibidir. “Denizle orman arası”nda kalan “küçücük yer”e (53) ve kuşların her yıl döndüğü dikenliklere dikkat çekerek, okuyucuyu ilerlemenin ürkütücülüğü konusunda uyarır:

Geçen yıl bu dikenliğin sahibi de burasını, parselledi, metrekaresini üç yüz, beş yüz liradan okuttu yeni zenginlere … Altına hücum gibi, arsaya hücum başladı İstanbulda … Bir karış arsa için İstanbulun bu aç gözlü canavarları birbirlerinin gözlerini oyacak, birbirlerinin ırzlarına geçecek, birbirlerini boğazlayacak, kıtır kıtır kesecekler. Bir avuçluk arsa toprağı için. Gelecek yıl işte burada, şu bakır rengi dikenliğin yerinde için bulanmadan bakamayacağın çirkin beton apartmanlar, villalar yükselecek. (53-54)

Yaşar Kemal böylece okuyuculara toprak üzerindeki yıkıcı yapılarımız ile onun biyotik ve abiyotik eğilimleri arasındaki uyumsuzluğu sunar. Böylesine dönüştürülmüş bir çevrede, “beton yığını evlerin üstünde küme küme dolaşacak, konacak yer” (54) bulamayacak dediği kuşlar sonunda bir daha dönmemek üzere gidecek ve biz de doğanın üzerimizdeki iyileştirici varlığını kaybedeceğiz. Kuşlar da Gitti, okurlarından Florya’nın insan sakinlerini de kuşlar gibi geri dönülmez bir şekilde etkileyecek olan çevresel yıkımın etkisini düşünmelerini ister. Roman daha sonra okurlara, İstanbulluların günlük yaşamlarına dokunan kentsel sorunlar hakkında düşünme ve bunlarla ilgilenme olanağı verir. Okurlarını, kentleşmenin genişlemesine nasıl dâhil olduklarını düşünmeye ve sonuçlarını değerlendirmeye zorlar. Bu hâliyle Kuşlar da Gitti, toprağın kültür ve kimlik gelişimindeki önemini ortaya koyar. Tematik gücünü, yerel ekosistemlerimizin tükenişinin farkında olmamız için hepimize bir çağrı yapmak için kullanır.

Varlık ve habitat arasında

Lawrence Buell’in [bizlere] hatırlattığı gibi, “hikâyeler ve şarkılar, böylesi koşullar altında mekân duygusunun korunması için hayati önem taşır” (64). Dolayısıyla Yaşar Kemal’in ve Buket Uzuner’in romanlarında olduğu gibi anlatılan hikâyeler, toprağa dair farkındalık yaratmak ve böylece kentleşmenin aşırılıklarına karşı sivil bir direnç oluşturmak açısından önemlidir. Bu anlamda, bu temaları araştıran kentsel ekoeleştiri, “mekânsal sömürgeleştirmelere” (Buell 65) etkili bir şekilde meydan okuyabilecek söylemler inşa etme potansiyeline sahiptir. Kentleşme teorileriyle edebi çerçevede ekoeleştirel bir ilişki, insan ve ekolojik örüntüler arasındaki karmaşık ilişkileri ve bunların ekolojik ve sosyal sistemlerle olan ilişkilerini anlamamız için bize zengin bir kaynak sağlar. İnsan faaliyetleri ve ekosistem süreçlerinin ilişkisel bir şekilde incelenmesi, ekoeleştirmenlerin, söylemsel oluşumlar olarak ekoeleştiriyi kentsel meselelerle diyaloğa sokan toprak ve insan kimliğinin sosyal, kültürel ve kurgusal yapılarına dair soruları ele almalarını sağlar. Metin ile dünya arasındaki ilişkiler, dikkatimizi hem ekolojik hem de kentsel açıdan dünyadaki yerimize yönelten çevre merkezli edebiyat eleştirisinin prensiplerini belirler. Bu bakımdan, ekoeleştirinin araştırdığı çevresel tahayyül ve ekolojik farkındalığın önemi, Beşeri Bilimler’i “varlık ve habitat arasındaki” (Buell 62) ilişkilere yönlendirmede oldukça önemli hâle gelir.

 

* Serpil Oppermann, “‘Istanbul is like a Judas Tree’: Urban Ecology and Fictions of Istanbul.”, The Seventh International Congress for Turkish Culture: Istanbul in Turkish and World Literature Proceedings. The Presidency of Atatürk Culture Center, Ankara, 2011. Alt başlıklar Türkçe çeviri için eklenmiştir. (Ed.)

Notlar

(1) Buket Uzuner’in romanından yapılan alıntılar için orijinal Türkçe metin kullanılmıştır, sayfa numaraları Türkçe metindendir. Bkz. Uzuner, Buket, İstanbullular, İstanbul: Everest Yayınları, 2008. (Çev.)

(2) Yaşar Kemal’in romanından yapılan alıntılar için orijinal Türkçe metin kullanılmıştır, sayfa numaraları Türkçe metindendir. Bkz: Kemal, Yaşar, Kuşlar da Gitti, İstanbul: Adam Yayınları, 2002. (Çev.)

Kaynakça

Alberti, Marina, Advances in Urban Ecology: Integrating Humans and Ecological Processes in Urban Ecosystems. New York: Springer, 2008.

Alberti, Marina, John M. Marzluff, Eric Shulenberger, Gordon Bradley, Clare Ryan, Craig Zumbrunnen. “Integrating Humans into Ecology: Opportunities and Challenges for Studying Urban Ecosystems.” BioScience, 53. 12 (Dec., 2003). 1169-1179 http://www.jstor.org/stable/1314688 Accessed: 17/03/2009

Bennet, Michael, “From Wide Open Spaces to Metropolitan Places: The Urban Challenge to Ecocriticism”, The ISLE Reader: Ecocriticism, 1993- 2003, Eds. Michael O. Branch and Scott Slovic, Athens, Georgia and London: The U of Georgia P, 2003, 296-317.

Buell, Lawrence, The Future of Environmental Criticism: Environmental Crisis and Literary Imagination, Oxford: Blackwell, 2005.

Geymen, Abdurrahman ve İbrahim Baz, “Monitoring Urban Growth and detecting land-cover changes on the Istanbul metropolitan area”, Environ Monit Assess (2008) 136:449-459, 23 March 2007, DOI 10.1007/s10661-007-9699-x http://geoinformatics.sut.ac.th/sut/student/GISpresent/2007-1/urbangrowth.pdf

Heise, Ursula, “Afterglow: Chernobyl and the everyday”, Nature in Literary Studies: Transatlantic Conversations on Ecocriticism, Eds. Catrin Gersdorf and Sylvia Mayer, Amsterdam: Rodopi, 2006, 177-207.

Kemal, Yaşar, Kuşlar da Gitti, İstanbul: Adam Yayınları, 2002.

Ross, Andrew, (Interviewed by Michael Bennet), “The Social Claim on Urban Ecology”, The Nature of Cities: Ecocriticism and Urban Environments, Eds. Michael Bennett and David W. Teague, Tucson, Arizona: The U of Arizona P, 1999, 15-30.

Uzuner, Buket, İstanbullular, İstanbul: Everest Yayınları, 2008.

Bunları okudunuz mu?