Şaraba dair çok bilinen bir söylem vardır; beş duyudan yalnızca sese hitap etmeyen bu kadim içkinin kusuru kadehlerin tokuşturulmasıyla kapatılır. Bir çın sesiyle ve ardından gelen “şerefe” ile duyusal tatmin tamamlanır. Bir rivayet de odur ki; şerefe, masada konuşulanların masada kalacağına dair verilen şeref sözüdür.
Kelimenin etimolojik kökeninden ritüelin tarihselliğine kadar meseleye farklı açılardan yaklaşıldığında kelimenin anlamına, yerine veya yersizliğine dair farklı sonuçlar çıkarılabilir elbette, ancak bu yazı hareket noktasını buradan alıyor; kadim kentler hangi duyuya hitap etmiyor da kentsel politikaların ele alındığı masalarda “katılım”, alınan kararların tüm kesimlere açık olacağına dair verilen sözün karşılığı olabiliyor? Daha açık bir ifadeyle, ne oluyor da katılım, masadaki tarafların birbirine güven duyduğu bir şeref sözüne, bir kentsel şerefe jargonuna dönüşebiliyor?
Kentsel Duyular
Duyumsanmayanı bulabilmek için duyumsananları gözden geçirerek başlayayım. Yapılı çevreyi oluşturan her unsurla ilk temasımız onları görüyor oluşumuzdur. Bilincimizde kütleleri, renkleri ve şekilleriyle somutlaşırlar. Kent hakkı mücadelemizin de birinci veçhesidir bu. Yatay ve dikey mimariyi, açık ve kapalı alanları, yoğun ve seyrek yapılaşmayı, insan ölçeğini, yıkımı ve talanı, korunanı ve dönüşeni görme duyumuzda temellendiririz. Görmeye duymak eşlik eder. Bazen gürültüyü duyarız bazen melodiyi, bazen sessizlik bile anlamlı gelir. Mücadelede yapan veya yıkan bir inşaatın sesine, yoğunlaşan trafiğe, yiten doğanın sesine, yükselen şiddetin sesine hassaslaşırız. Fabrika tıkırtıları arasında duyulmayan emekçinin sesini meydanlarda hep bir ağızdan haykırılan sloganlara dönüştürürüz, duymayanlara duyururuz. Kentin kokusu aldığımız her nefesle içimize dolar; insanoğlunun dili koklanır dünyayı betimlemeye yaramıyorsa da.1Patrick Suskind, 1985. Koku, Tevfik Turan (çev.) 2006. Can Yayınları, s.126 Kimi sürekli kimi dönemsel, kimi keyif verici kimi tiksindirici, kimi belirleyici kimi alışılmış kokularla kentleri birbirinden, kentin parçalarını bütünden ayırırız. Deniz kokulu şehirleri, çöpleri toplanmayan mahalleleri, mor salkımlı caddeleri kokusuna göre tanımlarız. Balkonlardan kızartma kokuları, askıdaki çamaşırlardan deterjan kokuları misali, özel olanı kamusalla taciz etmeden buluşturan, yine kokulardır. Mücadelemiz ise belirleyici olanlar yok olmasın, keyif verici olanlar daim olsun, her yer mis koksun diyedir. Kentte niteliği ve niceliği ise en çok dokunarak deneyimleriz. Üretirken sermayeyi, tüketirken metayı, şanslıysak konforu, ulaşamazken engelleri, kentsel mekandaki dokuyu, kamusal alandaki malzemeyi, harcama yaparken parayı duyumsar, iyi değilmiş, tazeymiş, çürümüş, kötü yapmışlar, ucuzmuş, çokmuş, bozulmuş, yokmuş deriz. Kentin tadı ise bugün çoğu evde yavandır. Elbette mutfakta çıkmalıdır kentin tadı, ama o tat mutfağa giremeyenle, yitip giden, fast-foodlaşan veya metalaşan kültürle, gıdadaki pestisitle uçar gider. Bu nedenle, taze, sağlıklı, çeşitli lezzetlerin tadına uygun fiyatla varabilmek içindir mücadelemiz.
Kentsel deneyimde duyularımızı tatmin çabamız da, duyumsa(ma)dıklarımız doğrultusunda mücadelemiz de baki. Fakat, birlikte mücadelede ederken toplumsal bilincimizi, ortak yaşam kültürümüzü, bütünleşmemizi nasıl duyumsarız?
Kente Katılım
Baştan ortaya koymakta fayda var, kente katılımı salt bir “masa düzeninde yer alma” olarak ele almayalım. Böyle bir ele alış kent kavrayışımızı üç boyutla ve beş duyuyla sınırlama talihsizliğine götürür bizi. Katılım nesiller, ölçekler, boyutlar arası bir deneyimdir. Zamana ve mekâna hapsolmadan süreğen, varlığı tanımlaması yapılmadan bile bilinen, uygulaması izin verilmeden de gerçekleşen dönüştürücü bir eylemdir. Nitekim, yerleşik hayata geçen atalarımızın kentsel süreçlere2Yerleşik hayata geçişin denk düştüğü neolitik dönemde henüz bir kentleşmeden söz edilmez. Burada ifade edilen, avcı-toplayıcı toplumların göçebe yerleşimlerinden tarım odaklı bir yerleşik düzene geçişin, ilerleyen dönemde kent olgusunun ortaya çıkmasına, bir evrimsel süreç/aşama olarak yaptığı katkıdır. devrimci katkısı herhangi bir masa etrafında alınan kararlarla olmamıştır. Bu katkının, artı ürün kontrolünü gerektiren bir yapı olarak “devlet” olgusunun ortaya çıkışına varan süreçlere, nihayetinde yönetici sınıf ile yönetilen halk ikiliğinin ortaya çıkışına etkisi vakidir. Henüz masa bile keşfedilmemişken…
Bu yazıya konu olan, günümüzde kentsel politikaların konuşulduğu masalarda yer alma yönündeki katılım talebinin ve tartışmalarının ortaya çıktığı bağlam ise 1970 sonrası postmodern dönemin koşullarına denk düşer. Modern dönemin dünyayı anlama ve bilgi üretme biçiminin, yani geleceğin öngörülebilir/hesaplanabilir, üretilen bilginin doğrulanabilir/yanlışlanabilir, en doğru yöntemin ampirik (deneysel), aktörün sürece katkısının minimal, sürecin baştan sona nesnel olduğu iddiasının karşısına, geleceğin bazen öngörülemez/hesaplanamaz, her bilginin doğrulamaya/yanlışlamaya tabi tutulamaz, bilginin yalnızca ampirik yöntemlerle elde edilemez, aktörün sürece katkısının dikkate değer ve dönüştürücü, sürecin de kimi zaman öznel olduğu iddiasını koyar postmodernizm. Diğer taraftan, modernizm anlatısında tek tipleşen toplumun karşısına çeşitliliği, ortak çıkarın/genel iradenin karşısına beklentilerin, taleplerin ve çıkarların çokluğunu, sonucun karşısına süreci, performansın karşısına etkinliği, merkezin karşısına yerelliği, hiyerarşinin karşısına ağları koyar. Kentteki değerlerin, çıkarların, katmanların, anlatının çokluğu ve bütünlüğü artık kabul edilmiştir. Haliyle kenti yönetmek de bildiğimiz gibi ilerleyemez artık. Yönetim, yerini adına yönetişim denen, etkileşimin altını çizen, işteş fiillere bırakmıştır. Temsili demokrasinin tıkanan kanallarını aşma, kentin nesnesi değil öznesi olduğumuz bilincine varma, az olsak da var olduğumuzu anlatma çabası içinde olduğumuz bir döneme girilmiştir 1970’ler sonrasında, fakat bu süreç hiç de umduğumuz sonuçları getirmemiştir. Bunu biraz açalım.
Kentsel Sağduyu
Postmodernizmin bu çabası, kenti duyumsama biçimimizi de büyük oranda değiştirmiştir. Kenti görmek, duymak, dokunmak, koklamak, tatmak yetmez artık. Ürün, emek ve değer birikim süreçlerine az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı, geçici veya sürekli olarak katılmış herkes o kentin bileşenidir ve onlardan arda kalan tortularla oluşan, beş duyunun kapsamına giremeyen katmanlar çoktan oluşmuştur. Çokluğa dönük bu farkındalık ile kentsel deneyime psikolojik, sosyal, politik katmanlar da eklenmiştir, ya da bu katmanlar zaten vardır da “diğerinin çığlığı” artık bu katmanlarda duyulur olmuştur. Benim gördüğümü sen de görebiliyor musun, benim duyduğumu sen de duyabiliyor musun, aldığım kokuyu sen de alabiliyor musun, şunu hiç tattın mı, şuna sen de bir dokunsana gibi sorular yoluyla, “öteki” üzerinden sınadığımız deneyimlerin ötesinde bir ilişkilenme biçimidir aradığımız. Artık kentli olmak, ötekiyle ortak bir yaşamı duyumsamakla olanaklıdır ve bunun için gelişmesi gereken duyulara ihtiyaç vardır. Şükürler olsun ki bu kimimizde vardır, altıncı duyu olarak “sağduyu”.
Duyumsanması gerekenlerin bedenle duyumsanamadığı noktada sağduyu keskinleşir, keskinleşmelidir, çünkü bu fizik ötesi dünya ile irtibatımız sağduyu ile kurulacaktır, kurulmalıdır. O nedenle “katılım”, kentsel politika masalarında gerek sandalyeler gerekse sandalyeler aracılığıyla fikirler paylaşılırken tarafların birbirini anlama, söyleneni anlamlandırma, aklı, mantığı ve vicdanı esas alan bir muhakeme yürütme konusunda karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri şeref sözüdür, olmalıdır. Ancak o söz verildiğinde bir güven ilişkisi kurulur. Ancak güven oluştuğunda açık bir paylaşım mümkün olur. Ancak şeffaf olunduğunda çok olanın aza, güçlü olanın zayıfa, yetkili olanın olmayana tahakkümünü ortadan kaldıracak eşitler düzeni kurulur. Ancak o düzen kurulduğunda birlikte ortak bir yaşam mümkün olur. Fakat, bu beklenti hiç de umduğumuz şekilde gerçekleşmemektedir. Şimdi ne demek istediğimi açacağım.
Kentsel Hayaller v. Gerçekler
Katılım ile şeref arasında kurduğum bağlantıya kanıt olarak, yakın zamanda içinden geçtiğimiz yerel seçim sürecini göstereceğim. Konuya kuramsal veya pratik açıdan hangi mesafede durursa dursun, her seçmenin en çok maruz kaldığı vaatlerden biriydi katılım. Bu boş göstereni kentleri yönetme iddiasındaki her adayın dilinde ya toplum ya halk ya da kamu ile yan yana gelecek şekilde sıkça duyduk. Masanın çevresinde halk için bir sandalye ayıracaklarına, onları dinleyeceklerine, dinlediklerini dikkate alacaklarına, kenti halka birlikte yöneteceklerine dair sözler verdiler. Bu sözün karşılığı olarak aldıkları oylarla artık masayı kurma yetkisini haiz, bir güven sınavında ter döken iktidarlar olarak karşımızdalar. Peki masaya şeref sözüyle oturanlar masadan şerefle mi kalkıyor? Bugüne kadarki deneyim bize bu konuda ne söylüyor?
Öteki üzerinden sınadığımız kentsel deneyimleri duyumsamamızı sağlayacak yeni sorularımız bu boş gösterenin dolu tarafıdır; peki ya sen ne düşünüyorsun, senin beklentilerin neler, sence nasıl olmalı, bu senin için de uygun mu? Fakat meselenin boş tarafı da -ne tuhaftır ki- tam da burası; çünkü bu soruları soranlar genelde o masayı kuranlar. Dolayısıyla, sorunun kime sorulacağını, kime hangi sorunun sorulacağını, kimin masaya ne zamana oturacağını, neyin ne zaman ne kadar duyumsanacağını, duyumsananın ne kadarının ne zaman nasıl dikkate alınacağını, hepsinden öte dikkate alınması gerekenin ne olacağını belirleyenler. Yani şerefin tanımı da sınırları da karşılığı da sağlaması da iktidarın elinde. O nedenledir ki, otoriterlik ve radikallik arasında salınan sarkacın şakulü kimi zaman temsili demokrasiyi gösteren A noktasında, kimi zaman tokenizme3Tokenizm, herhangi bir grubu dahil etmeme duyarsızlığını bertaraf etmek için “göstermelik” bir dahil etme yaklaşımı uygulamaktır, “numunecilik” de diyebiliriz. Örneğin, “engelli vatandaşlar” grubunun fikrini almak için 200 kişi katılımcılı bir toplantıya 1 veya 2 engellinin dahil edilmesi duyarsızlık eleştirilerini bertaraf edecek ve engellilerin katılımını kâğıt üstünde sağlamış olacaktır, ancak böyle bir katılımcı yaklaşımda gerçek ve dengeli bir temsiliyet söz konusu değildir. dayanan B noktasında, kimi zaman katılım fetişizmi kıskacına tutulmuş ve bitmeyen müzakerelerden yorulmuş C noktasında, kimi zaman manipülatif araçlar ve içeriklerle donatılmış “-mış gibi” D noktasında, kimi zaman yetki paylaşımlarıyla dengelenmiş E noktasında durur, fakat iktidar bu noktaların hepsindedir, kiminde hukuki kiminde normatif dayanaklarla, kiminde sistemli kiminde spontane araçlarla, kiminde bizzat kiminde temsilcileriyle, kiminde deneysel kiminde profesyonel şekilde. Peki, verilen şeref sözleri bu süreçlerin neresinde?
Elbette ki sağduyulu vatandaşların elinde. Her yurttaş bilir ki, iktidarın hafızası gücü nispetinde zayıftır ve deneyimimiz o dur ki, ya verilen sözlerin yanlış anlaşıldığı ya da şartların zaman içinde değiştiği öne sürülerek, vaatler ya esnetilir ya değiştirilir ya da unutulur. Fakat, bu hafızasızlığın karşısında elindeki oy pusulasını bayrak gibi sallayarak verilen sözleri hatırlatmak seçmenin sorumluluğudur. Tokenizmden, manipülasyondan, fetişizmden uzak, hedefe odaklı ve pragmatik bir müzakere sürecinin garantisi ise bilinçli bir avuç seçmen ve onların yaratacağı etkidir. Bunun yolu da katılımın önce araçlarını sonra da sonuçlarını sorgulamaktan geçer. Ne dersiniz, az olsak da var olduğumuzu göstermek, rakamlara hapsolmuş demokrasinin tıkanan kanallarını açmak, hak sahibi bireyler olduğumuzu hatırlatmak da sağduyulu ve sorumlu bir yaklaşım değil mi?
Notlar
(1) Patrick Suskind, 1985. Koku, Tevfik Turan (çev.) 2006. Can Yayınları, s.126
(2) Yerleşik hayata geçişin denk düştüğü neolitik dönemde henüz bir kentleşmeden söz edilmez. Burada ifade edilen, avcı-toplayıcı toplumların göçebe yerleşimlerinden tarım odaklı bir yerleşik düzene geçişin, ilerleyen dönemde kent olgusunun ortaya çıkmasına, bir evrimsel süreç/aşama olarak yaptığı katkıdır.
(3) Tokenizm, herhangi bir grubu dahil etmeme duyarsızlığını bertaraf etmek için “göstermelik” bir dahil etme yaklaşımı uygulamaktır, “numunecilik” de diyebiliriz. Örneğin, “engelli vatandaşlar” grubunun fikrini almak için 200 kişi katılımcılı bir toplantıya 1 veya 2 engellinin dahil edilmesi duyarsızlık eleştirilerini bertaraf edecek ve engellilerin katılımını kâğıt üstünde sağlamış olacaktır, ancak böyle bir katılımcı yaklaşımda gerçek ve dengeli bir temsiliyet söz konusu değildir.
Editör: Bekir Demir