Filozoflar, sanki dünya hakkında incelemeler ve keşifler yapıyorlarmuş gibi konuşma eğilimindedirler. Sokrates: “Adalet nedir?” ve “Cesaret nedir?” gibi sorular sormuş, Aristoteles insan için iyi yaşamın ne olduğunun peşine düşmüştü. Descartes zihnin, bedenin ve benliğin özünü keşfettiğini iddia ederken, Locke mülkiyetin ne olduğuna ve zaman içinde aynı kişi olarak kalmanın ne anlama geldiğine dair görüşler ileri sürmüştü.
Bugün birçok filozof kendini “gerçekten varolan şeyler” ve “dünyanın temel özellikleri” hakkında keşifler yapıyormuş gibi sunar; bilhassa metafizikçiler. Kavramlar söz konusu olduğunda, onları yalnızca gerçekliği araştırmak ya da araştırmalarımızın sonuçlarını aktarmak için sahip olduğumuz araçlar olarak düşünürler.
Yine de, felsefenin varolan şeyler ve dünyanın neye benzediği hakkında araştırmalar yaptığı fikrine dair oldukça güçlü bir kuşkucu itirazlar da söz konusudur. Stephen Hawking, bu kuşkucu itirazı şöyle ifade etmişti (Hawking ve Mlodinow, Büyük Tasarım):1Türkçesi: Stephen Hawking & Leonard Mlodinow, Büyük Tasarım, çev. Selma Öğünç. İstanbul: Doğan Kitap, 2012. -çn.
Kendimizi içinde bulduğumuz bu dünyayı nasıl anlayabiliriz? Evren nasıl devinir? Gerçeğin doğası nedir? Bütün bunlar nereden geldi? Evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı var mı? Çoğumuz zamanımızın tümünü bu soruları düşünerek geçirmeyiz, ama hemen hepimiz zaman zaman bu soruları düşünürüz. Geleneksel olarak bunlar felsefeye ait sorulardır ama felsefe ölüdür. Felsefe, bilimdeki özellikle fizikteki çağdaş gelişmelere ayak uyduramamıştır. Bilgi arayışımızda keşiflerin meşalesi artık bilim insanlarının elindedi.
Felsefe için tanıdık ve doğa bilimleri kendilerini bir zamanlar “doğa felsefesi” olarak adlandırılan şeyden ayırmaya başladığından beri var olagelen bir meydan okuma bu. Fizik, kimya, biyoloji ve diğer bilimler hedeflerini, yöntemlerini ve başarı kriterlerini açıkça ortaya koyduğunda, geriye şu soru kalmıştı: Felsefenin payına düşen nedir?
Sonuçları bakımından gittikçe birbirine yaklaşan ve etkileyici teknolojik ve medikal başarıların dayanaklarını teşkil etmeye başlayan doğa bilimleri, dünyayı açıklama konusundaki itibarını da artırmış oldu. Buna karşın, filozofların herhangi bir konudaki “teorileri”, yakınlaşmak bir yana, zaman geçtikçe çeşitlenmiştir. Sürekli yeni öneriler ortaya atılmış ve süregelen tartışmaları neyin çözebileceğine dair herhangi bir uzlaşma sağlanamamıştır. “Dünyanın nasıl olduğuna” dair fikirler üretmeyi kıstas alacaksak, felsefe doğa bilimleriyle baştan kaybettiği bir rekabet içerisinde gibi görünmektedir.
Felsefi fikirlerin çokluğu ve ortaklaşma konusundaki başarısızlıklar aslında yalnızca felsefenin dünya hakkındaki hakikatleri keşfetme yeteneğine dair bir kuşkuculuğa yol açabilir. İşte bunu ölçmenin bir yolu: 2009 yılında çoğunluğu felsefe profesörü ve felsefe öğrencilerinden oluşan 3226 kişiyle gerçekleştirilen bir ankette, özgür irade, Tanrı’nın varlığı, estetik değerin objektifliği ve bilgi edinimi gibi otuz temel felsefi soru hakkında fikirleri soruldu. Kendisi de bir felsefeci olan Bryan Frances sonuçların istatiksel bir analizini yaptı. Frances, verilen cevapların çeşitliliğini baz alarak (tabii ki bu felsefi soruların doğru cevapları olduğunu düşündüğümüz varsayımıyla), kesin cevapların verildiği durumlarda, ortalama bir felsefecinin %47-%67 oranında doğru cevabı verdiğinin düşünülebileceğini iddia etmiştir. Katılımcıların felsefe uzmanları olduğunu göz önünde bulundurursak, pek de etkileyici bir başarı sayılmaz! Eminim hepimiz medikal uzmanlardan daha isabetli sonuçlar almayı umarız. Sonuç olarak, Frances bu konular hakkında yargılarda bulunmayı tamamen bırakmamız gerektiğini önermişti. Felsefedeki bu tip radikal anlaşmazlıklar bizi skeptik bir atalete sürükleyebilir. Bu tür olguları anlamak imkansız olduğundan, onları anlamaya çalışmak yerine dikkatimizi başka yöne çevirmenin daha iyi olacağını düşünüyorum.
Felsefenin Çıkmaz Sokağı: Gerçeklik Üzerine Keşif mi, Kavramlar Üzerine Analiz mi?
Hiç kuşkusuz, felsefeyi bilimlere rakip biçimde dünyaya dair keşifler yapan bir disiplin olarak düşünmek dışında bir alternatif de vardır. Bu alternatif, felsefenin konusunun bilimvari (quasi-scientific) keşifler değil daha ziyade dili ve kavramları analiz etmek olduğunu düşünmektir. 20. yüzyıl ortalarında iki büyük felsefi hareket -Fenomenoloji ve Dil Felsefesi- böyle bir yaklaşım benimsemiş ve Husserl, Ayer, Wittgenstein, Ryle, Strawson ve Austin gibi çok sayıda filozof felsefenin işinin dili, anlamı ve kavramsal şemaları analiz etmek olduğunu iddia etmişti.
Ancak, anlam ve analitiklik konusundaki şüpheler ve felsefenin yapabileceklerine dair bu “sınırlı” kavrayış genel bir hayal kırıklığı yarattı. Bu hayal kırıklığı da daha sonra ona karşı yükselen büyük bir karşı çıkışla birlikte geldi. Ted Sider Four-Dimensionalism kitabında “Kim bizim muhtemelen darkafalı kavramsal şemamızı incelemeyi, gerçekliğin temel özelliklerini incelemeye yeğler ki?” diye sorarken, son dönem metafizikçiler dil ve kavramsal şemayla ilgili araştırmaları yüzeysel, gereksiz, sıkıcı ve önemsiz olarak tanımlama eğilimindedir. Sonuç olarak, yalnızca düşünceyle ve konuşmayla ilgilenmek yerine dünya ile ilgilenmekte ısrarcı olmak, çağdaş filozoflar arasında hâlâ yaygın bir eğilim.
Yani, iki seçeneğimiz kalmış gibi görünüyor:
- Felsefeyi dünya hakkındaki olguları inceleyen bir disiplin olarak düşünmek kuşkuculuğa yol açar ve onu bilimler karşısında kaybetmeye mahkum olduğu bir rekabete sürükler.
- Felsefeyi dili ve kavramları inceleyen bir disiplin olarak düşünmek onu gereksiz, yüzeysel ve sıkıcı hale getirme riski taşır ve belki de onu dilbilim ve bilişsel bilimle rekabete sürükler.
Carnap’ın Açımlama Olarak Kavram Mühendisliği
Ancak kendini böyle bir tercihe sıkıştıran bir bakış açısı çok önemli bir konunun üzerinden atlamaktadır. Felsefe sadece nasıl düşündüğümüz ya da konuştuğumuzla ilgilenmemiştir ve ilgilenmek zorunda değildir. Felsefe nasıl düşünmemiz ve konuşmamız gerektiği hakkında da olabilir. Filozoflar dünyayı incelerken var olan kavramlarla kendilerini sınırlamak zorunda da değildir. Bunun yerine, kullandığımız dili ve kavramları değerlendirmek ve yeniden yapılandırmak için de çalışabiliriz. Hatta bazen bize yardımcı olmaları için yeni kavramlar ve terimler dahi oluşturabiliriz.
Rudolf Carnap, 1950 yılında bu doğrultuda bir fikir öne sürmüştür. Felsefeyi, bilimlere rakip olarak düşünmektense, onun bilimlerin ampirik çalışmalarında kullanılan kavramları belirginleştirmek, uyarlamak ve geliştirmek için kullanılabileceğini iddia eder. Yani, filozoflar bilim yapmak için gerek duyulan “doğrulama”, “olasılık”, “sıcaklık” ve “tür” gibi kavramları açımlamayı amaçlayabilirler. Carnap’a göre, açımlamak kavramların nasıl çalıştığını gösterme meselesi değildir. Daha ziyade, onları genellemelere ve yasalara hizmet etmeleri için daha kesin ve daha elverişli hâle getirerek geliştirme, böylece bilimler için daha kullanışlı bir duruma getirme meselesidir. Böylece Carnap, bir kavram mühendisliği projesinin de kapısını aralamış olur.
Son dönem felsefe çalışmaları, kavram mühendisliğine olan ilginin arttığını ve alanın kapsamının genişlediğini göstermiştir. Kavram mühendisliğine olan bu ilgi, kısmen geliştirilebilecek olanların yalnızca bilimsel kavramlardan ibaret olmadığının farkına varılmasından kaynaklanmaktadır. Sally Haslanger ırk ve toplumsal cinsiyet gibi toplumsal kavramların, bilimsel teorilere hizmet etmek için değil, sosyal adaleti sağlamak için geliştirilip geliştirilemeyeceği sorusunu sorar. Carnap’tan bu yana, kavram mühendisliğinin kapsamı toplumsal kavramları, mantıksal kavramları ve diğer felsefi kavramları da içerecek şekilde büyük ölçüde genişlemiştir.
Peki kavram mühendisliği nedir? Kavram mühendisliğini inşaat ya da makine mühendisliğine benzeterek düşünebiliriz. Mühendisler yeni köprülerin veya yolların inşasında veya yeni amaçlara hizmet edecek yeni tür makinelerin veya yapıların tasarlanmasında görev alabilirler. Ancak aynı zamanda, bir binanın depremden sonra sağlam kalıp kalmadığı, bir uçağın yolcuları güvenli bir şekilde taşımak için hangi bakım ve onarımlara gereksinim duyduğu veya bir çatının olası bir fırtınaya dayanması için hangi güçlendirmelere ihtiyacı olduğu gibi eski yapılarımızı gözden geçirmemiz gerektiğinde de mühendislere başvururuz.
Benzer şekilde, kavram mühendisliği de mevcut kavramlarımızı yeniden değerlendirme işine odaklanabilir. Hakikat, özgürlük ve birey gibi kavramları gözden geçirmemiz gerekebilir. Bu kavramlar paradokslara, cevaplanamaz sorulara ve kabul edilemez sonuçlara mı yol açıyor? Kavram mühendisliği eski kavramlarımızı başka bir bağlamda yeniden tanımlamaya da odaklanabilir. Mevcut toplumsal ve teknolojik durumda, zekâ, mahremiyet, enformasyon veya hastalık gibi kavramların hangilerine ihtiyacımız var? Ya da inceleme yöntemlerimiz ve toplumsal gerçekliğimizle başa çıkma veya onları yeniden şekillendirme işine de odaklanabilir. Cinsel taciz, soykırım tecavüzü, gen veya otizm gibi kavramları gündeme getirebilir.
Felsefeyi kavram mühendisliği olarak kabul ettiğimizde, artık bilimlere rakip olma durumu ortadan kalkacaktır. Carnap’ın da iddia ettiği gibi, bu sayede felsefe ve bilimler el ele yürüyebilir. Böylece, felsefe uzayı ve zamanı nasıl düşünmemiz gerektiğini soran fizik ile, hangi tür kavramını kullanmamız gerektiğini soran biyoloji ile ya da daha genel olarak doğrulama, kanıt ve çıkarım gibi kavramları nasıl anlamamız gerektiğiyle uğraşan bilimlerle birlikte çalışabilecektir. Ya da bilimin konusu olmayan ama insan hayatında kritik roller oynayan sanat, özgürlük, sorumluluk, bilinç ve birey gibi kavramlar üzerine de kafa yorabilir.
Felsefeyi kavram mühendisliği olarak düşünmek, kavramlar ve gerçeklik arasındaki ilişkiye dair farklı bir düşünme yöntemi sunar. Böylece, kavramları artık basitçe gerçekliği görebileceğimiz veya gördüklerimizi yorumlayabileceğimiz şeffaf pencereler olarak görmekten vazgeçebiliriz. Bunun yerine, kavramları nasıl düşündüğümüzü ve nasıl yaşadığımızı şekillendiren araçlar olarak kabul etmeye başlayabiliriz.
Kavram Şemamızdaki Değişimler Dünyamızı Nasıl Değiştirebilir?
Geçtiğimiz yüzyılın büyük toplumsal hareketlerinin, kullandığımız dildeki ve kavramlardaki devrimlerle bağlantısını görmek için çok fazla düşünmemize gerek yok.
Toplumsal kavramlarımız tipik olarak sadece dünyadaki bir grubu “ayırt etmeye” değil, aynı zamanda bu grubun üyelerine nasıl davranılacağı ve onlara nasıl yaklaşılacağına dair belirli normlar dayatmaya da bağlıdır. Örneğin bir ırk veya etnik köken için kullanılan pejoratifler yalnızca o grubun üyelerini ayırt etmekle kalmaz, aynı zamanda onları aşağılamak için de kullanılır. Pejoratif olmayan terimler bile -feministlerin uzun süredir yetişkin kadınlar için “kız” kelimesini kullanmayı bırakmamız gerektiğini vurguladıkları gibi- belirli davranış normlarını dayatabilir.
Terimler ve kavramlar bazen tüm bir hukuk sisteminin oluşmasında önemli bir rol oynayabilirler. “Quadroon” ve “octoroon” gibi eski “ırksal” terimleri ele alalım. Bu terimler ayrımcı yasal uygulamaların hayata geçirilmesinde oldukça incelikli bir biçimde kullanılmışlardı. Kavramları bir kenara bıraktığınızda, bu tür hukuk sistemlerini veya ortaya çıkardıkları etnik ayrımcılıkları pekiştirmek ve uygulamaya koymak artık mümkün değildir.
Bazen de, kavramlardaki değişiklikler yasalardaki değişiklerle veya yasaların nasıl uygulanacağıyla birlikte gelişir. Birçok yerde evlilik kriterlerinin yeniden düzenlenmesiyle birlikte, evliliğin yalnızca heteroseksüel birlikteliklerde mümkün olabileceğine dair eski çıkarımlar da terk edildi. Böylece, kavram ve toplumsal gerçeklik birlikte değişmiş oldu. Evli insanların cinsiyet temelli kimliklerine dair çıkarımsal bağlantılar değişmesine rağmen, evliliğe bağlı binlerce yasal hak ve yetki -tıpkı evlilik gibi yaşamı şekillendiren bir ilişkinin toplumsal olarak onaylanmasına dair gayriresmi bağlantılar gibi- aynı kalmaya devam etti. Benzer şekilde, hastalık ve engellilik kavramlarımızı formüle etme biçimlerimizin de doğrudan yasal sonuçları vardır; okullarda ne tür barınma koşullarının sağlanacağı veya hangi tedavilerin sigorta tarafından karşılanacağı gibi.
Böyle değişiklikler yalnızca eski terminolojiyi değiştirmekle sınırlı değildir. Kavramsal ve dilbilimsel innovasyonların son yıllardaki değişimlerin çoğunda oynadığı rolü düşünün. “Cinsel taciz”2Bu kavram 1975 yılında Cornell Üniversitesi’ndeki aktivistler tarafından ortaya atılmıştı. ve “düşmanca ortam” gibi kavramların ortaya atılması, belirli davranış kalıplarının tanımlanması, sorunlu olarak kabul edilmesi ve yasaklamaya ve soruşturmaya uygun hale getirilmesinin anahtarı olmuştur. “Savaş tecavüzü” teriminin ortaya atılması, bu suçun soruşturulmasında uygulanacak uluslararası hukukun gelişmesinde hayati bir önem taşımıştır. Asja Armanda, Natalie Nenadic ve Catherine MacKinnon gibi filozoflar bu değişimin gerçekleştirilmesinde merkezi rol oynamışlardır.
Kavramlarımızın ortaya çıkardığı değişiklikler yasal ve toplumsal değişikliklerle de sınırlı değildir. Kavramlarımızdaki değişiklikler, inceleme ve tedavi pratiklerimizdeki değişikliklerle birlikle gelir. Duygusal, davranışsal ve bilişsel farklılıklar için kullandığımız terminolojideki değişiklikleri düşünün: “Deli” ya da “meczup” gibi terimlerden vazgeçerek, “mental sağlığı yerinde olmayan” türünden terimler kullanmaya başladık. Veyahut “aptal” ya da “moron” (ikisi de eskiden “teknik terimlerdi) gibi terimler kullanmak yerine “gelişimsel gecikme”, “özel ihtiyaçlar” veya “bilişsel engelleri” olan insanlardan bahsetmeye geçtik. Psikolojik terimlerimizin bilişsel ve davranışsal farklılıkların doğaüstü, tıbbi veya toplumsal bir modelini yansıtıp yansıtmadığı konusundaki farkı ve bu farklılıkların dini, biyokimyasal, davranışsal veya bağlamsal bir tedaviye yönelik girişimde bulunmamıza yol açıp açmadığı konusundaki farkı düşünün.
Thomas Kuhn’un vurguladığı gibi, kavramsal değişim aynı zamanda bilimsel devrimler için de merkezi bir rol oynar. Biyolojinin gelişiminde çok önemli bir etkisi olan “gen” terimine dair kavramsal değişiklikleri düşünün. Dahası, neyin aynı veya farklı bir tür olarak sayılması gerektiğini anlama yöntemlerimiz, biyolojik çeşitliliği nasıl araştırdığımız ve raporladığımız, nesli tükenmekte olan türleri nasıl tespit edip saydığımız ve çevre koruma veya iyileştirme çalışmalarını nasıl planladığımız konusunda muazzam bir fark yaratmaktadır. Fizikte ise uzay ve zaman gibi kavramları ve bunlar arasındaki ilişkileri kavrayışımızdaki değişiklikler, görelilik teorisinin gelişiminde kilit rol oynamıştır.
Toplumsal hayattaki, yasal hak ve yükümlülüklerdeki veya araştırma pratiklerindeki tüm bu değişiklikler, kavramlarımızdaki değişikliklerle birlikte ortaya çıkmıştır. Çünkü kavramlar ve terimler, yalnızca bireylere işaret etmenin veya dünyanın nasıl bir yer olduğunu açık şekilde keşfetmenin araçları değildir. Terimler, genellikle onlardan ne gibi çıkarımlar yapabileceğimize dair örtük kurallar olan normlarla birlikte gelir. Bunlar farklı gruptan bireylere nasıl davranılması gerektiği, onların hangi hak ve yükümlülüklere sahip oldukları ya da çeşitli koşulların nasıl araştırılacağı ve ele alınacağına ilişkin çıkarımlar olabilir. Kavramları değiştirerek çıkarımları değiştirebilirsiniz. Böylece, toplumsal, yasal, hatta bilimsel pratiklerde bile değişiklik yapabilirsiniz.
Kavramsal şemamızdaki değişikliklerin bu şekilde dünya temelli bir öneme sahip olacağını kabul etmek, zihinlerimizin “gerçekliği yarattığı” şeklindeki idealist felsefi görüşü benimsemek değildir. Bu yalnızca kavramlarımızın nasıl düşündüğümüz ve yaşadığımıza dair normlara bağlı olduğunu kabul etmektir. Bu aynı zamanda birbirimize nasıl davrandığımız, sosyal kurumlarımızı nasıl yönettiğimiz ve bilimsel araştırmalarımızı nasıl yürüttüğümüz konusunda yaratabileceği muazzam farkı da kabul etmektir.
Kavramların Gücü: Toplumsal ve Bilimsel Pratiklerdeki Değişiklikler
Kavram mühendisliğine odaklanmak, kavramlarımızın yalnızca dünyaya dair keşifler yapmak için kullandığımız şeffaf araçlar olmadığı konusunda da zihnimizi berraklaştıracaktır. Kavramlar, nasıl düşündüğümüzü ve ne yaptığımızı şekillendirerek dünyayı şekillendirmede de önemli bir rol oynarlar. Irk, engellilik, hastalık ve mahremiyet gibi kavramları yeniden değerlendirmenin toplumsal olarak ne kadar önemli olduğunu veya uzay, zaman ve tür gibi bilimsel kavramları yeniden değerlendirmenin etkilerini daha önce gördük. Tüm bunlar önemli felsefi konular olagelmiştir.
Yine de felsefe, tarihsel olarak sıklıkla birey, özgürlük, hak, sanat, bilgi ve adalet gibi insan yaşamının uzun süredir merkezinde olan daha genel kavramlara odaklanmıştır. Hangi eylemlerin özgür olarak sayılabileceği, devletin ne tür bir politik özgürlüğü garanti etmesi gerektiği, hangi hakların güçlendirilmesi gerektiği, kimin bilgi sahibi sayılacağı, adaletin ne olduğu ya da bir sanat eserinin değerinin ne olduğu gibi soruların yaşamımızı ne kadar büyük ölçüde şekillendirdiğini düşünün.
Bu kavramları anlamak, incelemek ve yeniden değerlendirmek, felsefi çalışmalar için her zaman merkezi bir rol oynamıştır ve bu kavramlara dair anlayışımızın ve onları kullanma biçimimizin insan yaşamı üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur.
Kimileri klasik filozofların yalnızca kavramları anlamakla veya şekillendirmekle ilgilenmediğini, onların bir bütün olarak dünya hakkında konuştuklarını söyleyebilir. Platon adaletin ne olduğunu, John Locke neyin bir kişiyi zamanla aynı kılacağını, David Hume özgürlüğün ne olduğunu, Clive Bell ve Arthur Danto ise sanatın ne olduğunu sorgulamışlardı.
Birçok filozofun adalet, birey, özgürük veya sanat tartışmalarında basitçe ilgili kelimeleri kullandığı kesinlikle doğrudur. Ancak çoğu zaman, gündelik hayatta bile -politik muhabbetlerde, arkadaşlarımızla yaptığımız tartışmalarda-, kelimeleri dünyanın ampirik gerçeklerine dair itirazlarımızı ifade etmenin bir yolu olarak değil, terimlerimizi nasıl kullanmamız gerektiğine dair görüşleri baskılamak için kullanırız.
Olimpiyatlarda kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan Hava Tabancası ve Senkronize Yüzme gibi sporların gerçekten spor olup olmadığına dair tartışmaları düşünün. Ya da Oklahoma City’nin bombalanmasının terörizm olup olmadığı veya tutukluların su altında havasız bırakılmalarının işkence olup olmadığı konusundaki daha ciddi tartışmaları da düşünebilirsiniz.
Bunlar David Plunkett ve Tim Sundell’in “Metalinguistik Müzakere” olarak adlandırdıkları durumlardır; yani kelimeleri, bu terimlerin nasıl kullanılması gerektiği (veya kullanılıp kullanılmayacağı) konusunda uzlaşmak için dolaylı olarak kullandığımız durumlar. Böyle tartışmaların diğer olgulara dair farklı inançlardan (örneğin Havalı Tabanca yarışmacılarının becerileri veya eğitimleri hakkında) kaynaklanması gerekmez ve daha ileri “keşiflerin” tartışmayı çözeceği fikri de anlamsızdır. Bu tür tartışmalar, sadece ilgili kelimelerin (“spor” gibi) gerçekte nasıl kullanıldığına bakılarak veya tartışmacıların anahtar bir kelimeyi farklı şekillerde kullandıkları kabul edilerek de çözülemez. Çünkü bu tartışmalar özünde dünyanın nasıl bir yer olduğu ya da kelimelerin nasıl kullanıldığıyla ilgili değil, nasıl kullanılması gerektiğiyle ilgilidir.
John Locke (yalnızca bedenin değil) bilincin sürekliliğini korumanın zaman dâhilinde aynı kişi olarak kalmak için temel bir kıstas olduğunu iddia ettiğinde, bunun zamanın standart pratiğiyle uyuşmadığının farkındaydı. Ancak, ona göre, bu bireyleri nasıl düşünmemiz gerektiğiyle ilgilidir çünkü birey “eylemleri ve onların erdemlerini temellük eden hukuki bir terimdir” ve yalnızca eylemi gerçekleştiren kişi ile cezayı veya ödülü sahiplenecek olan kişi arasında bir bilinç sürekliliği olduğu durumlarda verilecek ceza veya ödül doğru ve adil olabilir.
Paul Edwards özgür iradenin olmadığını iddia ederken, genellikle bir kişinin dışsal bir kısıtlama olmadan istediğini yaptığı durumlarda o eylemi “özgür” olarak nitelediğimiz olgusuyla ilgilenmez. Ona göre, insanların özgür olmaları demek sorumluluk sahibi olmaları anlamına gelir. Ancak, kendi karakterlerini kendileri seçmedikleri sürece hiç kimseye sorumluluk yükleyemeyiz ki bu koşul da zaten hiçbir zaman karşılanmamıştır.
Filozofların yaptığı şey, bireyleri ya da özgürlüğü nasıl düşünmemiz gerektiğine dair görüşler ileri sürmek olarak görülebilir. Ancak bu tartışmalar yalnızca “kelimeler hakkında” değildir. Bunlar kimi suçladığımız, cezalandırdığımız, kimin mülkiyet ve diğer haklara sahip olduğu, çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, arkadaşlarımıza ve borçlularımıza nasıl davrandığımız açısından önemlidir.
İki Temel Problem: Değerlendirme ve Uygulama
Birçok geleneksel felsefe çalışmasını kavram mühendisliği olarak düşünmek, bizi bilimle bir rekabet içine düşme tehlikesinden uzaklaştırırken, kavramsal çalışmanın felsefeyi sığ veya önemsiz hale getirdiği iddiasını da reddetmemizi sağlar.
Bu noktada ele alınması gereken iki temel mesele vardır:
- Değerlendirme problemi: Kavramları nasıl kullandığımız ve kullanmamız gerektiğini nasıl saptayabiliriz?
- Uygulama problemi: Bunu saptasak bile, bu değişimleri kavramsal şemamıza ve dilimize nasıl uygulayabiliriz?
Wittgenstein’a göre, dilimizi bir alet çantası olarak görebiliriz. Bu düşünceyi takip ederek ilk soru üzerinde ilerleme kaydedebiliriz. Kavramlarımız ve terimlerimiz aletler gibi hizmet eder; yalnızca dünyayı yorumlamamıza ve incelememize yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda selamlaşmak, tutumlarımızı ifade etmek, oyun kurallarını veya çıkarım kurallarını aktarmak, hesaplamalar yapmak, yasaları ve toplumsal yaşamı organize etmek gibi birçok işe yararlar. Dilimizi ve kavramlarımızı bu şekilde düşündüğümüzde, değerlendirme problemine nasıl yaklaşılacağını görebiliriz. Matthieu Queloz’un önerdiği gibi, mevcut dilimizin terimleriyle başlamak için iyi bir yol tersine mühendisliktir. Yani sayısal terimler veya ahlaki terimler gibi terimlerin, onları kavramsal repertuarımızın kullanışlı (en azından bazıları için kullanışlı!) bir parçası geline getirmek için ne yaptıklarını değerlendirerek başlamalıyız. İlgili işlevlerin ne olduğuna dair bir fikrimiz olursa, bunların muhafaza etmemiz veya reddetmemiz gereken işlevler olup olmadığını daha iyi değerlendirme şansımız olur. Bu terimler (sayısal terimler gibi) bilimde veya başka yerlerde bilginin peşinde koşmamızda, akıl yürütmemizde ve çıkarımlar yapmamızda önemli işlevlere sahipler mi? Ya da pejoratifler gibi terimler aşağılama için işlevsel midirler? Böylece, ilgili terimlerin ve kavramların işlevlerini hâlâ iyi bir şekilde yerine getirip getirmediklerini ya da hakikat, özgürlük, ölüm, evlilik veya zekâ gibi kavramlarımızı değiştirmenin daha iyi olup olmayacağını daha sağlıklı şekilde değerlendirebiliriz.
Kavramlarımızla ne yapmamız gerektiğini çözsek bile, bu değişiklikleri dilimize veya kavramsal şemamıza uygulayıp uygulayamayacağımıza dair bazı skeptik görüşler öne sürülebilir yine de. Herman Cappelen bunu kavram mühendisliği için “uygulama problemi” olarak tanımlar. Ancak bu da eleştirmenlerin iddia ettiği kadar kadar çözmesi zor bir problem değildir. Kavramları aletler olarak düşünürsek, tıpkı bir çekiç, çatal veya kanoyu kullanmanın doğru veya yanlış yollarının olabileceği gibi, kavramların da kullanım kurallarının olduğunu kabul etmek doğal hale gelecektir. Sözcükler söz konusu olduğunda, belirli bir ifadenin doğru olduğu, bir yasanın adil olduğu veya bir eylemin özgür olduğu iddiasından yola çıkarak hangi çıkarımları yapabileceğimiz ve yapmamız gerektiği konusunda toplumsal kurallar vardır. Dilimizi nasıl değiştirebileceğimiz problemi, o zaman, toplumsal normları nasıl değiştirebileceğimiz problemi olarak görülebilir; normlar, çeşitli durumlarda nasıl davranmamız gerekiğine ilişkin kurallardır. Kolay olmasa da, kısmen Christina Bicchieri gibi filozofların çalışmaları sayesinde, bunun kamusal tartışmalar, hükümet veya meslek kuruluşları tarafından yapılan resmi düzenlemeler ya da trend belirleyicilerin örnek davranışları yoluyla nasıl yapılabileceği hakkında giderek daha fazla şey öğreniyoruz.
Elbette ki dilimizi ve kavramlarımızı en iyi nasıl değerlendirebileceğimiz -işlevlerini ve bunları ne kadar iyi yerine getirebildiklerini belirleyebileceğimiz- konusunda yapılması gereken çok iş var; arzulanan kavramsal değişikliklerin “yerleşmesi” için gerekli değişikliklerin nasıl uygulanması gerektiğine dair de. Dilbilimsel çalışmalar bu iki sorunun da çözümüne yardımcı olabilir. Dizgeci işlevsel dilbilim, dilsel işlevleri tanımlamamıza yardımcı olabilir; tarihsel dilbilim ise doğal dilsel değişimlerin altında yatan süreçleri tanımlamamıza yardımcı olabilir. Değişimi tetiklemek için bunlardan yararlanmayı umabiliriz.
Sonsöz
Kavram mühendisliği, felsefenin temel alanlarını yeniden kavramsallaştırmak için umut verici ve ilginç bir rota sunar. Bunu da, felsefeyi bilimle rekabet içerisine sokma tehlikesinden ve felsefi çalışmaların saçma veya sıkıcı olduğu hissinden kaçınarak yapar. Felsefenin etik gibi diğer alanları, bu problemlerden kaçınmak için böyle bir yeniden kavramsallaştırmaya ihtiyaç duymayabilir. Bu kavramsal çalışma, felsefenin ne yaptığını ve neler yapabileceğini çok daha anlamlı hale getirebilir. Kavram mühendisliği için bu kavramsal ve dilbilimsel tercihlerin nedenlerini belirgin ve incelemeye açık hale getirmek kritik bir önem taşır. Bu da, bilim insanları gibi davranarak “keşifler” yapıyor gibi görünmek yerine, bu kavramsal tercihlerin nedenlerini ortaya koymayı gerektirecektir. Bu, aynı zamanda, ne yaptığımız konusunda şeffaf olmayı ve felsefenin bilimvari “keşif” modelinden kurtulmayı gerektirecektir.
Felsefeyi dünyevi bir keşiften ziyade kavramsal mühendislik olarak düşünmek, felsefi soruların cevaplarının bilinemez olduğuna ve o nedenle cevap aramaktan vazgeçmemiz gerektiğine dair düşüncelerden kaçınmamıza da olanak sağlar. Bazı kavramsal sistemleri kullanmaya devam etmek zorundayız. Dolayısıyla yapabileceğimiz en kötü şey, hangi kavramları kullanmamız ve kullanmamız gerektiğine dair ciddi ciddi düşünmeyi bırakmak olacaktır. Keza dünya hakkında nasıl düşündüğümüz ve konuştuğumuz gerçekten önemlidir.
Notlar
(1) Türkçesi: Stephen Hawking & Leonard Mlodinow, Büyük Tasarım, çev. Selma Öğünç. İstanbul: Doğan Kitap, 2012. -çn.
(2) Bu kavram 1975 yılında Cornell Üniversitesi’ndeki aktivistler tarafından ortaya atılmıştı.
Orijinal Başlık: Philosophy as Conceptual Engineering
Yazar: Amie L. Thomasson
Türkçeye Çeviren: Ulaşcan Kurt
Editör: Bekir Demir