Demo v1.0

8 Eylül 2024, Pazar

Beta v1.0

Kâbusun Tadı: Borges, Wordsworth ve Bedevi

Rüyalar estetik bir çalışma olmasına rağmen Borges, kâbusta korku türüne ait tuhaf bir yan olduğunu söyler.
Çeviren:
Melike Beyza Demirel
Kaynak:
The Lacanian Review

1977 yılında Jorge Luis Borges, Kolezyum Tiyatrosu’nda, Buenos Aires’te, ‟Kâbus” adlı bir konuşma yapar; burası aynı zamanda AMP Kongresi’nin Nisan’da yapılacağı şehirdir. Bu konferansta Borges, Boethius’tan Dante’ye ve Sör Thomas Browne’a kadar uzanan göndermelerle rüyaların doğasına odaklanır. Borges bununla, rüyaları incelemek isteyenler tarafından karşılaşılan özel bir zorluğun altını çizer, çünkü rüya hakkında söylenebilecek her şey rüya gören kimsenin rüyaya dair sahip olduğu belleğe dayanır. Rüya, uyanma anında ve daha sonra birisine anlatıldığında masallaşmaya devam eden bir kurmaca eser olarak düşünülmelidir. Borges’in ilk sözcükleri “Rüyalar cins, kabuslar ise türdür” olur.

Freud herhangi bir noktada alıntılanmamasına rağmen Borges’in ilgisi ve rüya hakkındaki düşünme biçimi, neredeyse Die Traumdeutung’tan (Rüyaların Yorumu) bir pasaj gibi görünebilir. Borges’in ayrıntılara gösterdiği özen, kendi yeğeniyle ilgili verdiği örnekte kendini gösterir. Çocukların her şey aynı düzlemde gerçekleşmiş gibi uyanıklık ve uyku arasında ayrım yapmadığını gözlemler. Çocuktan, mistiklere, hatta –Calderon de la Barca’nın “hayat bir rüyadır” diye yazdığı gibi– uyanıklığın rüya olmasının imkansız olmadığı şairlere doğru bir hat çizer. Anekdot şöyledir: Beş yaşındaki yeğeninin her sabah ona rüyalarını anlatma alışkanlığı vardır. Borges bir sabah ona ne rüya gördüğünü sorduğunda, çocuk, amcasının rüyalarıyla ilgilenme tuhaf hobisinden cesaret bularak cevaplar: ‟Dün gece ormanda kayboldum, korkmuştum, fakat açık bir alana vardım ve orada etrafında her yana uzanan merdivenleri ve koridor gibi basamaklarıyla beyaz ahşap bir ev vardı ve de bir kapı. Bu kapıdan sen çıkageldin.” Çocuk aniden durdu ve ekledi: “Söylesene, o küçük evde ne yapıyordun?” Çocuklar ve şairler sayesinde orada sadece bir rüya görenin olduğundan ve bu rüya görenin bizlerden biri olduğundan şüphelenebiliriz. Avusturyalı şair Walter von der Vogelweide’nin dizerlerinde çok hoş bir şekilde ifade ettiği gibi: Ist es mein Leben geträumt oder ist es wahr? (Hayatımı ben mi düşledim yoksa o zaten bir rüya mıydı?)

Konferansının son kısmına doğru Borges daha karanlık bir şeye yönelir: kâbus. Farklı dillerdeki etimolojik çeşitlemelerinin izini sürerek asıl ‟kâbus” sözcüğüyle ilgilenir. Bu temelde kâbusu kışkırtan şeytani varlıkla bir örtüşme olduğunu fark eder. Örneğin Almancada “kâbus” için kullanılan Alp, ‟cin” (elf) anlamına gelir. Bu kâbusu esinleyen cin olurdu. Yunancada efialter daha güçlü bir terimdir: şeytanın ta kendisidir. Latinceye gidersek incubus uyuyana baskı yapan ve yine kâbus için ilham kaynağı olan bir şeytandır. İngiliz dili en ılımlı olanı gibi görünüyor: nightmare (kâbus) kelimesi en az iki kez Shakespeare’in yapıtında geçer: ‟Gece kısrağıyla (night mare) buluştum” ve ‟gecekısrağı (nightmare) ve onun dokuz tayı”.

Rüyalar estetik bir çalışma olmasına rağmen Borges, kâbusta korku türüne ait tuhaf bir yan olduğunu söyler. Ölü olarak görünen bir kişi veya bizi terk eden birisi, gerçek bir kabusta ortaya çıkacak illetler değildir. Bunun tekil bir korkunçluğu vardır ve Borges’in kâbusun tadı dediği şeyle ifade edilir. Bunun tadını almamız için Borges bize Wordsworth’un, De Quincey tarafından epey övülen bir kabusunu sunar. Wordsworth’un bir zamanlar Sanatı ve Bilimleri bitirecek bir tür kozmik felaketten endişe ettiğini söyler. Fiziksel huzursuzluk, eziyet ve doğaüstü korku unsuru; rüyasında kâbusun bütün unsurları mevcuttur. Wordsworth denize bakan bir mağaradaydı, öğlendi ve Don Quixote okuyordu. Borges bize Wordsworth’ün şu yorumunu aktarır: ‟Kitabı koydum, düşünmeye başladım: Tamamen Bilim ve Sanatlar hakkında düşündüm ve sonra vakit geldi: Uyku beni ele geçirdi ve rüyaya daldım”.

Burada Wordsworth, kumsalın altın kumları arasında denize bakan bir mağarada uyuyakalmıştır. Ardından rüyaya dalar: Kum onu kuşatır. Çölün ortasındadır (çöldeyken her zaman merkezdeyizdir diye hatırlatır Borges) ve dehşet içindedir, buradan kaçmak için ne yapabileceğini düşünerken yanında birinin belirdiğini görür. Tuhaf biçimde bu, deve süren ve sağ elinde mızrak olan bir bedevi Araptır. Sol kolunun altında bir taş ve sağ elinde bir deniz kabuğu var. Arap, ona vazifesinin Sanatları ve Bilimleri korumak olduğunu söyler ve olağanüstü güzellikteki deniz kabuğunu kulağına dayar. Wordsworth bize, bilmediği ama anladığı bir dilde kehaneti işittiğini söyler: Tanrı’nın gazabının göndereceği bir tufan tarafından dünyanın yok olmak üzere olduğunu haber veren tutkulu bir tür kasidedir bu. Sonra Arap ona tufanın gerçekten de geldiğini fakat bunun dışında bir görevi olduğunu söyler: Sanatları ve Bilimleri kurtarmak. Sonra ona taşı gösterir ve taş ilginç biçimde Öklid’in Geometrisi’dir. Ardından deniz kabuğunu getirir ve bu deniz kabuğu, birden ürkütücü şeyleri dile getiren bir kitaba dönüşüverir. Aynı zamanda dünyanın tüm şiirleridir bu deniz kabuğu. Bedevi der ki: ‟Bu iki şeyi korumak zorundayım, taş ve deniz kabuğu, her ikisi de birer kitap.” Arkasına döner ve Wordsworth’ün, Bedevi’nin yüzünün değiştiğini, korkuyla dolduğunu gördüğü andır bu.  O da arkasına baktığında büyük bir parlaklık görür, çölün yarısını çoktan sular altında bırakan bir parlaklık.  Dünyayı yok edecek selin sularıdır bu. Bedevi uzaklaşır ve Wordsworth, Bedevi’nin aynı zamanda Don Quixote olduğunu ve aynı zamanda olmadığını görür; rüyanın korkusuna karşılık gelen bir ikilik. Wordsworth, o anda feryatla uyanır çünkü sular ona çoktan ulaşmıştır. Rüyanın sonu.

Wordsworth’ün kâbusu, Borges’e göre edebiyat tarihindeki en güzel kâbuslardan biridir. Basit bir tat meselesi değildir. Lacan, Anksiyete Seminerinde analizcilerin neden kâbuslara bu kadar az ilgili olduklarını sorgular: ‟En ağır, asla yeniden yapılandırılmayan, kaçtığımızı sanarken antik zamanların karanlığına geri fırlatılmış, geçmişe ait bir deneyimden, ama bizi bu zamanlara bağlayan zorunluluğu ortaya çıkaran, hala mevcut ve, ilginç biçimde, çok nadir zamanlar hariç artık konuşmadığımız bir deneyimden söz edeceğim –kâbus deneyiminden.”

 

Orijinal Başlık: The Flavour of the Nightmare
Yazar: Oriol Cobacho
Türkçeye Çeviren: Melike Beyza Demirel
Editör: Bekir Demir