Hamsterımız öldü.
Bunun beni bu kadar etkilemesini beklemiyordum.
Onu gömmek için evimizin küçük bahçesindeyiz. Eşim, üç çocuğum ve etrafımızı saran ortanca çiçekleriyle birlikte. Çocuklar komşunun çitinin hemen dibinde bir mezar kazdılar. Dostlar yemeğe geldiğinde yakacağımızı düşündüğümüz mumları alıp bir mezar taşı hazırladılar. Taş, düz ve yuvarlak. Baltık Denizi’ndeki tatilimizden dönerken yanımızda getirmiştik. Kalemliklerinden çıkardıkları beyaz renkli keçeli bir kalemle üzerine şöyle yazdılar:
“Dünyadaki en iyi hamsterdın.”
Eşim bir dua okumamızı öneriyor. Çocuklarımız din dersinde öğrendikleri “Göklerdeki Babamız”ı okuyor. Bense ne vaftiz oldum ne de kiliseye giderim. Duayı hatasız okuyamıyorum, bu da beni teselli etmiyor. Yine de insanın izleyebileceği bir ritüel var olduğu için müteşekkirim. Küçük oğlumuzsa bulunduğu yerde, taş kesilmişçesine dikiliyor.
Daha 8 yaşında ve içinde hamsterının bulunduğu minik kutuyu tutuyor. Hamstera Toni ismini vermişti. Sert bir şekilde konuşuyormuş gibi yaptığı zamanlarda ise Tobias diye hitap ederdi ona. Toni onun en iyi arkadaşıydı. Sabah uyandığında yaptığı ilk iş Toni’nin kafesine gitmek olurdu. Nereye gitse Toni’yi de yanında götürürdü: legolarla oynarken, kitap okurken, hatta dişlerini fırçalarken… Hiç kimsenin bir hayvanla böylesine içten bir bağ kurduğuna şahit olmamıştım. Sanki bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Hamsterı iki saatten kısa bir süre önce veterinere götürdüğümüzde, bunun sadece rutin bir ziyaret olacağını sanıyorduk.
Oğlum, “Güle güle Toni” dedi ve ağlamaya başladı.
Kartondan kutuyu mezara yerleştirdi ve kız kardeşiyle birlikte kutunun üzerini toprakla örttü. Toprak parçalarının küçük tabut üzerine düştüğünde çıkardığı sesleri duyuyorum. Bu öyle bir ses ki başka sese kolay kolay benzemez. Bu ses beni birden bire 50 yaşımdan 15’ime götürüyor ve kendimi babamın mezarı başında buluyorum. İnsanın duyularını yok eden uyuşukluğu hissediyorum. Vücudun içinden geçen bir boğulma hissi buna eşlik ediyor. Sanki biri boğazımı öyle sıkıyor ki, ne nefes alabiliyor ne de verebiliyorum. Tabii sonra geçiyor. Dünyaya bakıyorsunuz ve size her şeye yabancılaştığını görüyorsunuz.
“Daha demin hayattaydı!” diyor oğlumuz.
Sonra acıya dayanamıyor ve hıçkırıklara boğuluyor.
Bir yandan ona sarılırken, “Biliyorum” diyorum. “Biliyorum.”
Çocuklarıma rahat bir çocukluk yaşatmak ve onları her tür acı ve dertten korumak için uğraşan biri olarak gidip onlara 2 yıllık yaşam ortalamasına sahip bir hamster almıştım. Bu günün geleceğini nasıl olmuştu da düşünememiştim?
Ne ölümle ne de yasla aram iyi değildir. Babam öldüğünde, annem, erkek kardeşim ve ben bunu atlatmak için üzerine hiç konuşmamayı denedik. Belki de çocukları için bir şekilde daha kolay olacağı düşüncesiyle ölüm hakkında konuşmamayı tercih etmişti annem. Belki o zaman, sanki hiçbir şey olmamış gibi, her şey normal akışına dönerdi. Başlarda bundan memnundum. Konuşmamak, babam için yas tutmak zorunda kalmamak demekti. Yas tutanlar bir noktada ölen kişinin gitmesine izin verirler, ölümü kabullenirler. Ben böyle olsun istememiştim. Babamın adım adım hafızamdan silinmesine izin veremezdim. Hissettiğim acı babamdan geriye kalan tek bağlantıydı. Acının azalmasını istemiyordum. Aynı zamanda, bazı günlerde, bunun benim için ne kadar zor olduğunu kimsenin göremeyeceği güçlü genç bir adam olmak da istiyordum. Sanki bir yanım her zaman başka bir dünyadaymış gibi hayatıma devam ediyordum. Bir şarkı, bir fotoğraf, vedayla ilgili herhangi bir söz yetiyordu; içinde hiçbir şeyin geçmişte bir anı olarak kalmadığı, bilakis daha az önce yaşandığı bir dünyaya tepetaklak dalıyordum.
Elbette böyle bir şeyi çocuklarımın da yaşamasını istemiyorum.
Üç çocuğumuz şimdi 8, 10 ve 12 yaşlarındalar. Hepsi de bir noktada ölümle ilgili bir şeyler sordular. Anaokulunda duymuşlar; birinin büyükannesi ölmüş, bir kuş pencereye çarpmış ve bir daha uyanmamış. Şimdi uyumadan önce anneleriyle babalarının, dedeleriyle büyükannelerinin, hatta kendilerinin daha ne kadar yaşayacağını öğrenmek istiyor, öldükten sonra ne olacağını soruyorlar. Neyle karşı karşıya olduklarını anlamaya çalışıyorlar.
Ben Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde büyüdüm. Babam Almanya Sosyalist Birlik Partisi üyesiydi, annemse kimyager. Bizim için Hristiyanlar hayatla başa çıkabilmek için tanrıya ihtiyaç duyan kimselerdi. Eğer Batı’dan gelen ve çocukken kiliseye gidip gelmiş bir eşim olmasaydı, çocuklarımın öldükten sonra bize ne olacağı sorusunu annem gibi cevaplamak zorunda kalırdım:
“Her şey atomlardan oluşur.”
30 yıl sonra babamın artık bir mezara ihtiyacı olup olmadığı hakkında konuştuk. Mezar annemin hâlâ yaşadığı çiftliğin hemen ötesinde bir yerdeydi. Geçen yıllarda eşim ve çocuklarımla babamın mezarını ziyaret etmiş olsam da mezar ziyaretlerim çok nadirdir. Oraya gidince ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Zaten mezar başında babamın varlığını hiç hissetmiyorum, sadece acısını hissediyorum, mezarın içinin dolu olduğunu değil. Neden, bilmiyorum. Buna rağmen mezarının boşaltılmasına karşıyım. Zira mezarın boşaltılması demek babam için yas tutmanın sona ermesi, artık sadece geçmişte bir anı olması anlamına gelecek.
Annem bana “Artık koca adam oldun,” diyor.
Eşimse “Ama insan kaybettikleriyle ve özledikleriyle arada konuşacağı bir yere ihtiyaç duymaz mı?” diye soruyor.
Annem “Eh, neyse” diye cevaplıyor.
Akşamları annemle kanepede otururken, ağır bir hastalığa yakalanırsa ölmek için İsviçre’ye gideceğini söylerdi. Çünkü bedeninin yakılmasını istiyordu. Mezar taşı da istemiyordu. Kendini öyle mühim biri olarak görmüyordu. Şaka yaptığını sanıyordum ama ciddiydi. Kulağa sanki bir yok oluş fantezisi gibi geliyordu. Annemin böyle gitmesine asla izin veremezdim.
Hayata karşı nasıl bir tutum bu?
Bilinç, Tanrı ya da Kozmik Akıl
Geçen yıllarda teorik iki kitap üzerine çalıştım. İnsanlığın gezegenleri nasıl yok ettiğiyle ilgiliydi. Yaşam tarzımızın belirli ekosistemler, resifler, yağmur ormanları, perma frost topraklı tundralar, çöller, bozkırlar, buzullar, buz örtüleri ve dolayısıyla insanlık için ne gibi sonuçları olabileceğini tarif edebilmek için sayısız kitap ve makale okudum. Her şeyi tam olarak ve eksiksiz anlayabilmek için kendimi araştırmaya adadım ama bir noktada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu hissine kapıldım. Her ne kadar milyonlarca farklı yaşam formu olsa da her zaman tek ve aynı nabız atışına sahip bir yaşamdır söz konusu olan.
Bugün en küçük hücrede bile kendini algılayabilecek, kendini tam olarak şu hayvan, bu bitki, o insan olarak tecrübe edecek bir şeylerin saklı olduğu kanısındayım. Buna bilinç, tanrı ya da kozmik akıl diyebilirsiniz veya hiçbir şey demeseniz de olur. Bunu, meraktan yanıp tutuşan, bu eşsiz fırsatı tam anlamıyla değerlendirmek, hayatın içinde ne var ne yok bütünüyle yaşamak için sıradaki ve ondan sonraki tecrübeleri tatmayı dört gözle bekleyen bir şey olarak hayal ediyorum.
Acaba küçük oğlumun Toni’yle birlikte yaşadığı şey de tam olarak bu muydu?
Daha hamsterı aldıktan birkaç gün sonra oğlum onu eliyle beslemeye başlamıştı. Birkaç gün sonraysa Toni’yi kafesinden çıkarmış ve yanında taşır olmuştu. Bu noktadan itibaren artık ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Oğlum masaya oturup yemeğini yerken hamster da onun tabağını yalardı. oğlum Playmobil oyuncaklarıyla oynuyorsa hamster da evlerden birine tırmanır ya da içine girdiği arabanın birinden dışarı bakardı. Yatağa girdiğinde gizlice hamsterını da yatağa almaya çalışırdı. Bir keresinde bunu başarmış ve hamster kolunda uyuyakalmıştı. Hiçbirimiz, hamsterın tam olarak nerede olduğunu öğrenmeden kanepeye oturmazdık.
O zamanlar evde en çok sorulan soru muhtemelen şuydu: “Toni nerede?”
Misafirimiz geldiğinde, oğlumuz hamsterını misafirlere gösterebilmek için onunla kapıda beklerdi. Daha ceketlerini çıkarmadan Toni’yi ellerine tutuştururdu. Hayvanları sevsinler ya da sevmesinler, küçük hergele her insanda bir duygu uyandırırdı. Telefonlarımız, oğlumuzun akrabalara ve eşe dosta gönderdiği Toni’nin sayısız fotoğrafıyla doluydu. Fotoğrafların çoğu oynanmış haldeydi; hamster bazen güneş gözlüğü takıyor, bazen tabanca tutuyor, bazen de etrafında dolanan kalplerle süslüydü. Oğlum Toni’yi eline alıp burnunu onun burnuna dokundurmaya çalıştığında, hamster kucaklanmak istemeyen biri gibi ön patileriyle bu girişime karşı koyardı, o an oğlumdan mutlusu olamazdı. Bu nasıl bir tatlılıktı, anlatamam.
Eşim bir seferinde “Biliyorsun, bu hamster sonsuza kadar yaşamazsa yandık” demişti.
Biliyorum, diye cevaplamıştım. Biliyorum.
Toni’yi ilk defa veterinere götürdüğümüzde, yaptığı bir hareketten ötürü dişinin kırıldığını öğrenmiştik. Antibiyotiklerle tedavi edilmesi gereken bir iltihaplanması vardı. Oğlum hamsterı eline alıyor, ben de bir şırıngayla hazırladığım ilacı hamsterın burnuna damlatıyordum. Bir süre sadece püre yiyebilmişti. Eşim de doğal olarak bir sürü püre yapmıştı. Durumu iyiye gidince Toni’yi büyük kızımıza bırakmıştık ve içimiz ferah bir şekilde tatile gitmiştik.
Kızım, birkaç gün sonra Toni’nin kafeste bazen yönünü şaşırarak tökezlediğinden ve merdivenden düştüğünden bahseden bir mesaj atmıştı.
“Pek iyi görünmüyor” yazmıştı.
Tatilden hemen geri dönmüş, hamsterı veterinere götürmüştüm. Oğlum arka koltukta Toni’yle otururken birden çığlık atmaya başladı. Taşıma kafesinden çıkardığı Toni’nin kanı oğlumun eline bulaşmıştı. Yalpalayarak veterinere girmiştik ve doktor, yumuşakça hamsterın karnına bastırdığında poposundan kan fışkırmıştı. Görünüşe göre içinde bir ülser büyümüş ve patlamıştı.
Doktor, “Onu ameliyata alabiliriz, ama derhal karar vermeniz lazım,” demişti. “Yoksa birkaç saat içinde ölecek.”
Oğlum ağlamaya başlamıştı. Toni’nin ameliyata girmesini istemiyordu. Bu, Toni’nin acı çekmemesi için miydi yoksa ameliyata çok para harcamamı istemediği için miydi, bilmiyorum; sormamıştım. Zaten seçeneğimiz de yoktu. Ameliyat 500 Euro tutacaktı, böylece karar verilmiş oldu. Doktor, oğluma hamsterıyla vedalaşması için birkaç dakika süre tanıdı. Oğlum tek bir kelime etmeden onu okşuyordu. Toni ise birazdan öleceğinden habersiz, oğlumun eline sarılmıştı.
Oğlum, “Güle güle Toni,” dedi.
Bundan iki hafta önce veterinerde bekleme odasındayken, kedisi ölmüş bir kadının ağladığını görmüştük. Oğlum kadına, başına bir şey gelmiş ve bu yüzden başka bir tür insana dönüşmüş biri gibi bakmıştı. Şimdi, oğlum da o kadın gibi olmuştu.
Toni’yi veterinerde bırakmış ve arabaya geri döndük. Hamsterı geri almaya dönmeden önce oğlumun emniyet kemerini bağladım. Hamster küçük, beyaz bir karton kutudaydı. Resepsiyon görevlisi kutuyu renkli yapışkan bantlarla süslemiş ve gazlı bezle sarmıştı. Resepyoniste teşekkür ettim ve oradan ayrılırken hamstera son bir kez dokunmak istediğimde, gözlerinin hâlâ açık olduğunu görünce şok oldum. Gözlerini kapamaya çalıştım; zira uyuyor gibi gözüksün istiyordum ama başaramadım. Eve dönerken oğlum yol boyunca kutuyu kucağında tuttu. Kardeşlerini çağırırken Toni’nin ölü bedenini okşuyordu. Kurduğu cümleler “Toni öldü”den öteye gitmiyordu.
Yirmili yaşlarının başındaki ve artık bizle oturmayan erkek kardeşi, “Seninle çok güzel bir hayat geçirdi,” dedi. “Şimdi ona güzel bir veda etme zamanı geldi” diye de ekledi. Biz de öyle yaptık.
Eşim, oğlumla birlikte diş fırçalamaya giderken, oğlum Toni’nin bir daha doğup doğmayacağını ve eğer doğarsa hamster olarak mı yoksa insan olarak mı doğacağını sordu. Ne cevap vereceğimden emin değildim. Yaşamın farklı formlara bürünerek tecrübe edileceği düşüncesi, söz konusu olan bir çocuğu teselli etmek olduğunda, birdenbire çok soyut bir hal almıştı. Eşim, buna karşın Toni’nin yeniden bir hamster olarak dünyaya geleceğini söyledi. Bu cevap, oğlumu bir anlığına da olsa mutlu etmişe benziyordu. Ta ki hamsterının başka bir çocukla yaşayacağı, onunla oynayacağı ve artık kendisini hatırlamayacağı aklına gelene dek. İşte şimdi Toni’nin gerçekten gittiğini anlıyordu.
Oğlum, “Dünya neden bu kadar adaletsiz?” diye sordu ve eşimin boynuna sarıldı.
Kısa bir süre sonra onu yatağına yatırmak istediğimde oğlumu oturma odasına bulamadım. Her yere baktım ama hiçbir yerde yoktu. Sonra bahçede zayıf bir ışığın yandığını gördüm. Oğlum eline küreği almış, Toni’nin mezarını açıyordu.
“Onu bir kez daha görmek istiyorum” dedi.
“Biliyorum” dedim.
Yıllar boyunca sadece bir kez de olsa babamı görüp ona sarılabilmeyi umdum. Hayatıma devam etmemi sağlayacak bir veda olacaktı bu. Oğlumun elinden küreği aldım, onu kaldırdım ve sıkıca sarıldım. Hayatta olmak, evrende herhangi bir yerde bir taş olmamak nasıl bir şanstır? Dünya dönmeye devam ederken bahçede bir süre daha öylece durduk. Sonra bizimkilere katılmak için eve girdik.
Orijinal Başlık: Tschüss, Toni
Yazar: Marcus Jauer
Türkçeye Çeviren: Tunç Türel
Editör: Sevgi Hazır