Allan Megill, Nietzsche’nin projesini anlamak için “kriz” kavramının önemini vurgular ve bu konuyu, “Tanrının ölümü” bahsinden yola çıkarak tartışır. Farklı yorumlara rastlasak da katıldığım yorumlardan biridir bu, ona göre: “Nietzsche’nin, Tanrı’nın öldüğünü ilan etmesi, 19. yüzyılda Hristiyan inancının çöküşüne dair ampirik bir gözlem zannedilmemelidir. Aksine, olumsuz bir inanç da olsa bir inancın ifadesidir bu. Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü ilan ederken bugünün mutlak bir terk edilmişlik durumu içinde olduğu; kurtarıcı her türlü özellikten, şeylerin mevcut durumuyla uzlaşmamızı sağlayacak herhangi bir şeyden yoksun olduğu yolundaki inancını beyan etmektedir.” Megill’in, Nietzsche’nin bahsine getirdiği yorum, günümüz dünyasına dair de bir şeyler söyler.
Dünyanın durumuna baktığımızda bir dizi kriz içinde yaşamaya çalışan, herhangi bir kurtarıcının bizi, bu terk edilmişlikten çıkaracak herhangi bir şeyin, somut anlamda var olmadığını düşünebildiğimiz bir yerde duruyoruz. Uzundur içinde bulunduğumuz bu gerçeklik hem bireysel hem de toplumsal varoluşumuz açısından bu konumu sıkça çağrıştırıyor ve “şeylerin mevcut durumuyla” uzlaşamayacağımız bir dünyada yaşamak, kendi öznelliğimizi ve yapma gücümüzü de aşındırıyor, çünkü bu tersine inanç her şeyden yoksun olduğumuzu duyuruyor, bizi tutuyor, kavrıyor içine hapsediyor. Bir şeylerin yolunda olmadığının farkında olmak, bir şey yapmanın gerekliliğini duymak, bir kâbusta sıkışıp kalmışız da tam uyanacakken uykunun derinliğinden kalkacak gücü bulamıyormuşuz gibi hissetmek, sürekli tespitler yapıp bir türlü harekete geçememek, o ilk adımı bir türlü atamamak bu inancın yansımaları belki de…
Böyle bir durum yine Megill’in Nietzsche yorumu üzerinden bir şeyler söylemeye götürüyor bizi, ona göre, düşünürün kriz bahsinin vardığı yerlerden biri şu: “Bu inanç (Tanrı’nın ölümü) mevcut dünyamızın hükümsüz görülerek mahkûm edilmesini içerir. Bu hükümsüzlüğün fark edilmesi nihilizm olarak bildiğimiz şeye tekabül eder.” Kapitalizmin krizlerinin dünyayı içinden çıkılmaz bir yere sürüklediği zamanımız şartlarında, aslında çok kolay varlığımızı konumlayabileceğimiz bir alandır nihilizmin bu türü, çünkü Megill’in de tespit ettiği gibi; “dünyanın hükümsüzlüğünün sunduğu fırsat olarak görülen şeye, cevap vermeyi başaramayan bir nihilizm”dir bu. Böylesi bir nihilizmde edilgin konumda kalırız, dünya bize bunu vermiştir o zaman dünya bu kadardır, onun verdiğine razı olup bir çeşit kadercilikle ona karşılık vermeyi bırakırız, kendimizin değiştirme kudretinin de reddidir bu biraz, verili varoluşu kabulleniştir, çünkü bahsettiğimiz bağlamda nihilizm: “mevcut bütün değerlerin değersizleşmesini ezici ve sıkıntı verici bir şey olarak görür. Boşluğa bakar ürperir ve geri çekiliriz. Krizin gerçekliğini yumuşatmaya çalışır, hiçbir şey olmamış gibi, dünya hâlâ ekseni üzerinde dönüyormuş gibi yaparız. Kısacası, pasif, estetik olmayan bir tavır alırız.” Elbette bu genel bir varlık durumu değildir, görmek isteyenin görebileceği şekilde sürüp giden mücadele pratikleri, varlığını teslim etmeyenler şimdide veya geçmişte hep olmuştur. Didi Huberman’ın metaforik ifadesiyle “her şeye rağmen” biz görmeye devam ettiğimiz sürece “ateşböcekleri” varlığını sürdürür.
Evet, biz gördüğümüz sürece “ateş böcekleri” gecesi bile aydınlatılmış bu dünyada parlamaya devam eder. Ancak bazen “boşluğa bakıp, ürpermek, geri çekilmek” şeklinde açığa çıkan varlık durumunu değiştirmek için daha fazla güce daha büyük bir ortaklığa ihtiyaç duyarız, ki bunun için de bir işarete ihtiyacımız vardır.
O işareti fark ettiğimizde ise aslında şunu ayırt etmiş oluruz, hani bir çiçek artık saksısına sığamaz da o saksıyı değiştirmek gerekir ve sonrasında çiçek tekrar canlanır; işareti alıp görerek farkındalık hâline geçişimiz, bireyler olarak dünyadaki varoluşun da saksısın değiştirilmesi gereken zamanlarda olduğumuzu hissettirir ve böylece, saksıdan çıkıp genişlemeye, daha büyük bir saksıda daha diri tomurcuklarla başka bir varoluş biçimi yaratma fikrine çağrılırız.
Peki, bu daha diri tomurcukların imkânını nasıl yaratırız? Aslına bakarsanız bu varlıktan yine tam da nihilizmle çıkmanın mümkün olduğunu söyleyebiliriz, ben buna “hiçlikteki umut” diyorum, ki bu da bizi, Megill’in nihilizm hakkındaki ikinci yorumuna götürüyor düşünüre göre, Nietzsche’nin yukarıda bahsettiğimiz nihilizm fikrinin başka bir önerisi şunu içerir: “Öte yanda ise, aktif ve estetik bir nihilizm vardır…Boşluktan korkuyla çekilmek yerine, onun üzerinde dans ederiz. Kendi varlığımıza uygun bir dünya yok diye sızlanacağımız yerde bir dünya icat ederiz…” Bu bahis, edilgin nihilizme karşı, etkin bir nihilizm inşası sunar ve aynı zamanda da bir imkân kapısı aralar.
Son günlerde coğrafyamızda yaşanan isyan hareketi benim aklıma bu etkin nihilizmi getiriyor. Özellikle İstanbul Üniversitesinde barikatın yıkıldığı an, sanırım çoğumuz için “değerlerin değersizleştiği”, “krizi” geçiştirip durduğumuz, yaşıyormuş gibi yapıp aslında sadece sürdürdüğümüz, bilip bilmezden geldiğimiz o hayattan yani edilgin nihilizmden, etkin bir nihilizm durumuna geçişi sağladı. Çünkü bu an, en çok gençler sonrasında da bu coğrafyada yaşayan herkes için sadece kendisi için değil insan-dışı tüm varlıklar, dağ, taş, toprak için de “boşluğa bakıp geri çekilmenin” ötesine geçmenin zamanına işaret ediyordu, saksının değişme zamanına, taze bir toprağa ve hatta saksıya razı olmayıp geniş bahçelere açılmanın zamanına. Bu an aynı zamanda boşluğun imkânsızlığından çıkma, onu ayaklarımızın altına alıp üzerinde dans etme, ortaklaşma, varlığımıza uygun bulmadığımız dünyayı veya coğrafyayı yeniden icat etme şansı, çünkü bize sürekli hiçlik dayatan varlığımızı değersizleştirenlere karşı varız demenin, yokluktan çıkıp mevcut olanın alanına geçmemizin işaretiydi.
Özellikle gençler için bu isyanın, hiçleştirilmeye karşı bir varlık isyanı olduğunu düşünüyorum, ki böyle bir isyan, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamışların isyanıdır, umutsuzluğa düşme cesareti gösterip bu umutsuzluğun içinden bir varlık çıkarma çabasıdır. Yarı zamanlı öğrencilik diye bir kavramdan bahsettiğimiz, MESEM gibi kurumlarda gencecik hayatların solup gittiğine tanık olduğumuz bir ortamda; hayatsızlaştırılmış, geleceksizleştirilmiş kitlelerin isyanı, açıkça varlığı geri kazanma, anlamlı bir yaşamın gelmesini beklemek yerine onu icat etme cüreti taşır ve bu herkesin, hepimizin şeyleşmekten kurtulma umudu olabilir. Eksikleri olabilir, hayal ettiğimiz idealle eşleşmeyebilir, ama unutulmamalı ki yaratılan ânın bir anlam kazanması için zamansallık kazanması gerekir, bu da yaratılan âna eklenecek yeni anlarla olacak bir şeydir ve ancak ilk ânın çağrısına uyarsak olanaklılığın sınırlarını zorlayabilir, zamanda yer edinmesini sağlayabiliriz.
Böyle bir çağrı, yukarının sesinin her şeyi bastırdığı bir zamanda karşı bir ses yaratan, toplumun diğer gruplarını bu sese ekleyen bir yerde durur, ki direnişin başladığı zamandan bugüne kadar, özellikle liseli ve üniversiteli gençlerin her türlü baskıya ve işkenceye rağmen kararlı duruşları, pasifleşmiş partileri, sendikaları harekete geçmeye zorlayan yanıyla da yol gösterici bir misyon yükleniyor. Bu “olay”, başlangıcı itibariyle yukarıdan siyasetin irade gaspına gönderme yapsa da aslında olan şey, ölüm ve güvenlik politikası dışında bir vaadi kalmamış, bedenlerimiz üzerinde her türlü tahakkümü hak gören, biyopolitikayı gündelik hâle getirmiş, kazanılmış haklarımızı birer birer gasp eden, başkasına yaşam hakkı tanımayan, yoksullaştıran zorbalara karşı varlığımızı hatırlatan bir itiraz ânına işaret ediyor. Köksüz bir isyan da değil, bu toprakların yaratılmış bir direniş geleneği var, gençlerin arkasına aldıkları şey tam da bu; bugün Ali İsmail’i, Berkin Elvan’ı, Hande Kader’i ve daha nicesini o alanlarda ve bildirilerde görmemiz boşuna değil, çünkü geçmişte umut için verilen gayret, o gün orada bekleneni karşılamasa da başka bir gün başka bir yerde tekrar umuda başlangıç olabilir.
Yukarıdaki “olay” kelimesini, Badioucu anlamda kullandım ona göre “olay”: “Dünyada yerel olarak meydana gelen ve bu aynı dünyanın yasalarından çıkarsanamayan bir şeyin adı, dünyanın sıradan seyrinde gerçekleşen yerel bir kopuş” anlamına geliyor. Badiou, dünyayı tekil bir şekilde ele almaz bu nedenle her “yerel kopuş” kendi dünyasının gerçekliğinden yola çıkar ve evrensel bir dünyadan değil, “olay”ın gerçekleştiği yerden izler taşır. Badioucu düşüncede “olay” önemli çünkü olayın gücü bizi mutluluğun olanaklı bir tanımına götürüyor ona göre, “kendinde sahip olduğunu bilmediğin bir kapasite keşfettiriyor.” Böylece aslında olanaksız görünenin hayalini kurmaya başlıyoruz çünkü üzerinde durduğumuz anlamda “olay” şu slogandan izler taşıyor, “gerçekçi ol imkânsızı iste”. Kapasitemiz gerçekliğe çarpsa da imkânsıza gönüllü olmak elimizde olan gücü fark etmemizi sağlıyor, değiştirme kudretini büyütüyor, bu nedenle şu an yaşadığımız isyanın nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını kestiremesek bile en azından kapasitemizi tekrar hatırlatması anlamında da önemli, çünkü yukarıda bahsettiğim gibi, farkında ve etkin varlıklar olmanın keşfini sağlıyor. O barikatın yıkılış ânının gerek simgesel anlamda gerekse gerçek anlamda önemi de buradan kaynaklanıyor çünkü sistemin duvarlarında çatlak oluşturan her yıkım, bize dünyanın ve yaşadığımız yerin başka türlü olabileceğini hatırlatıyor.
İşte bugün barikatları yıkan genç insanların başlattığı “olay”, kökü orada duran, filizlenmeyi bekleyen yaratılmış başlangıç anlarının diriltilmesi için gerekli suya el uzatmak anlamını taşıyor ve o eli tuttuğumuz sürece etkin bir varlık durumuna geçip birlikte, ortak yeni bir yaşamı icat etme kudretini tekrar ele geçirebiliriz tıpkı birçok kültürde insanın yeniden doğuşunu simgeleyen o hayat ağacı gibi; köklerden filizlere, yeniden yapraklanabiliriz.