Yüzyıllık Yalnızlık‘ın yakın zamanda Netflix için yapılan dizi uyarlamasının ilk sezonunu beğendiniz mi?
Seçkin Selvi: Yüzyıllık Yalnızlık’ın dizi uyarlamasını (ilk 8 bölüm) izledim. Biraz karanlık, sıradan bir dizi diyebilirim.
Asuman Kafaoğlu-Büke: Genelde edebiyat eserlerinin sinema ve dizi uyarlamalarını beğenmeyen ve çok eleştiren biri olsam da Yüzyıllık Yalnızlık dizisini çok beğendim.
Can Öktemer: İyi edebiyat eserlerinin dizi veya sinemaya asla uyarlanamaz olduğu görüşüne sahip değilim, meseleye öyle başlayayım evvela. Aralarında bir husumet olduğu kadar iyi bir diyalogla iyi işlerin de çıkabileceğini tarih bize öğretti. Dolayısıyla böyle durumlarda bizim arayacağımız husus nasıl bir uyarlamayla karşı karşıya olduğumuz.
Yüzyıllık Yalnızlık kitabına derin sadakatle bağlı bir okuyucu olarak, dizi henüz yayınlanmadan önce bile beğenmemeye hazırdım. Bu anlamda romanın görselleşmesi hususunda fazlasıyla muhafazakâr bir tarafta bulunuyorum. Cümleye böyle başlayınca aslında iyi bir şey de olsa beğenmezdim gibi bir durum çıkabilirdi gerçi ama dizi beni yanlışlamadı maalesef. Bunun en büyük nedenlerinden biri dizinin fazlasıyla garantici bir yerden hikâyeye yaklaşmış olması, diğeri de Márquez’in roman boyunca kurduğu eşsiz dilin ve büyülü gerçekçiliğin görselleştirmesindeki derin handikaplar. Senaristler ve yönetmenler, handikapları aşabilmek için bir üst anlatıcı dahil ederek, romanda geçen önemli yerleri bölümlere yerleştirmişler. Bu tercih diziyi bir nebze kurtarsa da romanın henüz başından itibaren bizi daha önce hiç bilmediğimiz uzak diyarlardaki bir köy imgesi çarpıcılığından uzaklaştırmış. Büyülü gerçekçiliğin alametifarikası olan atmosferi tam olarak hissedilmiyor bana kalırsa. Her şeyin sözle halledildiği, yakın planların kullanıldığı, Netflix ortalamasının üzerinde bir iş çıkmış ortaya, ama o kadar. Márquez’in büyüsü nerede o zaman? Romanın Latin Amerika tarihine sert politik referansları dizide anlaşılabiliyor mu? Bunlar üzerine derinlemesine düşünmek lazım belki de.
Bu konuda biraz modernist bir yaklaşımla böylesine dev bir sanat yapıtıyla diyaloğa girip onu başka bir formda anlatmak istiyorsak şayet, en az onun kadar güçlü bir estetik ve sanatsal ifade biçimini bulmamız gerekir. Adorno, ilerlemeciliğin böyle sağlanabileceğini düşünür örneğin. Ben de onun düşüncesinden uzak değilim. Dizinin Hakan Muhafız gibi bir başka diziye onay verebilmiş Netflix’te yayınlandığını kendime hatırlatarak yapıyorum bunu üstelik. Algoritmaların hükümranlığında, türlü saçmalıkların, tuhaflıkların döndüğü bir dünyaya karşı, dizinin nehre kapılmış bir kâğıttan gemi gibi önümüzden geçip gideceğini ve hızla onu unutacağımızı bilerek klavyemin tuşlarına basıyorum şu an.
Nihat Nuyan: Doğrusu, diziyi izlemek konusunda tereddütlerim vardı. Yazarın aksi yöndeki tutumuna karşı, evlatları tarafından romanın senaryo olarak dijital bir platforma satılmasına yönelik bir tepkisellikle izlemeyi reddettim ilkin. Bana kalırsa şu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor: Mona Lisa’dan etkilenip, ona benzediğini düşündüğünüz bir kadını onun gibi giydirerek, onun oturduğu bir atmosferde fotoğraflayabilirsiniz. Üstelik bunu, sermayenin sunduğu ışık ve kamera ekipmanları ve manipülasyon teknikleri sayesinde ustalıkla yapmanız olası. Lakin Da Vinci’nin fırça darbelerinin, kompozisyonunun ve perspektif anlayışının, diğer bir ifadeyle onun dehasının bir yansımasını böyle yaratamazsınız. Seyirlik bir gösteri, hızlı tüketimin bir metası olarak dizi, Netflix sineması diyebileceğimiz bir standartta bence. İzlenebilir elbette, neticede ortada bir emek var. Mümkün olsa, çekilmesine engel olunmasını isterdim. Çünkü izlensin diye yazılmış bir senaryo değil, okunsun diye yazılmış bir roman söz konusu.

Gabo, sinemaya uyarlanmasını kabul etmediği Yüzyıllık Yalnızlık’ın “edebiyatın sinemadan çok daha geniş bir kapsamı olduğunu göstermek adına, sinemaya karşı yazıldı”ğını söylüyor.1Alıntı için bkz. https://sightlinesmag.org/gabriel-garcia-marquez-and-the-cinema#:~:text=I%20felt%20so%20out%20of,reaching%20people%20than%20the%20cinema. İmajların sözcüklerin önüne geçtiği çağımızda bu ifadeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Seçkin Selvi: Edebiyatın, özellikle büyülü gerçekçilik akımında yer alan edebiyatın sinema ya da TV dizilerinden daha kapsamlı olduğu konusunda kesinlikle Gabo’yla aynı görüşü paylaşıyorum.
Asuman Kafaoğlu-Büke: Ne müzik şiire aktarılabilir ne resim edebiyata ne de edebiyat sinemaya. Her sanatın kendi ifade biçimi bir diğerine yabancıdır. Ancak yapılabilecek şey, bir eserden ilhamla yeni bir eser yaratmak olabilir. Yüzyıllık Yalnızlık dizisini beğenme nedenim, bir Netflix dizisi olarak başarılı olması (izlediğimiz onlarca diziyle karşılaştırarak söylüyorum). Ayrıca romanı okumamış birinin de ilgiyle izleyebileceği bir dizi yaratılmış. Şimdi bir eserin “sinemaya karşı” yazılmış olması fikri (Gabo’nun kendisi söylemiş olsa bile) bana saçma geliyor, çünkü zaten her roman sadece kendi formu içinde vardır. Milan Kundera da Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin filme çekilmesinden sonra yazdığı Ölümsüzlük romanını sinemaya aktarılamaz bir kurguyla yazdığını söylemişti. Yazarların bu çabası çok içten ama bir o kadar da saf geliyor bana.
Ben ortada bir görsel imgeler ile sözcükler savaşı görmüyorum. Nasıl Shakespeare Ovidius’tan aldığı bir öyküyü tiyatro eserine dönüştürdüyse, her öykü, her olay, her karakter farklı yollarla yeniden yaratılabilir. Her sanatçının elinde yeniden hayat bulur. Alex Garcia Lopez ve Laura Mora, Buendia ailesinin destanına yeni bir form getirmişler. Bir yapıt sadece kendi içinde değerini bulur diyerek, çok sevdiğim romanla karşılaştırma gereği duymuyorum.

Fuat Sevimay: Gabo sonuna kadar haklı. Söyleşilerde bana da zaman zaman, elbette iyi niyetle, “Romanınız sinemaya, diziye uyarlansa ne güzel olur” yorumu yapılır ve ben, “Neden? Roman haliyle yeterince etkileyici değil mi?” cevabını vermekten artık yoruldum.
Ekranın yayılma gücü elbette bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Ama popülere hizmet ettiği, belli tekniklerle sorgu alanını daralttığı, hele hele kapitalizm hizmetindeki mecraların işin suyunu çıkardığı da bir gerçek.
Edebiyat bütün sanatların anasıdır ve her iyi sanat eserinin, temelde iyi bir hikâyeye ihtiyacı vardır. Derdimiz sanatın asıl işleviyse, Gabo’nun sözü yerden göğe haklı. Sözcüklerin hayal gücünü tetikleme kapasitesi başka herhangi bir şeyde yoktur. Ama derdimiz, sulu zırtlak kültür emperyalizmi ise, nicelik nitelikten daha önemli hale gelir ama toplumsal boyutta hiçbir bakiye bırakmaz. Sonra biz, düşünmeyen, sorgulamayan, karşı çıkmayan toplumlar içinde, yahu bu kadar faşizm nereden çıktı diye şaşar kalırız. Netflix kampanya yapmış, Amazon’da indirim varmış, koşun!
Can Öktemer: Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık’ı nasıl yazdığını aktarırken çocukken gördüğü şeyleri edebiyat aracılığıyla nasıl anlatacağı üzerine uzun yıllar kafa yorduğunu söylüyor. Toprak yiyen kız kardeş, geleceği gördüğünü iddia eden büyükanne… Márquez’in evi gerçek olamayacak kadar gerçek dışı bir evrenin parçasıymış.
Kendi ifadesiyle: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.” Kitaba dair bu özet aslında her şeyi özetliyor. Márquez’in insanlık tarihine sunduğu bu kitabın okura sunduğu deneyim de, dünya da her haliyle biricik. Bu yüzden roman hep ayrı bir yerde kalacak, uyarlamalar da kişisel beğeniyle sınırlı olacak.
Hayatta yaşadığımız bazı deneyimler vardır ki, gerçekliğin kendisiyle bile açıklamakta zorlanabilirsiniz. Edebiyat ve genel olarak sanat işte bu muammanın şifrelerini çözebilmek için bir yol bulmaya çalışır. Nihayetinde “hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç.”
Sinemanın etki gücünün iyiden iyiye sönükleştiği, her şeyin önce toz bulutuna sonra da beşer dakikalık imge geçişine dönüştüğü bu tuhaf zaman diliminde Márquez’in sanatsal olarak sinemaya meydan okuması bile nahif kalmış olabilir. Önce sinemanın sonra da televizyonun hızlı yayılması, dünyayı yazıyla değil imgelerle düşünmeye başlamamız kuşkusuz edebiyatın hayatımızdaki yerini az da olsa geriye götürdü. Artık kelimelerle değil imgelerle dünyayı yorumluyoruz. Bu aplikasyonları bulanların bize gün içinde 24 saatlik “hikâye” paylaşma özgürlüğünü vermeleri bu anlamda manidar. Görselliğin hükümranlığı altında yaşadığımızdan ötürü belki de edebiyatta daha minimal bir anlatım öne çıktı. Hikâyelerin boyu kısaldı, uzun tasvirler, betimler yerini kısaltmalara bıraktı. Buradan iyi bir şey çıkabilir hiç kuşkusuz, yine de o uzun, tek nefeste okunamayacak cümlelere de ihtiyacımız var. Hikâye anlatıcılığı bizim varoluşumuzun en önemli parçalarından biri, hikâyelerle yönümüzü buluyor, deneyimimizi geliştirebiliyoruz. Yaşamı anlamlandırabiliyoruz bence. En nihayetinde edebiyatı biraz da bu yüzden seviyoruz. Sırf bu yüzden edebiyat bir şekilde geri gelecek.

Nihat Nuyan: Asıl soru tam olarak bu. Sinema, kendi kompozisyonu bakımından edebiyattan farklı bir anlatı diline sahip. Bu yüzden, sözcüklerin gücüne sığınmış duygusal ifadeleri, görüntünün muğlaklığıyla kirletmenin uygun olmadığını düşünüyorum. Sinemanın gösterme kabiliyeti sayesinde, senaristin ve yönetmenin ortak hayal dünyasının ürünü olarak ortaya koydukları anlatı unsurları bir film, bir sanat eseri ortaya çıkarır. Edebiyatta güçlü olan şey düşünseldir; kelimeler arası uyum ve uyumsuzluklardan oluşur. Sinema ise yazarak ifade edemediğimiz şeydir. Bir filmi izlemek veya bir romanı okumak, beynin farklı işleyiş mekanizmalarına yönelik eylemlerdir. Bu bakımdan iki farklı şey olduklarını düşünüyorum. Jacques Ellul, Sözün Düşüşü eserinde görüntünün kelimelerin yerini aldığından söz ediyor. Bir yanıyla tartışmanın seyrinin de artık değiştiğini düşünüyorum. İlkin söz vardı, sonra fotoğraf o gerçekliğin yerini aldı. Manipülasyon teknikleri yüzünden değerini yitiren fotoğrafın yerini video… Bugün artık kirletilmiş imajlar çağında yaşıyoruz. Yapay zekâ, yapay bir gerçeklik yarattı ki edebiyatı ve sinemayı esir alması kaçınılmaz görünüyor.
Sinema ile edebiyat ilişkisi açısından olaya şuradan bakıyorum: traduttore traditore. Çevirmen haindir. Çeviri ihanettir, diğer bir ifadeyle. Edebi bir eserin başka bir dile çevrilmesinin ihanet olduğu kanısındayım, üstelik Fransızcadan Türkçeye kitaplar çevirmiş biri olarak söylüyorum bunu. Bir metne edebi değer katan şey, anlatılan öykünün sıra dışı bir kurguya sahip olması değildir. Bu en az önemli şeylerden biri. Asıl meselenin, o dile özgü armoniyi yazarın biricik bir üslup halinde kurgulayabilme kabiliyeti olduğunu düşünüyorum. Sinema için de bu böyle. Senaryonun beklenmedik bir karmaşada ilerlemesi bir değerdir, fakat asıl mesele sinematografi denilen görüntüyle anlatma, hissiyat yaratma becerisidir. Ardı arkası kesilmeyen müzik eşliğinde sergilenen bir hikâye toplamı değildir sinema. Kendi dinamiklerine uygun olarak hazırlanmış bir senaryo üzerinden kurgulanması gerekir. Edebi bir başyapıtı sinemaya uyarlamaya gerek yoktur özetle. Sinema kendi başyapıtlarını kendi dinamiklerine göre yaratır, senaryo bunun için vardır. Yazınsal bir eserle onu biricik kılan özgün dilinde hasbıhal etmek gerektiği fikrindeyim öncelikle. Aksi durumda, ki her dili bilmek elbette mümkün değil, ihaneti makul görüp çeviriye başvurmak kaçınılmaz ve kabul edilebilir görünüyor. Şu halde, çeviri ihanetse uyarlama cinayettir. Sözcüklerin zihnimizde yarattığı çağrışımı öldürür. Yönetmenin teknik olarak gösterilebilir düzeydeki hayal dünyasıyla sınırlar seyirciyi. Edebiyatın ve sinemanın ayrı ayrı yüceliğini bozuma uğratır.

Bu düzeyde halk edebiyatına, mitik döngüselliğe, toprağın hikâyesine bağlı olup aynı zamanda uygarlığın tüm serüvenini -kıyametini de içinde barındırarak- sembolize eden bir edebiyat eseri sinematografik kurgunun kaçınılmaz mekanikliğiyle buluşunca edebiliğinden, lezzetinden fire veriyor mu? Soruyu başka bir biçimdesorarsak, sizce büyülü gerçekçilik sinemaya mı daha uygun, edebiyata mı?
Seçkin Selvi: Büyülü gerçekçilik hiç kuşkusuz edebiyata daha uygun. Márquez okuruyla işbirliği yapan bir yazar; şöyle açıklayayım: Kitaptaki karakterlerin başta yüz hatları olmak üzere görünüşleriyle ilgili fazla ayrıntı vermiyor ve bunu okurun hayal gücüne bırakıyor. Bu durumda okura ucu açık bir fırsat veriyor. Oysa sinema ya da TV’de karşınıza çıkan karakterler size empoze ediliyor. Örneğin ben diziyi izlerken hiçbir karakteri kafamdaki görüntüyle örtüştüremedim.
Asuman Kafaoğlu-Büke: Bu soruya Garcia Márquez’in büyülü gerçekçi olarak tanımlanmaya karşı çıktığını söyleyerek başlayalım. Bir de tabii henüz dizinin sadece birinci sezonunu izledik ve daha romanın yarısına bile gelmedik. İlk bölümler genelde yüceltilmiş aşk hikâyeleriyle doluydu, romanın arka plandaki tarihi ve siyasi boyutunu pek hissetmedik. Ama Macondo’yu ben de böyle hayal etmiştim. Romanın girişindeki “Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde…” tümcesini duyunca sanki çok sevdiğim bir şarkıyı yeniden dinler gibi duygulandım. Bence dizinin başarısı da bundan kaynaklanıyor, yaşanan olağanüstü olayları sıradanlıkla veriyor. Bebeğin beşiği uçmaya başlıyor ama kimse buna şaşırmıyor, gökten sarı çiçekler yağıyor ve kimse nasıl ve neden diye sorgulamıyor. Aynı romanda olduğu gibi, olağan olağanüstünün içinde. Tüm gerçeklik, büyülü aslında.
Fuat Sevimay: Lezzetinden fire vermez mi hiç! Ama mesele, o firenin, dev dizi endüstrisinde nasıl ikame edildiğinde.
Allah için, dizi çok etkileyici, oyunculuklar iyi, görsellik muhteşem, dekor harika. Peki ya sonra? Gabo’nun alt katmana attığı eleştiriler nereye gitti? Emperyalizmin, sömürünün, katliamların korkunçluğuna katlanma gücü veren büyülü gerçeklik nerede? Erotizmi kabart, şiddet sahnelerini çoğalt, efekt renk ve sair kullan, oldu bitti. Oldu mu? Birçoğu için olmuş, hayran hayran dizi övüyorlar. Bence olmamış çünkü Márquez görse kemikleri sızlardı. Vârisleri aldıktan paradan memnun, ekran başında beş on keyifli saat geçirip çok kafa yormadan ertesi gün mesaiye gidecek izleyici memnun, kapitalist Netflix memnun. Ben memnun değilim. İnsanlık hikâyesini yitiriyor.
Can Öktemer: Büyülü gerçekçiliğin edebiyattan doğduğunu düşünürsek doğrudan edebiyatın kopmaz bir parçası olduğunu da düşünebiliriz. Tam da bu noktada Fellini gibi bir yönetmeni hatırlayıp büyülü gerçekçiliğin nasıl görselleştirilebileceğini de hatırlatabiliriz kendimize. Márquez özelinde -Fuentes’i de dahil edelim geniş paranteze- buradaki asıl açmaz ilk soruda da söylediğim gibi, yazarın inşa ettiği o muazzam dil evreni. Böyle bir şeyi olduğu gibi sinemaya veya diziye aktarabilmek çok güç. Üstelik edebiyatta her okuyucu kendi filminin yönetmeni, dolayısıyla açmazlar çok fazla. Yüzyllık Yalnızlık’ın açılış bölümünü hatırlayalım; Márquez, Macondo’yu öyle bir şekilde anlatır ki, köyün doğası, atmosferi, dereleri gerçek olur. İşte bu hissi görsel olarak yeniden tarif edebilmek, yorumlayabilmek ve yazarın hissine yaklaşabilmek önemli. Benzer bir açmaza Kolera Günlerinde Aşk da düşmüştü. Üstelik Flash TV programlarında yapılan yaşlandırma tekniklerini aratmayacak kadar kötü bir makyaj kullanımıyla. Ezcümle ben tam ortasındayım bu konuda.
Nihat Nuyan: Sinema açısından uyarlamanın esinlenme düzeyinde kalması gerektiğini düşünüyorum. Stanley Kubrick’in The Shining (Cinnet, 1980) filmi örneğin StephenKing’in romanından uyarlama fakat, kitabın yazarı bu filmi “sadık olmadığı gerekçesiyle” uzun bir süre şiddetle reddediyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünüyorum. Kubrick kendi sinematografik dehasının bir ürünü olarak inşa eder filmi. Edebiyat sinema açısından bir esin kaynağı olarak değerlidir, fakat kopya etme çabası yalnızca edebiyat adına değil sinema adına da eşit ölçüde bir lüzumsuzluk bence. İyi bir romanı filme uyarlama arayışıyla, iyi bir filmi yazıya dökme girişimi benzer şekilde anlamsız geliyor. İkincisi nasıl ki mümkün görünmüyor, ilkinin de olasılık dahilinde olmadığı kanısındayım. Tersten bir okuma yapılırsa; “bağımlı sinema” dediğim ticari filmlerin hikâye anlatma odaklı mekanikliğini bir yana bırakırsak, sanat ve estetik sinemayı yazın haline getirmenin imkansızlığı ortada diye düşünüyorum. Yoksa şimdiye Tarkovsky filmleri roman olarak da satılıyor olurdu. Hangi sözcük dağarcığı mesela Zerkalo (Ayna, 1975) filmindeki gerçek ile rüyanın şiirsel bütünlüğünü ifade etmeye yeter ki?
Gökyüzünün mavi olduğunu yazmak ile kamerayı gökyüzüne doğrultup göstermenin kıyaslanmaması gerektiği ortada. “Kuşkusuz ki hisler, kelimelerle ifade edilemez” diyor Belà Tarr bir söyleşisinde ve ekliyor: “Kelimelerle ifade edebiliyorsanız, kamerayı elinizden derhal bırakın.” Jean-Luc Godard filmlerinde kitaplardan bazı bölümler okunuyor mesela. Chris Marker, adına fotoroman dediği ve sinemayla edebiyatı ortaklaştıran filmler yapıyor. İllaki roman ve film bütünleşecekse bu yöntemler de göz önünde bulundurulabilir. Diğer türlü, Yüzyıllık Yalnızlık romanını görüntüye bindirme çabasıyla, belgesel sinemaya özgü bir yöntemle “dış ses” olarak okunması, sinematografik bir değer taşımıyor. Müesses nizamın bir aracına dönüşüyor film böylece. “Dramatikleştirilmiş sinema insanlığın afyonudur,” diyen Dziga Vertov’un yüz yıl önce izah ettiği şey ortaya çıkıyor: “Dramatik sinema kapitalistlerin elinde öldürücü bir silahtır.” Politik açıdan sinemanın istismar edildiği ve kitlelerin standart hale getirilmesi maksadıyla kullanıldığı bir eğlence unsuruna dönüştürülüyor.

Yüzyıllık Yalnızlık çok katmanlı bir “büyük hikâye”ydi ve bu katmanlardan birini de yazarın politik meselesi oluşturuyordu. Dizinin bu yönü üzerine ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Bir de metni ve diziyi aşarak soralım, sizce Gabo’nun Macondo’su günümüzde nasıl bir yer olurdu?
Seçkin Selvi: Ülkemizle büyük benzerlik gösteren az gelişmiş toplumlar ve yaşadıkları yerler, pek çok kişinin öldüğü iş kazaları, uçak kazaları gibi koşullar fazla farklılık göstermediği için, Macondo’nun da bugünkü Anadolu kasabalarından farklı olacağını düşünmüyorum.
Asuman Kafaoğlu-Büke: Macondo’nun, romanı okurken de fazla ütopik bir yer olduğunu düşünmüştüm. Dostlukla, el ele, sevişerek kurulmuş bir yerdi Macondo: yönetici yok, tapınak yok, siyaset yok, yasalar ve yargı sistemi yok, düşman çeteler yok. Garcia Márquez’in Macondo’yu böyle inandırıcı olmaktan uzak şekilde yaratmış olmasının nedeni, din ve siyasetin uğramadığı yerin temiz kalacağını göstermek istemesiydi. Kimsenin lider olmadığı, rol paylaşımının doğal olarak geliştiği, insanların sadece sevdiği işi yaptığı bir yer hayal etmişti. Ama bir nesil bile zor dayandı bu mutlu tabloya. İnsan doğasına yenik düştü.
Fuat Sevimay: Gabo’nun siyasi açıdan nerede durduğu çok net. Sosyalist, halk adamı. Romanda, emperyalist Amerika’nın şirketleri geldiğinde, muz plantasyonlarında yaşanan korkunç ölümler vardır. Peki, dizide bunu gören var mı? Yine romanda, daha önceye dayanan İspanyol sömürgeciliğine, El Dorado’ya atıf vardır. Dizide nerede? Rahibin temsili romanda çok nettir. Peki ya dizide? Romanda Güney Amerika tarihine özgü biçimde, ancak birkaç sayfada El Turco’lar vardır. Dizide ise bunlar Arap olmuş ve Macondo sokaklarında başından sonuna fesli adamlar görüyoruz. Hedef belli; Körfez petrol sermayesine yüksek meblağlarla dizi kakalamak. Melquiades, Yüzyıllık Yalnızlık’tan ziyade Yüzüklerin Efendisi’nin karakteri gibi. Çünkü kültür emperyalizmi toptan satış sever.
Gabo’nun Macondo’su günümüzde dünyanın tüm kentleri olabilir. Romanı nerede okuyorsak orası. Mesela İstanbul. On bin yıl önce insanın doğal güzelliğine hayran olup yerleştiği, günümüzde ise betona boğduğumuz, dinci ve laik gettolar yarattığımız, hafriyat kenti.
Can Öktemer: Macondo, her ne kadar hayali bir yer olsa da,“Güney Amerika’nın Kesik Damarlarında” kolaylıkla koordinatlarını bulabileceğimiz, bereketli yağmur ormanlarında “Yüzyıllık Yalnızlığa” hapsedilmiş bir köy olarak aynı “olağanüstü”, “tuhaf” olayların ve inançların sürdüğü bir yer olabilirdi. Karşılaştığımızda yabancılık çekmeyeceğimiz bir topografya üzerinde başka isimler hikâye devam ediyor, bunu hayal edebiliyorum.
Nihat Nuyan: İki şeye dikkat çekmek istiyorum. Birincisi; insanlar “kapitalizm”, “baskıcı rejimler” veya “iktidar” dendiğinde bunu uzaklarda bir yerde arama eğilimi gösteriyor. Kimse bizatihi kendisinin kapitalizm içinde ne türden bir sürdürücü olduğuyla ilgilenmiyor. Evet, “kapitalist bir döngü dünyayı ele geçirmiş durumda.” Evet, “kapitalizm insanın açgözlülüğünden beslendiği için sosyalizm ütopik görünüyor.” Peki, kim bu açgözlü olanlar? Kendisine yoga, moda, astroloji gibi toplumsal açıdan bir derdi olmayan süslü avuntular edinen üst sınıf özentisi orta sınıfın tatmini için seferber edilmiş bir işçi sınıfının umutsuz direnişiyle kimse ilgilenmiyor. Ekonomik ve politik bir çerçeveden bakınca, radikal olmayan bir eylemselliğin eşitlik ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu düşüncesine saplanıyorum. Kapitalist bir sömürü düzeninden söz edildiğinde herkes uzaklara bakıyor. Ama işçi dendiğinde de herkes kendisini işçi görüyor. Her gün aynı giysileri giymenin değil, her gün farklı kombinler yapma arayışının utanılacak bir şey olduğunu birilerinin anlaması gerekiyor. Başkalarının yoksunluklarını derinleştiren eylemlerinden elde ettikleri kazançlarla varsıllaşan insanların önce utanması ve özeleştiri vermesi gerekiyor. Biraz sert ifadeler kullandığımın farkındayım, ama dürüst olalım. Utanmak, utanılacak bir duygu da değildir ayrıca, yeter ki aksi yönde bir eyleme aracılık etsin. Hızlı tüketim, insanlığın sonunu getiriyor her bakımdan.
En basit ifadeyle üç yüz bin yıllık insanlık tarihi komün anlayışı sayesinde evrimleşerek bugüne geldi, kapitalizmin tarihi ise yaklaşık üç yüz yıl. Değinmek istediğim ikinci husus bu. İnsan evrimi dayanışma duygusuyla gelişti, birbirini sömürme arzusuyla değil. Bu bakımdan, birlik duygusu yaratmak adına kendi homojen sınırlarını belirleyip bunun dışında kalanları ötekileştirerek yok etme eğilimindeki tarafgir devletler ve dinler tarihini bir yana bırakırsak; Macondo’nun toplumsallık adına daha uygun bir form olduğunu görebiliriz. Yardımlaşmaya ve ihtiyaçların ortaklaşa giderilmesine dayalı.