Kan ve Toprak

Faşizmin Edebî Büyücüleri

Hamsun’a göre Hitler bir haçlıydı, reformcu bir liderdi; Norveç’in önemli bir rol oynayacağı “büyük bir Germen dünya topluluğu” kurmaya kararlıydı. Buchman ise şöyle yazıyordu: “Bu ileri görüşlü kâhin bize çıkış yolunu gösterebilir.”
Okuma listesi
Çeviren:
Editör:
Literary Hub
Özgün Başlık:
Literary Fascists of the 1930s, Great and Small
2 Ağustos 2018

İfade özgürlüğü bir yazar için o kadar temel bir unsurdur ki, 20. yüzyılın birçok ünlü edebî figürünün faşizme ilgi duyduğunu keşfetmek âdeta şok edici olabilir. Ezra Pound, Wyndham Lewis ya da Norveçli Nobel ödüllü yazar Knut Hamsun gibi saygınlığa sahip yazarların, aleni biçimde kitap yakan ya da sadece görüşleri nedeniyle insanları işkenceyle öldüren bir rejimi alenen destekleyebilmesi, son derece kafa karıştırıcıdır. T.S. Eliot bile faşist eğilimlerle suçlanan isimler arasında yer alırken, W.B. Yeats’in İrlandalı Blueshirts hareketine destek verdiği bilinmektedir.1“Blueshirts”, 1930’larda İrlanda’da faaliyet gösteren faşizm yanlısı bir örgütün adıdır. Bu tür suçlamalar asılsız ya da abartılı olsa bile, şu soru hâlâ geçerliliğini koruyor: Vicdan sahibi herhangi bir yazarın, temel özellikleri vahşet, sansür ve baskı olan bir diktatörlüğü aktif olarak kınamaması nasıl mümkün olabilir? 

Henry Williamson

Bu konular Tarka the Otter kitabıyla 1928’de Hawthornden Ödülü’nü kazanan Henry Williamson için pek de önemli görünmüyordu. Williamson, Hitler Almanyası’nda sadece görmek istediği şeyleri gördü. Bir piyade olarak 1914’teki ünlü Noel ateşkesine katılmıştı; bu yoğun deneyim, tüm propagandaların aksine, onun düşmanıyla özünde bir olduğunu düşündürmüştü. Savaştan on beş yıl sonra, kendi ülkesi hâlâ ekonomik bunalım içindeyken, Hitler’in Almanları parlak bir geleceğe taşıdığını ve aynı zamanda milli geleneğe olan özlemlerini yeniden canlandırdığını gördü. 1935 yılının Ağustos ayının başlarında, o sıralar Devonshire’da yaşayan Williamson, eski dostu ve yazar arkadaşı John Heygate’ten bir mektup aldı. Heygate, Williamson’ı Nürnberg’de düzenlenecek Reichsparteitag’a (Reich Parti Günü) davet ediyor ve yol masraflarını karşılamayı teklif ediyordu. Nazi propagandası yaptığı Tirol maceralarının ardından Heygate, Berlin’deki UFA stüdyolarındaki işine geri dönmüştü. Williamson’a davetin aslında Reichsschrifttumskammer’dan (Alman Yazarlarını Yönlendirme Ofisi) geldiğini ve asıl finansmanın da buradan sağlandığını açıkladı. Böylesine uğursuz bir isim taşıyan bir devlet dairesinin varlığından hiç rahatsızlık duymayan Williamson, teklifi memnuniyetle kabul etti. Naziler akıllıca bir yatırım yapmıştı. Ülkeye ayak bastığı andan itibaren, doğa bilimci ve romancı, rejimin ateşli bir savunucusu oldu, propagandasını benimsedi ve hiçbir iddiasını sorgulamadı. Özellikle Führer’in vizyonundan etkilenmişti (“Lenin’in geliştirilmiş bir versiyonu”), “her adamın, emanetçi-devlete emanetçi anlayışıyla, kendi toprak parçasına sahip olması ve doğal bir yaşam sürerek kendini gerçekleştirmesi temeline dayalı” bir vizyondu bu.

Ziyaretini bir yıl sonra kaleme alan Williamson, 7 Eylül sabahı erken saatlerde Heygate’in MG’siyle Berlin’den Nürnberg’e doğru yola çıktıklarını anlatır: “Gün doğumunun hafif sisine daldık, saatte 132 kilometre hızla pürüzsüzce ilerliyorduk” diye yazar: “Yolda yürüyen, yeşil grisi üniformalı birlikleri geçmek heyecan vericiydi; uzun çizmeleri ve kereste taşıyan tekerlekleri hafifçe tozlu, her askerin miğferinde ya da ceketinde bir çiçek vardı.” Nürnberg’e yaklaştıklarında, havai fişekler ufku aydınlatarak “gökyüzünü bir topçu ateşiyle yanıp genişliyormuş gibi gösteriyordu.” Vardıklarında Williamson, karşılaştığı yabancı kalabalığı görünce şaşkına döndü; çoğu, raylardan ayrılmış vagonlara yerleştirilmişti. “Askerî ataşelerle, sekreterlerle, elçilik çalışanlarıyla, Oxford Grubu üyeleriyle, izci liderleriyle, gazetecilerle, konuşmacılarla, sanayi milyonerleriyle dolu Mitropa vagonları sıra sıra dizilmişti –bizim gibi sınıflandırılmamış yabancılar dahil onlarca, yüzlerce yabancı vardı” diye yazıyordu.

Ertesi gün sabah saat sekizde, iki adam çoktan devasa Luitpoldarena’da (Nazi Parti miting alanı) yerini almıştı. “Bir geçidin sonunda iyi bir yerimiz vardı” diyordu Williamson. “Kenarda oturuyordum, kolları sıvamış güneşleniyordum.” Ama birkaç dakika içinde günü berbat oldu. Önünde sergilenen totaliter gösteriden dolayı değil, çünkü “İri kıçlı biri, benim zayıf vücuduma yaslandı ve ben koltuğumda sıkışıp kalkmak zorunda kaldım. Döndüm ve bu etli guguk kuşuna baktım… Solgun, tombul ellerinde büyük bir zarf tutuyordu; üzerinde Oxford Üniversitesi yazılıydı.” Ardından bir isim belirdi ve Williamson’ın hoşnutsuz komşusunun, Oxford Grubu’nun Amerikalı kurucusu Rahip Frank Buchman olduğu ortaya çıktı.

Zulüm, sansür ve baskıyla özdeşleşmiş bir diktatörlüğü, vicdan sahibi herhangi bir yazarın açıkça kınamaması nasıl mümkün olabilirdi?

Frank Buchman

Oxford Grubu, daha sonra “Ahlaki Yeniden Silahlanma” (Moral Re-Armament) olarak bilinecek olan hareket, “Tanrı Kontrolü” (God Control) sloganını benimsemişti. Buchman’ın büyük fikri, dünya barışının ancak “Tanrı tarafından yönlendirilen kişiliklerin” oluşturduğu “Tanrı tarafından yönetilen uluslar” sayesinde mümkün olacağıydı. O gün, Führer’in milyonların hayranlığıyla büyüyen gerçek gücünü gördüğünde, “Tanrı tarafından yönlendirilen” bir Hitler’in hareketi için neler başarabileceğini hayal etmiş olmalı. Karşısında gerçek bir Übermensch (üstün insan) vardı; komünizm kılığındaki Deccal’i çoktan alt etmişti. Buchman daha sonra şöyle yazdı: “Bu ileri görüşlü kâhin bize çıkış yolunu gösterebilir.”

Ama ne Tanrı adamı olan Buchman ne de doğa aşığı, hassas ruhlu Williamson, aynı mitingde duyurulduğu üzere birkaç gün içinde yasal olarak vatandaşlık hakları ellerinden alınacak olan Yahudiler için en ufak bir endişe göstermişe benziyordu.

Buchman 1930’ların ortasında Almanya’ya sık sık seyahat etti. Bu dönemde Oxford Grubu Avrupa genelinde hatırı sayılır bir başarı elde etmişti. Kraliyet merakı ve lüks otellere olan düşkünlüğü dikkatlerden kaçmasa da, kendini sade bir adam olarak sunmayı severdi (“fazladan bir seyahat çantası günahtı”) ve kendisini “ülkeden ülkeye, evden eve, kalpten kalbe emek veren biri” olarak tanımlardı. “Varlıklılarla yoksullar, sınıflar ve milletler arasındaki uçurumu” kapatmak istiyordu. Bu zorlu yolculuklarda sadece tek bir durumda dururdu: “Küçük ve sessiz sesin gelecekteki yönünü belirlemesine izin vermek için.”
Nürnberg’den birkaç hafta sonra, bu ilahi rehber onu Cenevre’ye götürdü. Führer, bayraklar ve asker postallarının gürültüsü hâlâ zihnindeyken bir konuşma yaptı: “İnter-nasyonalizmin yeterli olmadığını düşünenler var” dedi dinleyicilerine. “Nasyonalizm bir ulus yaratabilir. Süper-nasyonalizm bir dünya yaratabilir. Tanrı kontrolündeki nasyonalizm, dünya barışı için tek sağlam temel gibi görünüyor.”

Williamson, o yıl Nazi Partisi tarafından Nürnberg’e resmî olarak davet edilen birçok İngiliz misafirden yalnızca biriydi. Unity Mitford, (o sırada Sör Oswald Mosley’nin sevgilisi olan) kız kardeşi Diana Guinness ve (kısa süre sonra Britanya Faşistler Birliği’ne katılacak olan) kardeşleri Tom da onurlandırılan konuklar arasındaydı. Bu kişilerden bazıları, Britanya askerî ataşesi Binbaşı Hotblack’in Londra’ya bildirdiğine göre, “Britanya karşıtı görüşler” dile getirmişti. Hotblack, Williamson’ı özellikle “geveze bir eleştirmen” olarak belirtmiş, ayrıca etrafta kendisini sahte bir şekilde The Times gazetesinin özel muhabiri olarak tanıttığını da söylemişti.

Williamson’ın Nasyonal Sosyalizme duyduğu coşku hâlâ yüksek seviyedeydi, ancak bedensel olarak yorulmaya başlamıştı. “Halk yığınları ve hareket, çimenlere, ağaçlara ve vadideki tekdüzeliğe alışık göz sinirlerimi tüketmişti” diye yazmıştı. Nazi rejiminin yabancı gazeteciler için düzenlediği bir haftalık bir turu daha tamamladıktan sonra, Williamson’ın Almanya gezisi Berlin’deki Adlon Oteli’nde pek de onurlu olmayan bir şekilde sona erdi:

Reich çeklerim tükendi; param kalmamıştı; diğerleri İngiltere’ye döndü; ben ise odada yalnız oturuyordum, yatak görevlisine birkaç mark bahşiş verebilmek ve Bremerhaven ile Southampton’a dönüş biletimi ödeyebilmek için nereden para bulacağımı düşünüyordum. John’dan [Heygate] ödünç almak istemedim; tek çevirim olan Tarka’nın Berlin’deki yayınevine de gitmek istemedim; zaten son bir yılda yalnızca 11 mark kazandırmıştı. Sonunda, Propaganda Bakanlığı’ndan ev sahibimize açıldım; o sırada salona gelmişti. Otel ofisine gitti, sonra geri döndü ve kahve ısmarladı. Kahvelerimizi içerken, gözlerini kaçırarak masanın üzerinden gizlice bir tomar banknotu kaydırdı ve mırıldandı: ‘Bu işini halleder. 150 mark.’

Eğer Williamson, savaş sonrası dönemde hatalı olduğunu kabul etseydi, ona sempati duymak daha kolay olabilirdi. Ancak 1969 yılında Roy Plomley tarafından Desert Island Discs programında röportaj yapıldığında, yalnızca şunu söyledi: “O zamanlar, büyük bir sanatsal duyguya sahip bir adamın bir ulusun başına geçmemesi gerektiğini bilecek kadar bilge değildim.”

Nazi suçlarını kabul etmeye en çok yaklaştığı an ise, Hitler’in bir mükemmeliyetçi olduğunu söylemesiydi: “Ve bir kez mükemmeliyetçiliği başkalarına zorla dayatmaya başladığınızda, şeytan olursunuz.”

Knut Hamsun

Norveç’in en ünlü romancısı Knut Hamsun, edebî başarı ve Nazi Almanyası’na olan bağlılık açısından bambaşka bir sınıftaydı. Bireysel egoya odaklanan ve kendiliğinden akan tarzıyla yazdığı eserler, Avrupa yazını üzerinde derin bir etki yarattı. Hamsun 1920’de Toprağın Yeşerince ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında, Thomas Mann bu ödülün “hiç bu kadar hak eden birine verilmediğini” söylemişti. Hemingway, Hamsun’un romanlarını Scott Fitzgerald’a tavsiye etmişti; André Gide ise onu Dostoyevski’ye benzetmişti. Kafka, Joyce ve Sartre gibi isimlerden önce gelen Hamsun, pek çok önde gelen yazar tarafından modern edebiyatın öncüsü olarak görülüyordu. Ne var ki romanlarının duygusal ve psikolojik derinliği avangard edebiyatı etkilerken, paradoksal bir şekilde Hamsun Nazilerle de güçlü bir bağ kurdu. Gerçekten de Hamsun, hem Hermann Hesse hem de Joseph Goebbels gibi tamamen zıt kutuplardaki iki kişinin favori yazarı olmayı başararak dikkat çekici bir duruma ulaştı.

Naziler modernizmin en küçük izini dahi küçümsüyorlardı, ancak köylü bir ailede doğmuş ve Kuzey Kutup Dairesi’nin sert ve büyüleyici doğasında büyümüş olan Hamsun, doğaya duyduğu Nordik hayranlık ve özellikle son dönem romanlarında öne çıkan “Kan ve Toprak” (Blut und Boden) temalarıyla onların takdirini kazandı. Nazi bakış açısına göre daha da önemli olan şey, bu dünya çapında tanınan yazarın onların davasına tamamen ve kamuoyuna açık biçimde adanmış olmasıydı. Üstelik Almanya’ya duyduğu derin sevgi, İngiltere’ye duyduğu aynı ölçüde derin nefretle tamamlanıyordu. Hamsun, İngilizleri, ihanet ve cinayet yoluyla dünya egemenliği peşinde koşan kibirli ikiyüzlüler olarak sert bir şekilde suçluyordu. Hitler ise ona göre bir haçlıydı, reformcu bir liderdi; Norveç’in önemli bir rol oynayacağı “büyük bir Germen dünya topluluğu” kurmaya kararlıydı. Hamsun, Almanya’ya duyduğu sempatiye rağmen, bir keresinde Kuzey Topluluğu’na şöyle telgraf çekmişti: “Ben… bir Norveçliyim ve bir Almanım”; şaşırtıcı bir şekilde bu ülkede çok az zaman geçirdi. 35 yıl aradan sonra, 1931 yılının Ocak ayında, 72 yaşındayken Almanya’ya döndüğünde gazeteler “Willkommen Knut Hamsun” manşetleriyle onu karşılamıştı. Öyle ki kamuoyundaki coşku o kadar büyüktü ki, Berlin’deki otel odasından çıkamayacak kadar bunaldı. İki gün sonra eşi ve oğluyla birlikte trenle İtalya’ya geçti.

Her ne kadar Hamsun Almanya’da uzun süre kalmamış olsa da, çocuklarının orada eğitim almasını sağladı; çünkü ona göre yalnızca “dürüst ve son derece yetenekli Alman halkı” arasında gerçek bir eğitim alınabilirdi. Bir arkadaşına şöyle yazmıştı: “Çocuklarımı birer birer Almanya’ya gönderiyorum. Yıllarca orada bir yuva buldular, iyi bakıldılar ve olgun bireyler olarak geri döndüler.”

Ancak bu sözler gerçeklerle tam olarak örtüşmüyordu. Bu satırları yazmasından sadece birkaç hafta sonra, en küçük kızı Cecilia, 16 yaşındayken, Berlin’deki yaşamla ilgili endişe verici mektuplar göndermeye başlamıştı. Hamsun ise bu şikâyetlere kulak asmıyordu:

Cecilia, sen büyük ve harika bir ülkede yaşıyorsun. Hizmetçiye intihar eden kişileri yazıp durmamalısın; insanlar Almanya’nın korkunç bir yer olduğunu düşünecek. Hitler ve hükümetinin tüm dünyanın nefretine ve düşmanlığına rağmen neler başardığını yaz. Sen, ben ve herkes Almanya’ya minnet duyacağız. O, geleceğin ülkesi.

Tüm bu coşkusuna rağmen, oğlu Tore’un SS’e katılmasından pek de memnun kalmadı. Bu konuda yalnızca şu yorumu yaptı: “Hem iyi hem de kötü bir şey.” Ancak esas hoşnutsuzluğu, bunun getirdiği maddi külfetti:

Önceki mektubunda 250 marktan fazlasına ihtiyacın olmayacağını yazmıştın. Ben de 50 mark fazladan gönderdim. Ama şimdi SS için bir paltoya daha para istiyorsun! Unutma ki sen parasız bir ülkedesin… Senin yerinde olsaydım, mümkün olduğunca alçakgönüllü davranır, adının Hamsun olduğunu saklamaya çalışırdım, bununla ayrıcalık peşinde koşmazdım. Bunu düşün Tore!

Thomas Wolfe

Amerikalı romancı Thomas Wolfe’un seyahatleri, daha incelikli bir bakış açısı sunar. Wolfe’un Almanya’ya duyduğu derin sevgi, kitaplarının orada özellikle iyi satmasıyla kuşkusuz daha da pekişmişti, hatta Naziler bile onu seviyordu. Beşinci ziyaretini gerçekleştirdiği Mayıs 1935’te, kısa süre önce yayımlanan Of Time and the River kitabı zaten büyük yankı uyandırıyordu. Berlin’de âdeta el üstünde tutuldu, kendini “çılgın, fantastik, inanılmaz bir parti, çay, akşam yemeği, sabaha kadar içki âlemleri, gazete röportajları, radyo teklifleri, fotoğrafçılar ve en başta Martha ile Dodd ailesi olmak üzere düzinelerce insan”ın içinde buldu.

William E. Dodd (Truman Smith’in eşi Kay tarafından “küçük, buruşuk, solgun ciltli ve saçlı; ruhu da aynı şekilde” diye tarif edilmişti), Amerika’nın Almanya büyükelçisiydi; Martha ise onun sıra dışı kızıydı. Martha, Almanya Yıllarım kitabında şöyle yazmıştı: “Almanya’nın entelektüel yaşamındaki kasvet ortamına karşılık, Thomas Wolfe geçmişin büyük yazarlarının büyük adamlar olduğu zamanları simgeliyor gibiydi.”

Hamsun, İngilizleri ihanete ve cinayete başvurarak dünya egemenliği peşinde koşan kibirli ikiyüzlüler olarak sert biçimde suçladı. Hitler ise, ona göre büyük bir Germen dünya topluluğu kurmaya hazır bir haçlı ve reformcuydu.

Wolfe, Berlin’e doğru yol alırken Hannover’den geçmiş ve Knickermeyer’s adlı yerde öğle yemeği yemişti:

Koca meşe masalı Germen usulü bir Bürgerbräu mekânı –ağırbaşlı Wotan heykelleriyle dolu, yemekler de aynı ölçüde ağır –tavandan sarkan devasa gemi modelleri –genç pilotlar için özel masa ve garsonların onlara hizmet etmekteki aşırı aceleciliği.

Tesadüfen girdiği bir diğer pub ise pek iştah açıcı değildi:

Bir kapı açtım ve anında pislik ve koku bataklığı, aptal ve bozulmuş suratlar karşısında kalbim daraldı. Bir masada, tamamen saçtan ve gözden ibaret, sararmış sakallı bir yaşlı adam… bir tabaktan kaşığıyla sakallarına bir şeyler bulaştırarak yemek yiyordu.

Ancak bu sevimsiz manzara, Wolfe için Almanya’nın gerçek yüzünü yansıtan bir şey değildi. Ona göre gerçek Almanya, romantik bir güzellikler ülkesiydi; “yeşilin, yeryüzündeki en yeşil olduğu ve tüm bitkilere orman karanlığı, efsanevi bir büyü ve zaman duygusu kattığı bir yer”.

Wolfe, şehir manzarasını anlatırken de aynı derecede etkileyicidir:

Krem sarısı, tertemiz, bir oyuncak kadar parlak bir tramvay raylardan bir tür hışırdama sesiyle geçti. Bu ses dışında tramvaydan tek bir gürültü bile çıkmadı. Yaptıkları her şey gibi, tramvay da işlevinde mükemmeldi. Tramvay yolunu döşeyen küçük parke taşları bile, her biri yeni süpürülmüş gibi tertemizdi. Rayların iki yanındaki çimen şeritleri ise Oxford’un çim sahası kadar yeşil ve kadifemsi görünüyordu.

Martha Dodd gibi arkadaşları Wolfe’un gözünü açmak için ellerinden geleni yapsalar da, o ne Almanya’ya duyduğu romantik bağlılıktan vazgeçmeye ne de başkalarının görüşlerinden etkilenmeye hevesliydi. Ancak, o seyahatten sonra Amerika’ya dönerken hayalleri büyük ölçüde yerinde duruyor olsa da, şüphe tohumları çoktan filizlenmeye başlamıştı.

Bir yıl sonra Wolfe tekrar Almanya’daydı. Döviz kısıtlamaları nedeniyle yüklü telif gelirini ülkeden çıkaramayan yazar, bu parayı Almanya’da uzun bir tatilde harcamaya karar verdi. Tatil sona erdiğinde, evine dönüş yolculuğunun ilk durağı olan Paris trenine binerek Berlin’den ayrıldı. Sınır kasabası Aachen’de tren 15 dakikalık planlı bir duraklama yaptı ve Wolfe burada adeta bir “Şam’a dönüş” anı yaşadı. Yolculuk boyunca yakınlık kurduğu diğer yolcularla birlikte peronda gezinirken, trenlerine geri döndüklerinde bir felaket yaşandığı hemen belli oluyordu. Wolfe, işaretleri anında tanımıştı:

Elbette tam olarak ne olduğunu bilmiyorsunuzdur, ama bir trajedinin son aşamasını anında hissedersiniz… İnsan daha olay yerine varmadan, omuzların, sırtların ve başların sessiz ama çarpıcı diliyle, yıkıcı ve korkunç bir şeyin yaşandığını bilir.

Bu trajedinin merkezinde, Wolfe’un sabah boyunca sohbet ettiği ve kendi kendine “Kıpırdak” (Fuss-And-Fidget) adını taktığı tedirgin bir adam vardı. Ancak şimdi öğrenmişti ki bu yeni arkadaşı Yahudiydi ve Almanya’dan yüklü miktarda para çıkarmaya çalışırken yakalanmıştı. Onu tutuklayan görevlinin görünümünü Wolfe şöyle betimliyordu: “Yüksek, küt elmacık kemikleri, kızarmış bir yüz ve sarımsı bıyıklar… Kafası traşlıydı, kafasının alt kısmında ve yağlı boynunda kalın deri kıvrımları vardı.”

Wolfe Yahudilere özel bir sempati beslemiyordu, ama kendini şu halde bulmuştu:

Cinai ve anlaşılmaz bir öfkeyle titriyordum. O yağlı boynu, üzerindeki kıvrımlarla birlikte parçalamak istiyordum. O iltihaplı ve körleşmiş yüzü hamura çevirmek istercesine yumruklamak istiyordum. Sert ve doğrudan bir tekme atmak, ayağımı o kaba etlerin iğrenç et yığınına gömmek istiyordum. Ve biliyordum ki güçsüzdüm –hepimiz öyleydik… Kendimi önemli ama zincirlenmiş hissediyordum; bu iğrenç ama sarsılmaz otoritenin duvarları karşısında kıpırdayamıyordum.

Ancak Wolfe’un elinde henüz kullanmadığı bir silah vardı: kalemi. Ama çok iyi biliyordu ki bu hikâyeyi yayımlamanın kişisel bedeli ağır olacaktı. Kitapları Almanya’da yasaklanacak ve bir daha asla sevdiği bu ülkeye giremeyecekti. “Size Söylemem Gereken Bir Şey Var” (I Have a Thing to Tell You) adlı yazısı, Amerika’ya döndükten birkaç ay sonra New Republic dergisinde yayımlandı. Etkileyici bir yazıydı ve şu dokunaklı veda cümleleriyle sona eriyordu:

Tüm gerçekliği, görkemi, güzelliği, büyüsü ve yıkımıyla o eski Alman diyarına –o karanlık ülkeye, uzun yıllar sevdiğim o kadim toprağa– elveda dedim.

Notlar

(1) “Blueshirts”, 1930’larda İrlanda’da faaliyet gösteren faşizm yanlısı bir örgütün adıdır.

Bunları okudunuz mu?