Demo v1.0

5 Şubat 2025, Çarşamba

Beta v1.0

Tanpınar’a Ortadan Başlamak

Tanpınar’a dair yazılanların pek çoğunda bir kütle halinde sökün eden bayağılaşma söz konusu… Ortada tek bir katman vardır, o da Tanpınar’dır. Yahut kendi mısralarıyla izah edelim: “Her lahza başka şey ve hep kendisi”

Başlıklar

Kabul etmek lazım ki hakikaten Tanpınar’ın üslubu kendisine hayran olunmasının da ötesine geçerek kelimelerimize dahi sirayet etmektedir. En azından onun kitaplarını okurken dili kullanışından büyülenmemek kolay değildir. Doğan Hızlan, bu durumu Tanpınar’ın söze hâkimiyetini de içine alacak şekilde genişletir: “Her anlattığı, ders notlarında söylediği her şey, tamamlanmayı bekleyen, ama hangi meçhul diyarda olduğu bilinmeyen, bulunacağı zaman da belli olmayan kayıp bir kutsal kitabın gelişigüzel sayfalarından alıntılardı sanki”.1Hızlan, D. (2006). Sönmüş Kibritin İzinde. Toplumbilim, 20, s.34 Dahası, Tanpınar’ın cümle yapıları, anlatış tarzı, dillere pelesenk olmuş betimlemeleri ve özellikle bağlaçları kullanım şekli Tanpınar hakkında yazılanlara da hâkimdir. Ancak bu sirayetin daha da aşkınsal bir hâl aldığı tutumları da görünür kılmamız gerektiği kanaatindeyim.

Tanpınar üzerine yazılacak yazılarda baş edilmesi gereken durumlardan belki de en yoğun mesai harcatanı daha ilk satırlarda tazyikini hissettiriyor: “Nereden başlamalı?”2Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak (2016). Cogito’nun Gilles Deleuze sayısı, tam da benzer kaygıları güttüğünden, başlığını “Ortadan Başlamak” olarak atmıştı. Esasen bu Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’daki izlekleriydi. Onların derdini Hakan Yücefer çok sarih özetler.3Yücefer, H. (2016). Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak. Cogito, 82, 5-10 Öyle ki, nereye gidiyorsunuz, nereden geliyorsunuz, nereye varmak istiyorsunuz gibi sorular boş sorulardır. Sil baştan başlamak, başlangıcın iki manasını da içerir. Başlangıç hem ilkedir hem de temel. Deleuze ve Guattari bunun yerine ortadan yola koyulmayı, başlayıp bitirmek yerine girip çıkmayı, böylece temeli yerinden etmeyi ve başlangıç ile bitişi geçersiz kılmayı önermişlerdir. Esasen ben de Tanpınar’a “ortadan başlamak” istedim.

Bu tereddütlerin aynı zamanda “sorulara cevap, problemlere çözüm aramaktan ziyade, verilmiş cevapların ve sunulmuş çözümlerin içinde halledilmemiş soruların ve sorunların ısrarla varlığını sürdürdüğü”4Vogl, J. (2011). Tereddüt Üzerine. Çağlar Tanyeri (Çev.). İstanbul: Metis, s.103-104. için kendine özgülüğe kapı araladığını vurgulayalım. Her şeyden önce, taşınan bu kaygıların, sonunda yine bu kaygıya ihanete müsaade etmeden dile getirilmesinin önünü açtığını düşünmek gerek belki. Dahası, Tanpınar’a biraz huzur vermenin, ancak ona biraz boşluk tanımakla olanaklı olduğu söylenebilir. Bu boşluğun, Claude Lefort5Lefort, C. (1988). Democracy and Political Theory. Cambridge: Polity Press. için “demokrasinin mekânı”, boşluğun her gözeneğini işgal etmenin ise totalitarizmin kaynağı anlamına geldiğini hatırlayalım. Bir de Deleuze’ün, sorunun artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak olmadığı, daha ziyade söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet alanları yaratmalarına yardım etmek olduğu uyarısını tekrar edelim. Zira sükûnet sessizliğe değil, söylemeye değer bir şeyin olmasına kapı aralayabilir.

Burada tüm bu kaygıları gözetmenin sadece Tanpınar özelinde değil, daha genel bir “düşünce hayatımız” konusunda da geçerli olması gerektiğini göstermeye çalışarak Tanpınar’ın temel dertlerinin yanı başında düşünmeye özen göstermek tek niyetim. Pek tabii, böylesi bir kaygının neşet ettiği yer ilkin üsluplarından içeriklerine, amaçlarından bitmek bilmeyen reçetelerine değin Tanpınar üzerine yazılanların bir kısmının tahammül edilemez boğuculuğunu vurgulamak olacak. Bu yüzden, çalışma Tanpınar hakkında yazılanların şekillendirdiği bir Tanpınar imajını, Tanpınar’ın günlüklerinden hareketle tartışmaya açmaya heveskâr. Zira Tanpınar’a dair yazılanların pek çoğunda, yazarın hüviyetinden bağımsız olarak ele alınan konuların bizatihi kendisinde bir kütle halinde sökün eden bayağılaşma söz konusu.

Bunun haricinde, literatürün boğuculaşmasının getirdiği en büyük sorunlardan birisi, Tanpınar’ın, mahiyetinde uzlaşılmış, üzerine kafa yorulup çözüm getirilmesi hususunda kıymeti kendinden menkul ve kendisine varana dek yeterince zorlanmış belli başlı konu kalıpları etrafında ele alınıp yapılan tasniflerin bir bu yakasına bir öteki yakasına hapsediliyor oluşu. Bu nedenle, bu kalıpları “kimlik buhranı” ile “Doğu-Batı sentezi” olarak bir araya getirip, topyekûn eleştirmeyi tercih ediyorum.

Daha sonra ise böyle bir vaziyete pek de özgün olmayan bir yeni “ek” yapılması tedirginliğini taşıdığımdan, “kendilik” vurgusu üzerinden Tanpınar’ın derdine dair bir okuma önermeye çalışacağım. Zira Tanpınar hakkında yazılanların önemli bir kısmı, okuyucuya sanki sözümona bir kutsiyet halesinin ardından hitap etmektedir. Aynı halenin ulvi gölgesinin, genellikle mütedeyyinliğini her fırsatta kanıtlamak isteyenler tarafından, ilk akla gelenlerinden şüphesiz Cemil Meriç, Peyami Safa ya da Necip Fazıl’a da yansıtıldığını görmemiz mümkün. Kadir Dede bu durumu Cemil Meriç özelinde örneklerle inceler ve şöyle der: “Gelinen noktada Cemil Meriççiler için düşünür hakkında en farklı ve görkemli sıfatları kullanmak adeta bir yarışa dönüşmüştür.”6Dede, K. (2009). Aşkın Meriççilik: Cemil Meriç Hakkında Yazılanlar Hakkında. Doğudan, 2(14), s.142 Aynı durumun, Tanpınar hakkında yazılanlara ya da en basitinden Tanpınar’a dair sunuşlara da uygun düştüğünü tahmin etmek güç değil.

Derrida, önsöz, mukaddime, başlangıç, giriş, prelüd, prolog, epigraf ve benzer bölümlerin her zaman belirli bir temellük atılımını beraberinde getirdiğini, temsil ederken metnin önünden gittiğini, okuyucuyu henüz görünür olmayanı konuşturmaya mahkûm, tahmin ve tahkim ettirerek erken davranıp metnin önünü aldığını, engellediğini söyler.7Derrida, J. (1981). Dissemination. Barbara Johnson (Çev.). Londra: The Athlone Söz konusu olan, telif bir eserden biyografik bir metin ortaya koymak olunca bu temellük atılımının sıkıntıları daha da artar muhakkak. Hele bir de “böylesi” bir eser varsa karşımızda…

Muhafazakâr ve İslamcı cihette, bu külliyata dair söz söyleyen yazarlar, bizatihi Tanpınar’ın kaleminden çıkmasına rağmen biçimlendirdikleri Tanpınar imajının Tanpınar’ın kendisi tarafından ısrarla savunulamayacak duruma getirilmeye müsait olup olmamasıyla, belli ki, alakadar olmuyorlar. Hemen hepsinde Tanpınar’ın mistik yönü, oryantalistmişçesine sunulan aşk hakkındaki düşünceleri, sonu yerel duyguları körüklemeye varan tonda özgünlük ve bizdenlik uyarıları, neredeyse insan dışı özellikleri, melek gibi huyları vurgulanıyor.

Örneğin, Ebediyetin Huzurunda Ahmet Hamdi Tanpınar8Meriç, Ü. ve Karışman, S. Ü.  (2006). Ebediyetin Huzurunda Ahmet Hamdi Tanpınar. İstanbul: Etkileşim kitabında Ümit Meriç ve Karışman yalan söylemezler ya da boş konuşmazlar; Tanpınar’dan çalarlar. Ancak bunun üzerini gerek çok özel bir dil oyunuyla gerekse de kırpmalar, makaslamalar, cımbızlamalarla örterler. Tanpınar’ı iki uç arasında sıkıştırdıkları mengeneyle biçimlendirirler. Bu ise çağdaş söylenin ayırt edici özelliklerini de akla getiriyor. Anlamı biçime dönüştüren, çalınmış ve geri verilmiş bir söz olan söylen, Roland Barthes’ın9Barthes, R. (2014). Çağdaş Söylenler. (4. Bs.). Tahsin Yücel (Çev.). İstanbul: Metis gösterdiği gibi, hiçbir surette uydurma değildir. Meriç ve Karışman’ın yaptığı alıntıların somut karşılığı konusunda en ufak bir şüphe ileri sürülemez. Dolayısıyla söylen, anlamı silmez; uzaklaştırır, yoksullaştırır, bozar, saptırır ve böylece el altında tutar, temellük eder, mülk edinir.  Burada anlam değerini yitirse de ölmez, bilakis söylen mevcudiyetini bu ertelenmiş ölümle sürdürür. Söylen, çağırıcı bir sözdür ama aynı zamanda donmuş bir sözdür. Bir genellik yakalar ve orada donup ağarır, arınır, günahsızlaşır, sözünü ettiği nesneyi her türlü tarihten yoksun bırakır, böylece idealleştirir, özdeşleştirir ve yineler. Her daim dengeleyicidir. Ne yardan geçer ne serden. Böylece söylen, her şeyden önce, niteliği nicelleştirerek gerçeği en ucuz biçimde anlar.10Barthes, R. (2014). Çağdaş Söylenler, 198-216.

Bu bayağılaşmanın bir diğer boyutu da geçmişi metalaştıran bir muhafazakârlığı beraberinde getirmesi noktasında önem kazanıyor. Ulus Baker11Baker, U. (1999). Meczup Edebiyatı. Virgül, 15,, yazdıkları ile yaşamları arasında zoraki ve eğreti bir özdeşlik tesis etme gayesinde olan bu yazın türünü “meczup edebiyatı” olarak ele alır ve bunun faili olan meczubun edebiyatımızda bu denli kök saldığı halde bunca zaman nasıl kuytu köşelerde saklanabildiğini bizatihi onun hınç üretmeyle olan ilişkisi üzerinden açıklar. Bu meczup, muhafazakârlığını diri tutan öfkesini geleneksel temaları metalaştırarak edinir ve bütün dertlerle dertlenme özelliğini barındırdığından; hiçbir sorunu, aşkını, kaygısını tamı tamına yaşamamakta, üstlenmemekte ve üslubunu sansasyonel bir kanılar mekanizmasına teslim etmektedir. Böylece, kendisinden başkasının pek de değer vermeyeceği anekdotlarıyla meczup, abartılı bir yüceliğin bekçisi haline gelir. Hem Meriç hem de Karışman, Tanpınar hakkındaki şaşaalı ifadelerini gerek Rafael’in tablolarıyla12“Şiirlerinde söyleyemediklerini söylettiği roman kahramanlarının arkasına, ‘Atina Okulu’ tablosundaki Rafael gibi saklanmağa çalışan Tanpınar’ı, kahramanlarının elbisesi içinde yakaladıkça seviniyor, ama bir o kadar da hüzünleniyordum. O sahiden de ‘Beraber ölelim!’ denecek insan mıydı?” (Meriç ve Karışman, 2006: 11) gerek Christoph Colomb’la13“15 Ağustos 1999 gecesi bizi Armutlu’ya götüren deniz otobüsünün içinden, Colomb’un Amerika’ya ikinci gidişindeki duygularıyla karaya atladım. Eseri birlikte hazırlayacağımız Selma Ümit Karışman’ın Yılandar mevkiindeki yalısı, Tanpınar’ın kan damarları ve sinir hücreleriyle yazdığı eserlerle yıllar önce başlattığımız diyalogu, bir triloga dönüştürmek için çalışacağımız mekândı.” (s.13) gerekse de Maslow’la14“Fıtratın kendisine mutlaka ve ‘mutlak’a gerçekleştirmesi için ezelden bahşettiği kanatlı ruh ona hayatını, Maslow’un deyimiyle zirve bir tecrübe halinde yaşamasını şart koşmuştur.” (s. 300) tuhaf ve “derunî” benzerliklerle birleştirmekte ısrarcıdır.

Ulus Baker bu eğreti benzerlik kurma, birleştirme ve karıştırma-barıştırma rayihasına örnek olarak Sızıntı dergisinin Müslümanlık ve bilimi kaynaştırma çabasını gösterir. Dahası, meczup, en ufak gündelik sıkıntılarını dev tanrısal meselelere dönüştürmekte de geç kalmaz ve tam da bu yüzden projeleri bir nevi mikro-faşizme dönüşür; zira kendisini ortaya attığı sahte sorunlarının mutlak çözümüyle vazifelendirmiştir.

İşin aslı, böylesi biyografik çalışmalar ve telif eserler, modernist tarih anlayışına yöneltilen eleştirilerden pek de azade düşünülmemelidir. Zira her ikisi de tarih içerisinde vuku bulmuş olgulardan, söylenmiş ve kayda geçirilmiş sözlerden yola çıkarak bir hakikat rejimi kurarlar. Tarihin içinden çekilip alınan olguların sadece bir kısmı, böylece, bütünlüğü haiz bir heyula gibi önümüze dikilir. Bunun doğurduğu en önemli neticelerden biri, düşünce üzerine düşünmenin daha baştan sakatlanmış ve yargılara teslim edilmiş olmasıdır. Düşünce, burada el koyanlarca biçimlendirilen elekten süzülerek karşımıza sunulur. Beliren konsantre posa ise her daim elde kalan küçük parçanın etrafında döner, onu merkeze alır. Böylece akisler aksın etrafında dönmeye devam eder. Dönüşlerin tekrarı, yamaları kapatarak tarihi tekerrürden ibaret bırakır. Tüm bunların sonucunda ise el konanın ilahlaştırılması kaçınılmaz hale gelir.

Bu noktada hatıratın değerini bir kere daha onaylamak gerekecektir, zira tüm o görkem ve heybetin Tanpınar’ı sıradan insanların çok daha ötesine yerleştirdiği aşikârdır. İlahlaştırmanın kudretini parçalamaya en yakın olduğumuz yer de hatırat türünün en dolaysız hallerinden olan günlükler ve mektuplardır. “Günlüklerin ışığında” zedelenen evvela tamlık karinesine sahip mevcudiyet ekonomilerinin meşruiyetidir. Bereket versin ki 2008 yılı itibarıyla İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın15Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh titiz çalışması sayesinde Tanpınar’ın günlüklerine de kavuştuk.

Tanpınar’ın günlüklerde üzerinde durduğu konular çok çeşitlidir ancak neredeyse her farklı tarihin ortak temasını oluşturduğundan can sıkıntısı, yalnızlık ve para sorununa ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bunların dışında yurt dışı özlemi, edebiyat çevresine sitemi, Menderes’e öfkesi, İsmet Paşa’ya sevgisi, 147’leri müdafaası, erotik hülyaları, Peyami ile birkaç defa çekilen kokaini, parasızlığının timsali o meşhur fındık kavanozu, tersine çevirttiği ve fukaralığının kabulü gibi bir şey olarak gördüğü paltosuyla karşımızda bir “iç insan” buluyoruz.

Filhakika, bu konuda sadece günlüklerin değil Tanpınar’ın mektuplarının da rolü çok önemli. Mektuplar bütün olarak ilk defa 1974 yılında Zeynep Kerman tarafından yayımlanmış. Oktay Akbal’ın 1977 yılında Yaşasın Edebiyat içinde “Tanpınar’ın Mektupları” hakkındaki görüşleri bu yayın karşısında nasıl hayal kırıklığı içinde olduğunu gösteriyor. Oğuz Demiralp de benzer bir duruma günlüklere binaen işaret ederek, yayımlandıktan hemen sonra bir “biz onu böyle bilmezdik” tartışmasının başladığını üzüntüyle dile getirir.16Demiralp, O. (2014). Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim. İstanbul: YKY, s.51 Söylemeye bile lüzum yok ki hem günlükleri hem de mektupları yayıma hazırlayan yazarlar böylesi bir tepki karşısında layıkıyla düşünüp taşındıktan sonra harekete geçiyorlar. Zeynep Kerman, mektuplar için, “İnsan ve sanatkâr olarak Tanpınar’ı çeşitli ve bilinmeyen cepheleriyle aydınlattığına kaniyim”17Kerman, Z. (Haz.) (2014). Tanpınar’ın Mektupları. (6. Bs).  İstanbul: Dergâh, s.13 diyor örneğin. İnci Enginün’le beraber hazırladıkları Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa kitabında ise daha detaylı bir açıklamayla mektupların yayımlanış sebebini ele alıyorlar: “Mektuplardaki insandır bu günlükleri de yazan. Hatta aradan geçen yıllarda daha da ekşimiş bir insan. Üstelik bunlar mektup gibi birilerine de hitap etmiyor. Tanpınar’ın hatıralarını yazarken kendisine herhangi bir sansür uyguladığını sanmıyoruz. Yalnızlığın, kendi başına kalmışlığın paylaşıldığı defterler bunlar.”18Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.11 Ölümünden on üç gün öncesine kadar devam eden bu günlüklerin, Tanpınar’ın sanat anlayışına, etkilendiklerine, kaynaklarına, çalışma tarzına daha derin bir bakış açısı sunduğu için önemli olduğunu ve en önemlisi çalışma defteri olarak da kullanılan günlüklerin Tanpınar’ın makalelerini ve mektuplarını nasıl beslediğini tekrar tekrar vurguluyorlar.19Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s.12-63 Örneğin günlüğünde Paris’te tuttuğu notlar, Yaşadığım Gibi’de yayımlanan çeşitli gazete ve dergi makaleleri Birol Emil tarafından “Paris Tesadüfleri”20Bu başlığı günlüklerinde bizzat Tanpınar koymuştur. Dahası, “Paris Tesadüfleri”nin bir bütün kitap olmasını da düşünmüştür. Tanpınar, A. H. (2015a). Yaşadığım Gibi. (7. Bs). Birol Emil (Haz.). İstanbul: Dergâh, s. 265-319 başlığı altında sunuluyor ya da başka bir örnekte, Paris’te Macit Gökberk’le anılarını anlatırken bunun yansımalarını Gökberk’e gönderdiği mektuplarında da görüyoruz. Dahası, Tanpınar defterlerin yayımlanmasında bir beis görmüyor olacak ki “Bu defteri seviyorum. Benden sonra okunacağını düşünüyorum. Hoşuma gidiyor. Geçen zamanım görülecek sanıyorum”21Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.131 diyor.

Ezcümle, Tanpınar günlüklerini sürekli olarak kendi muhakemesini yapmak ve kendine memnuniyetsizliğini dile getirmek için, daha sonra yazılacaklara dair çalışma notları almak için, sitemlerini, sıkıntılarını ve özlemlerini kaydetmek için kullanıyor. Dolayısıyla günlüklerinin hem kurgu hem de kurgu dışı eserleriyle benzerlik göstermesi, onu daha iyi anlamamız hususunda pek çok noktayı açıklığa kavuşturuyor. Oktay Akbal’ın bahsettiğimiz hayal kırıklığı, esasen kendi makalemizde beslediğimiz kaygıların şekillendiği noktaları ustalıkla gözler önüne seriyor, ama tersinden. Yine de müthiş önemli, müthiş sarih:2222Akbal’dan aktaran, Enginün ve Kerman, 2015: 11. Dahası, ilginçtir, Oktay Akbal, Tanpınar’ın ölümü ardından kaleme aldığı ya da en azından ona kendince veda ettiği bir yazısında tam da şikâyetçi olduğu mektupların ve şikâyetçi olması daha da muhtemel günlüklerin önümüze serdiği en büyük imkâna hayıflanıyor: “Biten şeyler, başlayan şeyler, başlamadan biten şeyler, bitmeden başlayamayan şeyler, hepsi, hepsi karmakarışık. Daha yaşarken biten şeylerin korkusunu duyan şairin ne demek istediğini tam olarak anlamak istiyorum. Anlıyorum, anlayamıyorum. Düşüncelerden düşlere geçiyorum durmaksızın.”. Akbal, O. (2008). “Kara Atlar”. Abdullah Uçman ve Handan İnci (Haz.), Bir Gül Bu Karanlıklarda”: Tanpınar Üstüne Yazılar içinde (s. 87-88). İstanbul: 3F[/mfn]

Daha önce bazı dergilerde mektuplarından bölümler yayınlanmıştı, beğenmiştim onları, İlginç bulmuştum. Ama bu kez, koskoca kitabı okuduktan sonra içimde bir boşluk duygusu kaldı. Şair, yazar, profesör, düşünür Tanpınar’ın bu mektupları yalınkat düşüncelerle, gözlemlerle dolu… Okura hemen hemen hiçbir şey katmıyor bunlar. Üstelik Tanpınar’ın şiirleriyle, romanlarıyla okura kazandırdığı güzel duyguları da nerdeyse karartıyor. (…) Kısacası, ‘herkes gibi bir insan’ın duyguları, duygulanımları. Ama o kendini ‘başka’ bir insan, çevresinden ‘üstün’ bulan bir sanatçıdır. Ne var ki bu mektuplarda bir Mallarmé’nin, bir Gide’nin, bir Valéry’nin, bir Claudel’in mektuplarındaki ağırlık, değer, ‘başka’lık yok. Sıradan bir aydının, sıradan düşünceleri, görüşleri, duyuşları. Bir de o mektupları yazdığı günlerde ona buna kızgınlıkları var……Bilmem ister miydi ölümünden on beş yıl sonra özel mektuplarının kamuoyuna sunulmasını? Sanmam… (…) Bunlar insan olarak onun küçük yönleridir. Herkeste bulunan özellikler… Ama niye açıklamalı bütün bunları herkese? Gereği nedir? O şairin yapıtlarına ne katar? Hiç. Tanpınar’ın mektupları ilgiyle okunuyor, ama bir şairin, bir yazarın mektupları olarak büyük bir özellik taşımıyor. Yer yer güzel parçalar var. Yalnız o parçalar alınmalıydı, geriye kalan yerler çıkartılmalıydı bence… Tanpınar’ın yapıtına bir şey eklemiyor, hatta birazcık da ‘eksiltiyor’.

Yazının, kaynağa her daim bir “eklenti” olduğu için Batı metafiziğinde tehlikeli görüldüğünü söyler Derrida. Zira, “Eklenti (supplement) aynı zamanda ikame eder (supplee)… Bir şeyin yerine devreye girer ya da sokulur; tümlüyorsa, bunu bir boşluğu doldurma şeklinde yapar. Temsil ediyor ve imge oluyorsa, bir mevcudiyetin daha önceki namevcudiyeti sayesindedir. Bir ‘ikame’ ve ‘vekil’ olan eklenti ilave bir şeydir.”23Derrida, J. (2014). Gramatoloji. (2. Bs.). İsmet Birkan (Çev.). Ankara: BilgeSu, s.220 Dahası Derrida atıf yapılan eserinde yazının yanında itirafları da bir eklenti olarak değerlendirir. Örnek olarak Rousseau ve Augustinus’un itiraflarını inceler. Rousseau mastürbasyon yapmanın kendisine cinsel birleşmeden daha fazla keyif verdiğini yazar. Burada mastürbasyon, partneriyle cinsel birleşmeye ya da doğal olana bir ektir. Mesele de zaten buradaki “doğal olanın” cinsel birleşme olarak değerlendirilmesinden kaynaklanır. Eklenti bu yüzden doğal addedilenin düzenini bozar. Bu ilave hem doğal addedilene bir ektir hem de Rousseau bunu İtiraflar’ında yazdığı için onun diğer eserlerine ektir. Eklenti, ki artık bunun yerine Tanpınar’ın mektup ve günlüklerini koyabiliriz, kaynağın, yani mektup ve günlükler haricindeki eserlerin tümlüğüne bir ilavedir. Mevcudiyetiyle geri dönük olarak kaynağın bütünlüğünü parçalar, çünkü bütüne eklenmiş ve onun tamlığına halel getirmiştir.  Eklenti, istenmeyen bir misafirdir elbet, ancak unutmamak lazım gelir ki bu ev sahibinin bir ifadesidir. Ev sahibi olan Batı metafiziği ise ikili karşıtlıkları ve düalizmi zaten bir iktidar tekniği olarak kullanır, bunlar sayesinde kodlama yapar, adlandırır, tasnif eder. Bu da bizi, eklentinin ifşa ettiği bir başka şeye, yani esasında tamlık iddiasının bir norm’al’in, bir kimliğin tekrarıyla şekillendiği gerçeğine götürüyor.

Dolayımsız ilişkinin karşısında tekil mastürbasyon. Konuşma karşısında yazı. Akıl karşısında duygu. Batı karşısında Doğu. Erkek karşısında kadın vs. Bunun gibi evrensel ikili karşıtlıkların her birinde, ikinci kısım birinciye göre bir eksiklikle maluldür. Gianni Vattimo ve Santiago Zabala’nın işaret ettiği gibi, “Varlığı mevcudiyet olarak belirleyerek Batı felsefesi, ilişkilerin mevcut durumuna dair basit bir tanımlamalar dizisi haline gelir ve otomatik olarak zamansal, mekânsal ve tektipleştirilmiş mevcudiyete karşıtları üzerinden ayrıcalık tanır.”24Vattimo, G. & Zabala, S. (2012). Hermeneutik Komünizm: Heidegger’den Marx’a. (E. Kuçlu, Çev.). İstanbul: Monokl., s.29

Pek tabii, bize göre Mektuplar (1974) örneğin Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne (1961) bir eklenti olduğu gibi Günlükler (2008) de Aydaki Kadın’a (1987) bir ektir. Tanpınar için, eklentiler daha da iç içe girer. Kimi yazıklarını çok daha önceden tasarlamıştır, pek çok eserinin tamamlanmadığını düşünmüştür yahut yayım sırasında önce yazdığı sonra yazdığından geç basılmıştır. Kısacası her çalışma bir ilavedir, bu da çalışmaların hiçbirinin tamamlanmış olamayacağını gösterir. Kendisi dahi bir eklenti olan kaynak her daim tamamlanmamaya mahkûmken, ona dair tamamlanmış bir çalışma ise olsa olsa sadece böyle bir iddia öne sürebilir. Göreceğimiz gibi bu durum Tanpınar hakkında yazılanların istemeden de olsa yüzleşmek durumunda kaldığı bir vaziyettir.

En yalın örnek üzerinden giderek bu durumu incelemek gerekiyor. Örneğin Tanpınar günlüklerinde “Peyami’den nefret ederim…Peyami Safa’dan daha iğrencine tesadüf edilir mi?”25Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.201 der ama yıllar sonra Safa’nın ölümü üzerine aldığı notlarında “Jurnal, şantaj hiçbir şeyden çekinmezdi. Bununla beraber severdim,”26Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s.296  der. Yine başka bir örnek vermek gerekirse, bütün ümidinin Fransa’da olduğunu söyler, sonra İstanbul’u iple çeker, bezginlik içinde geri döner. Buradan Tanpınar’ın pis bir yalancı olduğu sonucunu çıkarmayacağız elbette. Sadece Peyami Safa’ya ve Fransa’ya olan sevgisi ya da nefreti üzerine ayrı ayrı son derece doğru ve belgelere dayanan makaleler hazırlanabileceğini anımsatmak istiyorum. Şimdi aynı durumu Doğu-Batı ve Eski-Yeni üzerinden düşünecek olursak da benzer vaziyetlerle karşılaşırız.

Kıta Avrupası politikası ve post-kolonyal edebiyat teorisinden aşina olduğumuz gibi, kimlik bir tamlık iddiası öne sürer, bunun mücadelesini vererek hareket eder ve sonra gidip önünü tıkar, durdurur, dondurur, sabitler. Tüm bu hadiselerin bize gösterdiği, kimliğin zaten bir tamlık ihtiva etmediğidir, bilakis kimlik her daim bir tariftir, önsözdür. Derrida bu yüzden önsözün imkânsız olduğunu, hatta var olmadığını söyler.27Derrida, J. (1981). Dissemination. Barbara Johnson (Çev.). Londra: The Athlone, s.11 Ancak, onlar iz bırakırlar.28Bu noktada Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’ini akla getirebiliriz. Rahatlıkla diyebiliriz ki ulus yoktur. Bir cemaat olarak tasavvur edilmiştir. Ancak Gellner’ın yaptığı gibi icadı, uydurma ve sahtekârlıkla değil, hayal ve yaratımla düşünmek gerekir (Anderson, 2009: 20-21).  Az sonra ele alacağımız kimlik buhranını da böyle düşünmeliyiz.

Pek tabii, işin daha da tatsız bir hâl aldığı nokta Tanpınar’ı bir kimliğe hapsetme noktasında zuhur ediyor. Oysa, Jale Parla da çok net şekilde ortaya koyar ki Tanpınar “…maddeye karşı ruhu, zamana karşı sonsuzluğu, akla karşı duyguyu, pragmatizme karşı idealizmi seçen bir yazar olarak nitelendirilemez. Bu kutuplar Tanpınar’da zaman zaman birbirine yaklaşır, zaman zaman ayrışır, çünkü her iki kutup da mutlak ve yekpare zamanın cisimleşmesi ve biçimleşmesidir.”29Parla, J. (2015). Don Kişot’tan Bugüne Roman. (12. Bs.). İstanbul: İletişim, s.284 Hakikaten, Tanpınar gerek romanlarında gerekse de diğer yazılarında pek çok kez tereddütlerini, kendi tamlığına, tamamlanmışlığına dair muhakemelerini ve herkesinki gibi değişip durması kaçınılmaz olan hislerini dile getirmiş, aksi çabalardan ne derece rahatsız olduğunu göstermiştir. Burada hiçbir şekilde Tanpınar’ın bir bütün olarak değerlendirilemeyeceğini, böylesi bir çabanın bir “–mış gibi” iddiasından öteye geçemeyeceğini ya da bugüne kadar Tanpınar’a yapılan bütün eklentilerin böylesi bir kimlik sorunuyla zedelendiğini ima etmiyorum. Elbet, bu değil. Bilakis, Tanpınar’ı bir bütün olarak ele almaya yönelik bir çabayı yüceltiyorum. Bu bütünlüğün, fragmanlara el koyan bir tamlığa dönüşmemesi gerektiği kanaatini de bizatihi bu kaygı sayesinde, bu yazının devamında, ortaya koymaya çalışacağım. Tanpınar’ın çok-katmanlılığından da bahsetmiyorum asla. Zira ortada tek bir katman vardır, o da Tanpınar’dır. Yahut kendi mısralarıyla izah edelim: “Her lahza başka şey ve hep kendisi.”30Tanpınar, A. H. (2014a). Bütün Şiirleri. (15. Bs). İnci Enginün (Haz.). İstanbul: Dergâh, s.62

 

Notlar

(1) Hızlan, D. (2006). Sönmüş Kibritin İzinde. Toplumbilim, 20, s.34

(2) Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak (2016).

(3) Yücefer, H. (2016). Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak. Cogito, 82, 5-10

(4) Vogl, J. (2011). Tereddüt Üzerine. Çağlar Tanyeri (Çev.). İstanbul: Metis, s.103-104.

(5) Lefort, C. (1988). Democracy and Political Theory. Cambridge: Polity Press.

(6) Dede, K. (2009). Aşkın Meriççilik: Cemil Meriç Hakkında Yazılanlar Hakkında. Doğudan, 2(14), s.142

(7) Derrida, J. (1981). Dissemination. Barbara Johnson (Çev.). Londra: The Athlone

(8) Meriç, Ü. ve Karışman, S. Ü.  (2006). Ebediyetin Huzurunda Ahmet Hamdi Tanpınar. İstanbul: Etkileşim

(9) Barthes, R. (2014). Çağdaş Söylenler. (4. Bs.). Tahsin Yücel (Çev.). İstanbul: Metis

(10) Barthes, R. (2014). Çağdaş Söylenler, 198-216.

(11) Baker, U. (1999). Meczup Edebiyatı. Virgül, 15,

(12) “Şiirlerinde söyleyemediklerini söylettiği roman kahramanlarının arkasına, ‘Atina Okulu’ tablosundaki Rafael gibi saklanmağa çalışan Tanpınar’ı, kahramanlarının elbisesi içinde yakaladıkça seviniyor, ama bir o kadar da hüzünleniyordum. O sahiden de ‘Beraber ölelim!’ denecek insan mıydı?” (Meriç ve Karışman, 2006: 11)

(13) “15 Ağustos 1999 gecesi bizi Armutlu’ya götüren deniz otobüsünün içinden, Colomb’un Amerika’ya ikinci gidişindeki duygularıyla karaya atladım. Eseri birlikte hazırlayacağımız Selma Ümit Karışman’ın Yılandar mevkiindeki yalısı, Tanpınar’ın kan damarları ve sinir hücreleriyle yazdığı eserlerle yıllar önce başlattığımız diyalogu, bir triloga dönüştürmek için çalışacağımız mekândı.” (s.13)

(13) “Fıtratın kendisine mutlaka ve ‘mutlak’a gerçekleştirmesi için ezelden bahşettiği kanatlı ruh ona hayatını, Maslow’un deyimiyle zirve bir tecrübe halinde yaşamasını şart koşmuştur.” (s. 300)

(15) Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh

(16) Demiralp, O. (2014). Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim. İstanbul: YKY, s.51

(17) Kerman, Z. (Haz.) (2014). Tanpınar’ın Mektupları. (6. Bs).  İstanbul: Dergâh, s.13

(18) Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.11

(19) Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s.12-63

(20) Bu başlığı günlüklerinde bizzat Tanpınar koymuştur. Dahası, “Paris Tesadüfleri”nin bir bütün kitap olmasını da düşünmüştür. Tanpınar, A. H. (2015a). Yaşadığım Gibi. (7. Bs). Birol Emil (Haz.). İstanbul: Dergâh, s. 265-319

(21) Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.131

(22) Akbal’dan aktaran, Enginün ve Kerman, 2015: 11. Dahası, ilginçtir, Oktay Akbal, Tanpınar’ın ölümü ardından kaleme aldığı ya da en azından ona kendince veda ettiği bir yazısında tam da şikâyetçi olduğu mektupların ve şikâyetçi olması daha da muhtemel günlüklerin önümüze serdiği en büyük imkâna hayıflanıyor: “Biten şeyler, başlayan şeyler, başlamadan biten şeyler, bitmeden başlayamayan şeyler, hepsi, hepsi karmakarışık. Daha yaşarken biten şeylerin korkusunu duyan şairin ne demek istediğini tam olarak anlamak istiyorum. Anlıyorum, anlayamıyorum. Düşüncelerden düşlere geçiyorum durmaksızın.”. Akbal, O. (2008). “Kara Atlar”. Abdullah Uçman ve Handan İnci (Haz.), Bir Gül Bu Karanlıklarda”: Tanpınar Üstüne Yazılar içinde (s. 87-88). İstanbul: 3F

(23) Derrida, J. (2014). Gramatoloji. (2. Bs.). İsmet Birkan (Çev.). Ankara: BilgeSu, s.220

(24) Vattimo, G. & Zabala, S. (2012). Hermeneutik Komünizm: Heidegger’den Marx’a. (E. Kuçlu, Çev.). İstanbul: Monokl., s.29

(25) Enginün, İ. ve Kerman, Z. (Haz.)(2015). Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa. (6. Bs). İstanbul: Dergâh, s.201

(26) Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, s.296

(27) Derrida, J. (1981). Dissemination. Barbara Johnson (Çev.). Londra: The Athlone, s.11

(28) Bu noktada Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’ini akla getirebiliriz. Rahatlıkla diyebiliriz ki ulus yoktur. Bir cemaat olarak tasavvur edilmiştir. Ancak Gellner’ın yaptığı gibi icadı, uydurma ve sahtekârlıkla değil, hayal ve yaratımla düşünmek gerekir (Anderson, 2009: 20-21).  Az sonra ele alacağımız kimlik buhranını da böyle düşünmeliyiz.

(29) Parla, J. (2015). Don Kişot’tan Bugüne Roman. (12. Bs.). İstanbul: İletişim, s.284

(30) Tanpınar, A. H. (2014a). Bütün Şiirleri. (15. Bs). İnci Enginün (Haz.). İstanbul: Dergâh, s.62

 

Editör: Görkem Kozanoğlu
Redaksiyon: Bekir Demir