Fransa’da bir fabrikada çalışan yirmi beş yaşındaki bir işçi, 2 Ocak 1935 Çarşamba günü hareketlerinin kontrolünü kaybeder. Zayıf, yetersiz beslenen, migren ve kulak enfeksiyonundan muzdarip işçi, anlattığına göre “dayanılmaz bir ısı” ve “ellerinizi ve kollarınızı yalamak üzere yukarı çıkan” alevler saçan fırının alev damperini kapatamaz ve fabrikada çalışan başka bir işçi koşarak gelip onun yerine kapatır. İyileştikten sonra, “birkaç metre öteden gelen dehşetli tokmak darbeleriyle” daha da şiddetlenen korkunç bir baş ağrısı ve acı içinde işine geri döner.
Sadece ürettikleri kadar ücret alan diğer parça başı işçilerin aksine Simone Weil’in orada bulunmasına gerek yoktu. Üniversite hocası olarak iyi ücret aldığı işi, maddi bir ihtiyacı olmadığı anlamına geliyordu. Bunun yerine, fabrika işçiliğinin gerçekliğini deneyimlemek için bu işi kabul etmişti.
Weil, proletarya hakkındaki çoğu Marksist yazının, emeğin ön saflarında yer alanların gündelik yaşam deneyimlerini kavramakta başarısız olduğuna inanıyordu. “Yalnızca kelimelerle devrimci olunamayacağı gibi, bir duvarcı ya da demirci de olunamaz” diyordu. Eğer proletaryayı sınıf bilincine doğru yönlendirmek –“kendisi için” devrimci bir sınıf olmak– isteniyorsa, işçilerin kendilerinin ne hissettiğini ve neye ihtiyaç duyduğunu deneyimlemek gerekiyordu.
Bu gibi argümanlar, Weil’in uzlaşmaz anti-faşizmi ve İsa benzeri fedakârlık ethosunun yanı sıra, onu sol görüşlü izleyiciler için ilgi çekici bir figür haline getirmektedir. Bununla birlikte, onun mirası aynı zamanda esrarengiz ve zorludur ve Marksist ve sosyalist felsefe için zor felsefi ve etik sorunlar ortaya çıkarmaktadır.
Bolşevist Bir Çocuk
“Kendi işimi yapmak ve meşhur ‘gerçek hayatla’ biraz temas kurmak için bir yıl izin aldım.” Simone Weil, fabrikada çalışmaya başlamadan önce öğretmenlik yaptığı Le Puy adlı lüks kız okulundaki öğrencilerinden birine böyle yazmıştı.
1935 yılına gelindiğinde Weil, prestijli École Normale Supérieure’den felsefe dalında Simone de Beauvoir’ın da üzerine çıkarak birincilikle mezun olmuş önemli bir entelektüeldi. Aynı zamanda güçlü bir duruşu vardı. “Kadınsı” kıyafetler giymeyi reddetmesi, ateşli sakarlığı ve sigara tiryakiliği onu güçlü ve çoğu zaman meydan okuyan bir kişilik haline getirdi.
Weil küçük yaşlardan itibaren siyasetle de yakından ilgilenmiştir. 1915 yılında, altı yaşındayken, Batı Cephesi’ndeki Fransız birlikleriyle dayanışmak için şekeri reddetti. On yaşına geldiğinde kendini Bolşevist ilan etmişti. Onlu yaşlarında kendini işçi hareketine dahil etti. Daha sonra, özellikle işsiz işçileri desteklemek için yürüyüşler ve grevler düzenlenmesine yardımcı oldu ve bu yüzden neredeyse öğretmenlik işini kaybediyordu.
Weil, zamanının önde gelen devrimcileri tarafından tercih edilen ideolojik mercekler tarafından sıklıkla gizlenen gerçeklerle yüzleşmekten de korkmuyordu. İlk uzun makalelerinden biri olan ve 1932’de kaleme aldığı “Almanya’daki Durum” başlıklı yazısında, Troçki’yi “Sırada Ne Var?” başlıklı makalesi nedeniyle eleştirdi. Bu makalede Troçki, “Alman proletaryasının iç güçlerinin tükenmez olduğunu” savunuyor ve “kendi yollarını kendilerinin açacağını” öngörüyordu. Almanya’yı ziyaret eden Weil, bırakın devrimci bir işçi sınıfını, tutarlı bir işçi sınıfı bile görmedi. Bunun yerine tükenmişlik, bölünmüşlük ve “paslanmaya terk edilmiş aletler” gibi muamele gören bir insan sınıfı gördü. Weil’e göre Hitlerizmin tutarsızlığı, “Alman ulusunun mevcut durumundaki temel tutarsızlığının bir yansıması” olduğu için zafer şansını güçlendiriyordu.
Weil, Troçki’nin hatasının Marksizmin kalbinde yatan idealizm eğiliminin bir belirtisi olduğunu savundu. Bu analizini fabrikaya girmeden kısa bir süre önce yazdığı “Özgürlük ve Toplumsal Baskının Nedenleri Üzerine Düşünceler” adlı makalesinde açıklamıştır. Makalesine Marx’ın kapitalizm analizine kinayeli bir iltifatla başlar: Marx’ın “kapitalist baskı mekanizmasına ilişkin mükemmel açıklamasının o derece iyidir ki”, “insan bu mekanizmanın işlemeyi nasıl bırakabileceğini hayal etmekte zorlanıyor” der.
Weil’in açıkladığı gibi, sorun Marx’ın kapitalizmin üretici güçlerinin çökmeden önce artmaya devam edeceği tezinin bir sonucudur. Ona göre, Marx’ın ilerlemeye olan inancı pozitivizm ve Hegelciliğin izlerini taşıyor ve “tüm sosyalist literatürde” bulunan bilim dışı ve “mitolojik” bir unsuru barındırıyordu. Weil, “‘proletaryanın tarihsel misyonu’ gibi yarı-mistik ifadeler içermesinden dolayı”, “bizzat Marx’ın kelime dağarcığının buna tanıklık ettiğini” yazıyordu. Weil’e göre bu, Marx’ın felsefesinin merkezine koyduğu maddi koşullarla uğraşırken güvenilirliğini zayıflatıyordu.
Fabrika Günlükleri
Şair ve yazar Fiona Sampson’a göre, Weil’in çalışmalarının en dikkat çekici, tutarlı ve etkileyici yönlerinden biri, düşüncelerini eylemle birleştirmeye çalışmasıydı. Bir fabrika işçisi olmanın nasıl bir his olduğunu bilmeden, fabrika işçilerinin durumu, umutları, hayalleri ve özlemleri hakkında yazılamazdı. Weil’in ifade ettiği gibi:
Materyalist yöntem –Marx’ın bize miras bıraktığı bu araç– denenmemiş bir araçtır; Marx’ın kendisinden başlayarak hiçbir Marksist onu gerçekten kullanmamıştır. Marx’ın yazılarında bulunabilecek gerçekten değerli tek fikir, aynı zamanda tamamen ihmal edilen tek fikirdir. Marx’tan kaynaklanan toplumsal hareketlerin başarısız olması şaşırtıcı değildir.
Ve böylece, 1934’ün sonunda Weil öğretmenlik görevinden ayrıldı ve elektrikli makineler üreten Alsthom şirketinde çalışmaya başladı. Sonuç, felsefe tarihindeki en dokunaklı acı anlatımlarından biri olan Weil’in Fabrika Günlükleri oldu.
Fabrika Günlükleri, muhtemelen Weil’in iş arkadaşlarının bugün yoksulluk turizmi olarak tanımlayacağı betimlemelerle biraz üsttenci bir şekilde başlar. Ancak fabrika yaşamının gerçekliği kendini gösterdikçe Weil bu yaklaşımı terk eder. Bir hafta içinde işin “yorucu ve tehlikeli” doğasını, günü “şiddetli bir şekilde ağlayarak” bitirdiğini ve “korkunç baş ağrılarından”, “titremelerden” ve “dehşetten” muzdarip olduğunu anlatmaya başlar. Kendi sakarlıklarını ve üretim hedeflerini tutturmada defalarca başarısız olduğunu ve bu yüzden amirinden uyarı aldığını belirtir: “İşler sarpa sarmışsa, bittin demektir” diye yazıyordu Weil: “Fabrikada her an acı veriyor.”
Her ne kadar çektiği acıları bedeninde taşısa da, Kartezyen bir düalist olan Weil için en önemlisi zihne kazınan acılardı. Weil, endüstriyel emek deneyiminde en büyük yoksunluk olarak gördüğü şeyi keşfetti:
Yorgunluğun etkisi bana fabrikada zaman geçirmemin gerçek nedenlerini unutturmak ve bu hayatın gerektirdiği en güçlü cazibenin üstesinden gelmemi neredeyse imkansız hale getirmektir: artık düşünmemek…
Weil, Almanya’da olduğu gibi, sanayi işçilerinin maruz kaldığı maddi koşulları deneyimlemenin devrim düşüncelere değil, umutsuzluğa yol açtığını gördü. “Anlık parlamalar dışında isyan etmek imkansızdır” diye yazıyordu: “her şeyden önce neye karşı? İşinizle baş başasınız, ona karşı olmadıkça isyan edemezsiniz.” Bu durumda düşünmek acı çekmek demekti:
Bizler, gemleri çekilir çekilmez kendilerini yaralayan atlar gibiyiz –ve başımızı öne eğeriz… Düşüncenin yeniden uyanması acı vericidir.
Weil’e göre baskı altında olmak “ani bir tepki olarak isyanı değil, boyun eğmeyi doğurur”. Aslında, benliğin kendisi tehlikeye girerse; “toplum tarafından inşa edildiği şekliyle öz saygı duygusu yok olur”.
Bu, hem o zaman hem de şimdi boyun eğmenin mutlaka isyan tohumları içerdiğine inananlar için rahatsız edici bir okumadır. Gerçekten de eleştirmenler o dönemde Weil’in kötümserliğini şiddetle kınamışlardır ve bunda haksız da sayılmazlar. Bu kötümserlik, Weil’in felsefesinin, devrim arzulayanlarla dayanışma içinde olduğu iddiasıyla açıkça çeliştiği anlamına geliyordu.
Ancak Weil bu gerilimi umutsuzluğa dönüştürmeyi reddetmiş ve baskıdan kurtulmayı arzulamaktan asla vazgeçmemiştir. Weil’in 1935’ten sonraki yazıları bu iki kutup arasında gidip gelir. Toplumsal değerlerde, baskının tamamen ötesine geçecek kadar kapsamlı bir dönüşüm öngörmeye çalıştı. Aynı zamanda, kendisini Tanrı’ya yaklaştıracak yoğun bir ruhani dönüşümün de peşindeydi.
Güç ve Kurtuluş Arasında
1935 yılının başlarında Weil bir otobüse biner ve günlüğüne şunları kaydeder:
Garip bir tepki. Nasıl oluyor da ben bir köle olarak bu otobüse binip herkes gibi 12 sousa yolculuk edebiliyorum? Ne olağanüstü bir lütuf! Biri bana vahşice inmemi emretse, bu tür konforlu ulaşım araçlarının bana göre olmadığını, yürüyerek gitmem gerektiğini söylese, sanırım bu bana tamamen doğal gelirdi. Kölelik bana herhangi bir hakka sahip olduğum hissini kaybettirdi.
Kölelik fikri daha sonra onu İsa’ya götürecek olsa da, şimdilik Weil’i güç fikrine götürdü. Weil’e göre Marx’ın büyük hatası, baskının kapitalizmden kaynaklandığına inanmasıydı, oysa kapitalizm baskının yalnızca mevcut biçimiydi. Her ne kadar bu eleştiri Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni gibi klasikleri dikkate almamış olsa da, Weil’i ileri görüşlü bir zor eleştirisini dile getirmeye teşvik etmiştir:
İnsanlık tarihi, insanları –hem ezenleri hem de ezilenleri– kendi ürettikleri tahakküm araçlarının oyuncağı haline getiren ve böylece yaşayan insanlığı cansız metaların metası haline indirgeyen köleliğin tarihidir.
Cansız olmak, bir şeye indirgenmek; Weil için, insanlık için en büyük felaketti. Bu temayı belki de en büyük makalesi olan “İlyada ya da Gücün Şiiri”nde ele aldı. 1940 yılında Homeros’un büyük şiirinin bir incelemesi olarak yazılan bu makale şöyle başlar:
Gerçek kahraman, gerçek özne, İlyada’nın merkezi güçtür. İnsan tarafından kullanılan güç, insanı köleleştiren güç, insanın bedeninin önünde küçüldüğü güç. Bu eserde, her zaman, insan ruhu kuvvetle olan ilişkileri tarafından değiştirilmiş olarak, başa çıkabileceğini hayal ettiği kuvvet tarafından süpürülmüş, kör edilmiş olarak, boyun eğdiği kuvvetin ağırlığı tarafından deforme edilmiş olarak gösterilir … Kuvveti tanımlamak gerekirse, ona maruz kalan herkesi bir şeye dönüştüren x’tir. Sınırına kadar uygulandığında, insanı en gerçek anlamda bir şeye dönüştürür: ondan bir ceset yapar. Burada biri vardı ve bir dakika sonra kimse yoktu.
Deneme, İlyada‘da Akhilleus’un Hektor’un babası Kral Priam’ın teslimiyetini kabul ettiği ana odaklanır. Priam oğlunun katiline yaklaşır ve yere düşer; Weil’in tanımıyla, “Akhilleus’un ayaklarına kapanarak ağlar”. Akhilleus Priam’ı hareketsiz bir nesne gibi iter: “O yaşıyor, bir ruhu var; ve yine de –o bir şey.”
Ancak Weil’in de belirttiği gibi, galip gelen Akhilleus aynı zamanda gücün oyuncağıdır: “Güç, kurbanları için olduğu kadar ona sahip olan insan için de acımasızdır.” Weil’e göre Marx failde sadece kötülük, kurbanda ise sadece iyilik görüyordu; Weil ise bunun aksine herkesin kurban olduğu bir zulüm makinesi görüyordu. Gücün hüküm sürdüğü yerde hiç kimse yoktur.
Weil bazı yollarla bu görüşün doğasında var olan kötümserlikten kaçmaya çalışmış olsa da, daha sonraki dini düşüncesi bile tartışmalı bir şekilde insan düşmanıdır. Ona göre İsa nihai köleydi ve onun teslimiyetini hem bireysel hem de kolektif olarak örnek olarak görüyordu.
Bu, devrimi dışlıyor ya da en azından aynı baskı matrisinde başka bir jest olarak görüyordu. Weil, bunun yerine, devrilen sistemin güç ilişkilerini tekrarlamayacak başka varoluş biçimleri bulmak gerektiğini savunuyordu. Herhangi bir devrimden önce, öncelikle baskıdan tamamen arınmış bir toplumsal örgütlenmeye izin verecek nesnel koşulların ideal bir sınırla tanımlanması; daha sonra fiilen var olan koşulların bu ideale yaklaştırmak için hangi araçlarla ve ne ölçüde dönüştürülebileceğinin araştırılması; belirli nesnel koşullar bütünü için en az baskıcı toplumsal örgütlenme biçiminin ne olduğunun bulunması; son olarak, bu alanda bireylerin eylem gücü ve sorumluluklarının tanımlanması gerekiyordu.
Weil’e göre bu, işçinin işine tamamen bağlı olacağı, onu gönüllü ve insanlığının bir ifadesi haline getireceği bir sosyal sistem tasarlamak anlamına geliyordu. Ancak bu noktada Weil’in çözümü, başkalarında yakındığı idealizmin bazı izlerini taşımaktadır. Örneğin, post-kapitalist bir çalışma biçimine dair en kapsamlı araştırması olan Köklere İhtiyaç‘da Weil, Martin Heidegger’in savaş sonrası varoluşçu felsefesinin, benliğin ikamet duygusundan yabancılaşmasına odaklanan bakışını önceler.
Weil’e göre bu aynı zamanda siyasi bir sorundu. İşçiler faillik duygusundan koparılmıştı ve bunun geri alınması gerekiyordu. “Bir insan,” diye yazmıştı Weil, ”bir topluluğun yaşamına gerçek, aktif ve doğal katılımı sayesinde köklere sahiptir.” Bir topluluktaki bu köklülük duygusu, ıstırabın tam tersiydi. Ayrıca, çağdaş sosyalist düşüncede algıladığı daha belirsiz ve daha sınırlı tanımın aksine, “işçi”nin daha muğlak bir tanımını öneriyordu:
Gerçek özgürlük, arzu ve onun tatmini arasındaki bir ilişkiyle değil, düşünce ve eylem arasındaki bir ilişkiyle tanımlanır; mutlak özgür insan, her eylemi kendi belirlediği amaç ve bu amaca ulaşmak için uygun araçlar dizisine ilişkin bir önyargıdan hareket eden insan olacaktır.
Anti-Faşist Bir Şehit
Weil Köklere İhtiyaç‘ı yazdığında Londra’da yaşıyor ve Nazi karşıtı direnişe katılmak için Fransa’ya dönmeye çalışıyordu. 1936’da iç savaşta savaşmak için İspanya’ya gitmişti bile. Katılımı yararlı olmadı; yoldaşları zamanlarının çoğunu, içlerinden birini öldürmesin diye onu silahlardan uzak tutmaya çalışarak geçirdiler. Gerçekten de İspanya’da geçirdiği süre, bir tencerede bacağını yaktıktan sonra aniden sona erdi ve eve gönderildi.
Ancak bu deneyim Weil’in fedakârlık ruhunu gerçekçilikle yumuşatmadı. Londra’da, acı çekenlere yardım getirecekleri ve hoş bir şekilde ölecekleri düşüncesiyle Fransa’ya paraşütle hemşire indirme planını hazırladı. De Gaulle onu ve planını çılgınlık olarak nitelendirdi.
Weil paraşütle ya da başka bir şekilde Fransa’ya hiç dönmedi. İlk etapta zaten iyi olmayan sağlığı iyice bozulmaya başladı. Bu durum, yetersiz beslenmeye yol açan yiyeceklerle olan karmaşık ilişkisi nedeniyle daha da kötüleşti ve sonunda zayıf düşmüş bir halde Kent’teki bir sanatoryuma yatırıldı.
24 Ağustos 1943’te, otuz dört yaşındayken Simone Weil öldü. Bazılarına göre, cephedekilerle dayanışmak için kendini aç bırakmıştı. Diğerlerine göre –adli tabip de dahil olmak üzere– bu bir intihar biçimiydi ve bu karar onu Hristiyan cenaze töreninden mahrum bıraktı.
Weil’in yazılarıyla karşılaşmak asla kolay değildir. Fransız filozof Albert Camus onu, “hakikat deliliğinin” aşırı uçlara sürüklediği, büyük içgörüler ve büyük acılar üreten seküler bir aziz olarak görüyordu. Büyük bir kötümser olduğu doğru olsa da, o sadece etrafında gördüğü dünya hakkında kötümserdi. Gelecek dünya için Weil’in dayanışmaya dayalı bir iyimserlik ve özgürlük tutkusundan başka bir şeyi yoktu:
Bu deneyimden ne kazandım? Herhangi bir hakka sahip olmadığım hissi, ne olursa olsun, herhangi bir türden… Ahlaki açıdan kendi kendime yetebilme becerisi… özgürlüğün ya da dostluğun her anının sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi yoğun bir şekilde tadını çıkarmak. Yaşamla doğrudan temas.