Wendy Hollway: Bu özel bölümün teması Psikanaliz ve Feminizm: Dün ve Bugün. Kitaba daha önce birkaç vesile ile zaten dönüp tekrar baktınız, örneğin kitabın 2000 yılı baskısı için yazdığınız yeni önsözde. Bunu tazelemek adına, ‘sonradanlık’ (afterwardsness) fikri vasıtasıyla aklımıza gelen bağlantıları düşünebiliriz.
Başlangıç olarak, kitabın ana temalarına, örneğin, kadınları toplumsal cinsiyet konumlarına kilitleyen ve bunu özümseten şeye şimdi nasıl bakıyorsunuz sorusuyla başlamak istiyorum.
Julie Walsh: Bu konuya, kadınların ‘insan muhafazakarlığının bekçileri’ olarak görüldüğü ve ‘değişim dürtüsüne’ hep bir ‘olduğu yerde kalma dürtüsünün’ eşlik ettiği bağlamında değindiniz.
Wendy Hollway: Ya da gelişmenin bizi geriye çeken güçlerle karşılaştığı bir ‘anafor’, bir tür ‘dip akıntısı’ olarak.
Bağlamı İçinde Anafor ve Baskı
Juliet Mitchell: Anafor açısından önemli olan, kadınların bağlamının (içinde yaşadıkları koşulların) değişmiş olmasıdır. Psikanaliz ve feminizm bağlamında kadınlar hakkında düşünmeye altmışların sonlarında başladım; içinde kadın özgürleşmesi, radikal feminizm, marksist feminizm, liberal feminizm gibi pek çok eğilimler barındıran, sınırları belli bir politik harekete dönüşmekte olan bir mücadele içindeydik. Ve birbirlerine çoğu zaman sert bir biçimde karşı çıkan Maoistler gibi aşırılıkçı gruplar ve lezbiyen feministler gibi çıkar grupları vardı; ortak bir çerçeve içerisindeki bu karşıtlık, kadınlar üzerindeki baskıya karşı politik anlamda beraber çalışmanın yaratıcı azmiydi.
Kitap esasen hepimizin merkezinde yer aldığı politik bir harekete ithafen yazıldı; istisnalara rağmen hiç kimse marjinal değildi, çünkü hepimiz aynı hedefe odaklanmış bir politik hareketi inşa ediyorduk. Dolayısıyla (en katı ataerkil söylem olarak görülen) psikanalizin ve (ataerkilliğin en büyük analisti ve en güçlü muhalifi olan) feminizmin tuhaf bir biçimde rastlantısal olarak kesişmesi hem memnuniyetle hem nefretle karşılandı. Her iki tepki de aynı ölçüde önemliydi.
Feminizm şimdi ne kadar güçlü olsa da herkesi kapsayan dinamik bir politik hareket olarak güçlü değil. Günümüzde olağanüstü feminist cesaret, zekâ, gözüpeklik, küresel sorunların muhteşem analizlerinin sayısız örnekleri mevcut. Bir karşı çıkma döneminin ardından, her yerde hem bireysel hem toplumsal olarak yükselen bir feminizm anlayışı var. Bu bağlamda feminizm, eskisinden daha yaygın, daha küresel ve daha kapsayıcı, altmışların sonları ve yetmişlerde olduğundan daha farklı. Bu yüzden anafor, farklı bir bağlamın anaforu ve bu biraz farklı bir sorunsal. Bu sorun var olmaya devam ediyor; yok olmadı ama bağlam, sorunsalın anlamını etkiliyor.
Psikanaliz ve Feminizm yayımlandığında anafora değinmiş olmamın sebebi, kadın politik hareketinin yaygın iyimserliğiydi. Etkisi şimdi sınırlı görülse de o zaman oldukça güçlüydü. 1970 yılında Ruskin [Kolej’de düzenlenen Kadın Kurtuluş] Konferansını ele alalım örneğin, devasa bir iyimserlik hâkimdi, ilerlediğimiz duygusu; ne için mücadele ettiğimizi, neyi çözümlemek zorunda olduğumuzu biliyorduk sanki. Aynı zamanda da o iyimserlik, bir anlamda, bakmakta olduğumuz şeyin doğasında var olan bir güçlüğü ortadan kaldırıyordu; bizi, değişmediğimiz duygusuna sürükleyen bir şey olduğunu yadsımak istiyorduk.
Bana göre bu anafor hâlâ var. Kötü ya da uğursuz bir durum değil bu; daha çok Freud’un eserlerindeki ‘ölüm dürtüsü’ kavramına benzetebileceğimiz bir tür durağanlık. İlerlemeyi, ataerkil dünyaya kafa tutmayı ve onu değiştirmeyi çok ama çok istiyoruz, fakat kadının konumunda, birey ya da topluluk olarak her birimizin içinde bizi durmaksızın geri çeken bir şey var ve ne kadar ileriye gitsek de içerden bir şey bizi geri çekiyor. Bu, diğer politik hareketler için illaki çok da doğru olmayabilir ama kadın hareketi için son derece doğru. 1966’da yayınladığım ilk makalemin adı bu yüzden Kadınlar: En Uzun Devrim. Hâlâ böyle düşünüyorum, hâlâ aynı iyimserliğin içinde gömülü kötümserliği taşıyorum, Gramsci doğruculuğu; iradenin iyimserliğine eşlik eden aklın kötümserliği. Fakat sadece bu, ya da tam olarak bu da değil. Sanırım insan en kederli anında Simone de Beauvoir’nın ima ettiği gibi ‘kadın olmak’ baskı görmekten başka nedir ki diye sorar, ki bu soruya yanıt olarak kadınların yüceltilmesi, bu ikileme karşı durmak yerine onu doğrular, çünkü yüceltme ve aşağılama aynı madalyonun iki farklı yüzüdür sadece. Eğer sık sık öne sürüldüğü üzere dişillik, insan olmanın erkeklerin istemediği bir parçasıysa, o zaman hiçbir şeye sahip olmamaktansa, bunu bir şeye dönüştürmeye çalışmaktan başka ne yapılabilir ki? Kölelik sistemi içinde Tom Amcacılık gibi ya da daha da ötesi mi? En azılı feministin bile içinde gizlenen bir anti-feminist mi var? Bunun küçük bir örneği olarak yıllar önce yaşadığım beni çok etkileyen bir olaya değineyim, ki bunun benzerleri de yaşandı sonradan: Üniversitede bir sınavda feminizmin postmodernizme nasıl katkıda bulunduğuyla ilgili bir soru sormuştum. Bu soru hatalı bulundu; soruyu postmodernizmin feminizme nasıl katkıda bulunduğu şeklinde sormalıymışım. 2008’deki 1968 kutlamalarında da benzer bir şey oldu; 1968’in feminizme ne kattığı soruldu. Oysa feministler 68’e en çok emeği geçenlerdir; yani 68’e çok şey katmışlardır. Bu yüzden de post-politik hareket anaforunun bir yönü de belki ikinci dalga feminizmi ya da her türlü feminizmi pasif olarak okumaktır. Feminizm, etkilediğini değil etkilendiğini veri kabul eden bir nesne konumunda görülür, bir başka şeye etki eden özne konumundaki taraf olarak görülmez genellikle; hep pasifizdir; hep bize bir şeyler yapılır.
Wendy Hollway: Bu çok karakteristik, değil mi?
Juliet Mitchell: Evet. Dünün anaforunu bugünün bağlamı içinde düşünmek birçok yeni yol açıyor. Örneğin, birinci ve ikinci dalga feminizm kadınlar için oldukça çok şey başardı, fakat o hareketleri besleyen o malum enerji kendine sırt çevirdi ve değişimi yaratan elleri ısırdı. Birinci dalga feminizm ve oy hakkı mücadelesi ile yeni bir tür politika oluştu, fakat daha önce kalıpları yıkan kadınlar politik tutuculuğun muhafızları oldular; o kadar ki, erkek egemen devrimci gruplar, kadınların değişim için devrim sonrasına kadar beklemesi gerektiğini öne sürdüler. Ve kadınlar buna razı oldular, çünkü kanıtlar kadınların statükoyu koruyan bir güç olduklarına işaret ediyordu. İkinci dalga feminizm, kadınlığın gizem dolu dünyasının intihara meyilli uyuyan güzellerini uyandıran cinsel devrimle canlandı, fakat cinsel sömürünün kaynadığı bir kazana, iyi bir evlilik yapmış kadınlarla zalimce istismar edilenler arasında keskin bir şekilde bölünmüş bir dünyaya dönüşerek kendine sırt çevirdi. Söylediklerim kesinlikle muğlak ve izlenime dayalı, fazla basit. Fakat burada insanı tedirgin eden bir şey var. İşler ne kadar düzelirse o kadar kötüleşiyor sanki.
Wendy Hollway: Sizce Psikanaliz ve Feminizm bu yüzden mi bu kadar büyük, aynı zamanda tartışmalı bir müdahaleydi o zaman için? Çünkü iyimserliğinin içinde gömülü, zor, karmaşık bir şey vardı ve bu herkesin duymak istediği bir şey değildi belki de.
Juliet Mitchell: Amacım, Germaine Greer, Shulamite Firestone, Betty Friedan, Kate Millett, Eva Figes, Simone de Beauvoir’nın kitaplarındaki katı Freud karşıtı bölümleri eleştirmekti. Sol gelenekten geliyorum; bu gelenekte bağ kurduğun kişileri ciddiye alır, bu yüzden de tabii ki onlara karşı daha saldırgan olursun. Böylelikle meseleyi daha ileriye taşırsın. Wilhelm Reich ve R.D. Laing oldukça gündemdeydiler ama onları bir kenara itmek istiyordum âdeta! İkisi de psikanalizi politik amaçlar için kullanmıştı, ancak bunu yapış biçimleri feminizme hiçbir fayda sağlamıyordu. Çatıştığım feministleri bir kenara itmek istemiyordum; onlarla psikanalizin nasıl kullanılabileceği konusunda savaşmaya devam etmek istiyordum. Yani ortada apaçık bir muhalefet vardı; fakat bu, benim için tümüyle üretken bir muhalefetti.
Hiç şüphe yok ki psikanalizi çevreleyen bakış açılarında tamamen cinsiyetçi çok şey var, ama psikanaliz bizim için hayati bir meseleyi ele alıyor. Kadınların konumunu anlamak için psikanalizi kullanmamızın özünde son derece önemli bir şey var. Nasıl olmasın ki? Freud’a göre, psikanaliz bir kadının ne olduğunu söylemez; bunu yapamaz. Bunun yerine, kadının biseksüel eğilimli küçük bir çocuktan bir kadına nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışır. ‘Cinsel farklılığın’ inşası, psikanalizin merkezi görev alanıdır. Cinsel farklılığın inşası nasıl bu kadar derine yerleşir ki biz onu kimliğimiz olarak deneyimleriz? Hiç şüphesiz hâlâ da bunu kullanmak zorundayız.
Wendy Hollway: ‘Baskı’ (oppression) terimini kullanıyorsunuz, peki bu, Freud’un yeni feminizme çok şey sunduğuna dair görüşünüze nasıl uydu?
Juliet Mitchell: ‘Baskı’ terimi, farklı bir yaklaşımdan doğdu, önceki devrimci teori ve pratiklerin kapsamı dışında kalan devrimci görevin alanını belirlemek için kullanıldı.
Baskı, henüz tam olarak tanımlayamadığımız, geçici olarak önerdiğimiz bir kategoriydi. Kadınların konumu için bir unvan, bir şemsiye terimdi; analitik olarak anlaşılmış bir şey değildi, ancak betimleyici bir başlık olarak bir şeyi gösteriyordu. Fakat neyi? Hatırlayın, o dönemde Marx ve Engels’i eleştiriyorduk ve baskının belirgin bir biçimde sömürü olmadığını söylemeye çalışıyorduk. Burada sömürü, artık kârın gasp edilmesi olarak anlaşılır, ki bu kapitalizmi doğurur. Bizler, Marx ve Engels’in kadınların geçmişi, bugünü ve geleceği üzerine yaptıkları analize karşı duran Marksistlerdik.
Ortodoks Marksistler için, sosyalist devrimi -ve onun ötesinde komünist devrimi- gerçekleştirmeyi başardığınızda, baskın devrimci sınıf içindeki kadınlar tanımı gereği eşit olurlar, çünkü artık işçilerdir, kadın değil (erkek de değil). Hepimiz işçi olacağımız için toplumsal cinsiyet ayrımı geçersizdir ve bu da sömürünün sonudur. Çok çeşitli biçimleriyle feminist Marksizm, kadınlar hakkında daha fazlasını söylüyordu; olan bitenin sadece sömürü olmadığını, kapitalizmden önce de sonra da var olan başka bir şey olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla, sömürü politik bir ima taşıyan ekonomik bir kavram olduğu için, üzerinde çalışmak, analiz edip politik bir kategoriye dönüştürmek için kullanmak istediğimiz geçici bir terimdi baskı. Fakat sömürünün politik ve ekonomik anlamda son derece açık bir tanımı varken baskının böyle bir tanımı yoktu ve biz olmadığını biliyorduk. Baskı, tam netlik kazanmamış, hâlâ üzerinde çalışılan bir kavramdı. Dolayısıyla, Psikanaliz ve Feminizm kitabında kullandığım ve ele aldığım feminist Marksist çalışma buydu. Bugün olsa baskı terimini kullanmazdık, geçti gitti, vadesi doldu; politik bir hareketin bir parçasıydı eskiden. Bu, psikanalize ilk ilgi duymaya başladığım altmışlı yılların sonlarındaki politik ve entelektüel birikimimin bir boyutuydu. Dergimiz Shrew’da psikanaliz üzerine bir makale yazdım ve ardından bu makaleyi, büyüyen feminist hareket bağlamında, psikanalizin önemine dair bazı sonuç bölümlerini de içerecek şekilde Kadınlık Durumu’nda (1971) yeniden ele aldım.
Yani Psikanaliz ve Feminizm (1974), daha eski bir makalem olan Kadınlar: En Uzun Devrim (1966) içinde eksik olduğunu düşündüğüm şeyden doğdu. Eksik olan, kendimizi kadın ya da erkek olarak nasıl yaşadığımızdı. Daha önce varoluşçu anti-psikiyatriyle ilgilenmiştim ve bunu, baş karakterin çocukluktan yetişkinliğe gelişimi etrafında yapılandırılmış önde gelen birçok İngiliz romanını inceleyen bir çalışmada kullanmıştım; Laing’in çalışmalarını tanıttığımız New Left Review dergisinde çalışıyordum. Reich, Öğrenci Hareketinin özgürlükçü kanadı tarafından yeniden keşfediliyordu; benim için Reich, çocukluğumda anarşizmin bende yaptığı çağrışımlardan ibaretti. Freud, özellikle de Freud’un Lacan’ın bakış açısıyla okunması, başlangıçta Louis Althusser’in ele aldığı biçimiyle ideoloji meselesine duyulan Marksist ilgiden kaynaklanıyordu. Ben meseleye geri plandaki olumlu olumsuz tüm bu etkilerin kadının konumunun analizine ne katabilecekleri açısından yaklaşınca, bu etkiler çarpıcı bir biçimde yeniden odak oldu. Kadınlar psikanalize, psikanaliz kadına bakışı değiştirdi.
Freud’a Duyulan İhtiyaç
Julie Walsh: Kapsamlı bir sosyolojik altyapıya sahip biri olarak, Psikanaliz ve Feminizm ilk kez bana Freud’u adım adım anlatmıştı, ki bu, o dönemde benim için hayatiydi. Kitap, özellikle de psikanalizin kadınlığın özü hakkında boş bir anlatı olmadığı, daha çok sizin de işaret ettiğiniz gibi kadının nasıl var olduğunu anlamaya yönelik ısrarı ile özenli ve benim için son derece çarpıcı bir anlatıydı. Siz de Freud’un 1933’te kadınlık üzerine yaptığı konuşmanın özüne baştan sona çok yakın durdunuz.
Juliet Mitchell: Evet, kesinlikle öyle. Çünkü, bu konuşma hadım edilme hakkındaydı ve bu konu feminizm için en büyük tartışma ve itiraz noktasıydı: penis kıskançlığı ve hadım edilme kompleksi. Bu konu benim argümanımın da özünü oluşturuyor. Psikanalizi kendi içinde kamplaştıran 1933 tarihli bu konuşmayı kasten kullanıyorum.
Julie Walsh: O halde, Lacan’a yaklaşımınızın, sizi Freud’un hadım edilme kompleksi anlayışına yakın tutmanın bir yolu olduğunu söylemek doğru olur mu?
Juliet Mitchell: Hadım edilme kompleksi, Lacan için çok önemliydi; bunun Freud’da gelişmesi zaman almıştı. Freud, hadım edilme kompleksinin varlığını kabul etmeden önce Ödip kompleksini ortaya koydu; başlangıçta Ödip kompleksini sonlandıran bir yasanın (hadım etme yasasının) var olduğunu öngörmemişti. Önce, Ödip kompleksinin basitçe kendi kendine çözüldüğünü düşündü, ilerleyen yıllarda ise kompleksin yıkıldığını kabul etti ve nasıl yıkıldığını sorguladı. ‘Küçük Hans’ analizi çok önemliydi. Daha sonra, İngiltere gibi, amatör analizin, tıp eğitimine kabul edilmeyen kadınların analist olabilecekleri anlamına geldiği ülkelerde, yani çok sayıda kadın analistin bulunduğu ülkelerde, Freud’un teorisinde annenin yokluğu sorunu giderek önem kazandı. En yalın haliyle, kadın psikanalistler tarafından anneye daha fazla vurgu yapıldıkça Freud’un, hadım edilme kompleksinin ‘cinsel farklılığın’ inşasındaki önemi konusundaki tutumu daha çok dile getirilir oldu. Freud, hadım edilmenin yalnızca sütten kesilme sürecindeki olası bir başka kayıp olduğu görüşünü kabul edemiyordu.
Wendy Hollway: Hadım edilmeye bugün nasıl bakıyorsunuz?
Juliet Mitchell: O zaman baktığımdan daha farklı bakmıyorum. Değişen şu ki, artık toplumsal cinsiyet ile ‘cinsel farklılıktan’ ayrı olarak ilgileniyorum; tabii ki cinsel farklılık hâlâ orada duruyor!
Wendy Hollway: Hadım edilme kompleksinin, kadınların anne olmasıyla bir ilgisi var mı?
Juliet Mitchell: Hadım edilme tehdidinin çocuk için ta ki bir anda annesinin penisinin olmadığını fark edene kadar hiçbir anlam ifade etmediği gerçeğini mi söylüyorsunuz? Freud’dan bu yana psikanaliz, Lacan dışında, özellikle Birleşik Krallık’ta, baba yerine anneye odaklanan bir yola girdi, ve ben işte bu yüzden Lacan’ı kullandım; çünkü Psikanaliz ve Feminizm’deki yönelimim ‘Freud’a dönüş’ ve Babanın Yasası doğrultusundaydı.
Wendy Hollway: Nesne İlişkileri kuramında annenin önceliklendirilmesine neden temkinli yaklaşmak istediğinizi anlıyorum. Ancak ilerlediğiniz yolda bir yerde yine de bir şekilde anneye ihtiyacınız var, ve bu yüzden Lacan’a başvuruyorsunuz…
Juliet Mitchell: Hayır, Lacan’a anne için başvurmuyorum. Klinisyen olarak eğitimim ağırlıklı olarak, anneye vurgu yapan Nesne İlişkileri kuramı çerçevesinde gerçekleşti, ancak bu, Psikanaliz ve Feminizm’den sonraydı. O zamana kadar herkes Nesne İlişkileri kuramını ve anneyi kullanıyordu. Eğitim analistimin bana ‘Nancy Chodorow gibi olsana biraz’ dediğini hatırlıyorum!
Wendy Hollway: O halde diyebiliriz ki, Psikanaliz ve Feminizm’i yazarken Lacan’ı kullandınız, çünkü onun için anne, baba figüründen ayrı değildi ve bu, sizin güttüğünüz amaç açısından gerekliydi.
Juliet Mitchell: Kadınların ataerkillik tarafından baskı altında tutulduğunu savunuyorduk, o halde ataerkilliği ele alan bir teori kullanmak gerekir: Eğer konunuz ataerkillik ise, babayı incelersiniz. Konunuz Freud ise yine babaya odaklanırsınız; ama konu Klein ise odağınız baba değildir. Konu Winnicott ise yine babaya odaklanmazsınız; babalar devreye sadece kendilerinden geriye kalan tortu bağlamında girerler, bebeği kavrayan anneyi tutmak için kenarda dururlar, ya da bebeğin karman çorman zihnindeki birleşik anne/baba figürü olarak oradadırlar tabiri caizse. Babalar ailenin reisi olarak orada değildirler yani. Peki, bunun için kime başvurursunuz? Freud’un ataerkillik anlayışına geri dönen kişiye, yani Lacan’a. Günümüzde, annenin psikanaliz içinde çok öne çıktığı bu en parlak çağının yanı sıra ‘baba işlevine’ yönelik yeni bir ilgi de var.
Wendy Hollway: Fakat öyleyse feminizm Lacan’ı farklı bir yöne götürdü, sizin bir yerlerde söylediğiniz gibi, dil ve metin yönüne.
Juliet Mitchell: Lacan, Freud’un zamanında var olmayan dilbilim ve göstergebilim alanlarını yeniden okuyordu; Freud’a ‘dil gibi yapılanmış’ bilinçdışı fikrini ekliyordu. Freud’a geri dönüyordum ve bir anlamda Lacan’la Lacan olduğu için değil, Freud’a tekrar döndüğüm için ilgileniyordum.
Julie Walsh: Ancak diğer feminist psikanalistlerin görüşleriyle diyalogunuzun bir kısmı, onların bilinçdışını göz ardı etmesi eleştirisi üzerine olmadı mı?
Juliet Mitchell: Evet. Bilinçdışı ile bilinç öncesi süreçler arasında önemli bir fark var ve bazıları zaman zaman ikincisi üzerinde çalışırlar ama bilinçdışı üzerinde çalıştıklarını zannederler. Bilinçdışı, bilinç öncesi veya bilinçten farklı kurallarla çalışır. O zamandan beri feminist hareketin psikanalizi kullanımının gelişmesi, konuyu ele alış sıramdan memnun olmamı sağladı. Psikanaliz ve Feminizm’de, feminizmle, hatta psikanaliz ve feminizmle ilgili bir kitapta konunun kadınlarla -ya da dişillik/erillikle- başlamasını beklerdiniz, değil mi? Ancak kitap bilinçdışıyla başlıyor, ve ancak bundan sonra geçiyor cinsellik, çift cinsellik, erillik ve dişillik gibi konulara. Kitap, ‘en uzun devrimi’ anlayabilmek için bilinçdışı süreçleri anlamamız gerektiğini savunuyor. Psikanaliz ve Feminizm’in ilk bölümü, dişillik, erillik ve çiftcinselliği bilinçdışı ve cinsellik bağlamında ele alır. Freud’a dair Lacan’dan aldığım vurgu buydu. Örneğin, Lacan’ın après coup (Lacan, 1996) olarak öne çıkardığı ‘sonradanlık’/ ‘ertelenmiş eylem’ (afterwardsness) kavramı (bu terim Laplanche’a aittir), yani Almanca nachträglichkeit, psikanalizin ‘bilinçdışının bilimi’ olduğunun kabulüne dayanır. ‘Sonradanlık’ kavramına göre, ilk olay o kadar bilinçdışıdır ki psişik bir mevcudiyeti yoktur. Ancak sonradan gelen ikinci olayla birlikte varlık kazanır.
Julie Walsh: Yani, dediğimiz gibi, 1974 metninizde bilinçdışı, ilk temel yapıtaşınız. Dikkatimi çeken şey, bu önceliklendirmeyi klinik eğitiminizi tamamlamadan önce yapabilmiş olmanız. Buna da biraz değinebilir miyiz? Kitabınızın temel varsayımlarından biri, psikanalizin feminizme söyleyecek bir şeyleri olduğu, ama feminizmin klinik kimliğinizde ve özellikle de eğitiminizde nasıl yer bulduğunu merak ediyorum.
Juliet Mitchell: Önceleri kadın konusunu araştırırken Freud okumak için gittiğim İngiliz Müzesi Kütüphanesi’nden bilinçdışı üzerine yazarak çıktım. Evet, bilinçdışına yaptığım vurgu klinik eğitimimden önceye dayanıyor. Bunun nereden geldiğini bilmiyorum; edebiyat çalışmalarım ve öğretimimden mi, Sol kanat siyasi geçmişimden mi, roman üzerine yaptığım çalışmalardan mı, konunun kendi gerekliliklerinden mi –en uzun devrim…, bilinçdışı süreçlerin değişmesi çok zaman alıyor!
Julie Walsh: Kitabı yazarken deneyim değil masumiyet taşıdığınıza memnun olduğunuzu söylemiştiniz bir yerde ve çok hoşuma gitmişti.
Juliet Mitchell: Bu, özel ve sınırlı bir kullanımdı; Freud’un yazdıklarını su gibi biliyordum ama başka da pek bir şey bilmiyordum. Ayrıca, bunu, eğitimimden sonra yapamazdım çünkü bu yukarıdan aşağıya bakan bir perspektif. Klinisyen olmak, akademik çalışmanın yönünü tersine çevirmektir: bir klinisyen olarak, aslında nereye doğru gittiğinizi bilmeksizin aşağıdan yukarıya doğru çalışırsınız.
Julie Walsh: Klinik deneyim, teorik görüş kapasitesini nasıl değiştiriyor acaba? Klinik eğitimin hangi yönü kitabınızın cesaretini sekteye uğratırdı?
Juliet Mitchell: Freud bize ataerkinin analizini düşünmeye başlamamız için gereken araçları sunuyor. Kitaptaki cesaret, istekli feministlerin psikanalizi tamamen dışlamaması gerektiğine dair acil bir ihtiyaçtan doğdu. Lütfen diyordum sadece, lütfen, bunu ciddiye almalıyız. Fakat Freud oraya nasıl geldi? Düşündüm ki ‘ormanı gördüm ve şimdi ağaçları görmem gerek’. İşte buydu düşünsel ihtiyaç, ağaçları görmeye yönelik bariz ihtiyaç. Klinisyenlik yapacağımı düşünmedim; ağaçları göreceğimi ve sonra da muhtemelen akademik çalışmaya geri döneceğimi düşündüm; döndüm de, ama 25 yıl sonra! Anna Freud, psikanalist olmak için mezun olduktan sonra on yıl geçmesi gerektiğini söylemiş; bence de bu hemen hemen doğru. Hemen hemen doğru, çünkü yaptığınız iş konumunuzu tamamen değiştiriyor, ve …
Wendy Hollway: Ve sizi değiştiriyor, her şeyi değiştiriyor değil mi?
Juliet Mitchell: Kendi bireysel analiziniz, ki bu her psikoanalitik eğitimin merkezi noktasıdır, sizi değiştirir. Diğer kişiler illaki bu değişimi fark etmeyebilirler, ama siz edersiniz. Analist olmak, yapıcı bir süreçtir; öğrenmek kadar unutmayı da kapsar. Feminist olmak ve psikanalist olmakla ilgili bir soru sormuştunuz. Feminist psikanalist ya da Marksist psikanalist diye bir şey olabileceğini hiç düşünmedim bu yüzden. Psikanaliz bir siyasi görüş değildir; insan aynı zamanda ikisi de ya da başka birçok şey olabilir.
Politik olanı Kişiselleştirme; Kişisel olanı Politikleştirme
Julie Walsh: 1974 metninizin derin bir kolektif dönemden doğduğundan bahsettiniz ve şimdi size bunu sormak istiyorum. Kolektiflerin artık var olmadığını söyleyerek fazla karamsar görünmek istemem, ama değiştiler, değil mi? Belki de özellikle toplumsal cinsiyet politikaları açısından?
Juliet Mitchell: Buna katılabilir miyim bilmiyorum. Evet, kolektifler değişmiş olabilir ama kesinlikle gerilemediler, değil mi? Eğer Malala Yousafza’nın muhteşem örneğini kendisinin hep önerdiği şekilde ele alırsak, o devasa bir kolektifin parçasıdır –Kabil’deki tıklım tıklım dolu okullarda okuyan o son derece cesur kızları bir düşünün. Eğer Batı’dan bakarsak, feminizm küreselleşmenin etkisi altında bireyselleşmeyi korumakla daha fazla ilgileniyor. Akademik metinlerde bir şeyi ‘ilk’ fark eden olma, benzersiz olma ihtiyacının ne kadar yaygın olduğuna şaşırıyorum; bu bir alışkanlığa dönüştü âdeta. Ayrıca ortalıkta bir yaşamöyküsü fışkırması da var, ancak biz yaşça büyük feministler arasındaki otobiyografik temalara olan bu eğilim, pekâlâ feminizmden çok yaşla ilgili olabilir. Yine de bu durum, ‘politik olanı kişiselleştirme’ temasını ortaya çıkarıyor. İkinci dalga feminizmin ‘kişisel olan politiktir’ anlayışının bu şekilde ele alındığını görmek başlangıçta beni hayrete düşürdü; psikanalizin bundan ne ölçüde sorumlu tutulabileceğini merak ettim.
‘Kişisel olan politiktir’ ikinci dalga feminizmin günümüzde hâlâ varlığını sürdüren bir mantrasıydı. Bunun, kadınların kadınlıklarına zorla hapsedildiği kişisel alanı politikleştirmeye çalıştığımız anlamına geldiğini -tersini değil- varsaydım hep. Geçenlerde heykeltraş Louis Bourgeois üzerinde çalışırken, onun sanat yoluyla kişisel olanı politikleştirmek için psikanalizle olan derin ve uzun ilişkisini nasıl kullandığını göstermeye çalıştım. Bourgeois, de Beavoir’ın İkinci Cinsiyet eseri ile ikinci dalga feminizm arasındaki o ara dönemde çalışırken, kendi en derin ve karanlık ruhsal acılarını ve problemlerini kendisi ile Dora vakası arasında genel bir benzerlik (rezonans) yakalamak için kullanmıştı; alaycı bir şekilde ‘Dora’ hikâyesini, kendi çapkın, gaddar ve ataerkil babasına duyduğu saplantılı aşkını ve yakıcı öfkesini patlatmak için ‘yontmuştu’. Biseksüelliği bağlamında kendi histerisini keşfetmiş ve histerinin yalnızca kadınlar için bir patoloji olduğunu, çünkü bunun ilgi isteyen, her şeye kadir erkeğin tanımsal konumu olduğunu bulmuştu: histeri, insana özgü bir olasılık olarak paylaşıldığında lirik ve yaratıcı olabilirdi –fakat cinsiyetlendirildiğinde, ‘erkek histerisi’ benliğe uyumlu bir hal alıyordu. Hakkında yazılar yazdığım sanatçı Louise Bourgeois’da bir temel motif şuydu: Kendi bireyselliğinde insanlığa dair genellenebilecek olan şey neydi (Mitchell, 2014)?
Jacqueline Rose’un (2014) dokuz olağanüstü kadının kişisel yaşamlarını incelediği çalışması, feminizmin açık hedefi olduğunu kavramış olduğum görevin bu ters yüz edilmiş haline ilk kez dikkatimi çekti. Women in Dark Times adlı eserinde Rose, ‘politik olanı kişiselleştirmeyi’ feminizmin görevi olarak açıkça savunuyor. İlk tepkim, ikinci dalga feminizmin ‘kişisel olanı politikleştirme’ anlayışının hâkim olduğu ‘o zaman’ dan, günümüz feminizminin ‘politik olanı kişiselleştirme’ anlayışının hüküm sürdüğü ‘şimdi’ ye kadar, kadınların maddi konumunda ne gibi bir değişiklik meydana geldiğini anlamaya çalışmak oldu.
Bugün bizleri etkileyen teknoloji devriminin sonuçları, bu soruya basit bir yanıt bulamayacağımız kadar büyük. Bu yüzden düşündüm ki bunun en iyi yolu, nasıl kullanıldığına dair bir örnek bulup, bir kavramın ters yüz edilmesine neyin sebep olmuş olabileceğini bu örnekten çıkarmak belki de. Buna bir örnek olarak akla, feminizmin en muhteşem metinlerinden biri olan ve Rose’un çalışmalarında da belirgin şekilde yer alan Virginia Woolf’un Üç Gine’si (1938) geliyor.
Üç Gine 1938 yılında yayınlandı. Woolf’un planı, kendisi için başlıca endişe kaynağı olan konularla ilgili mali destek talep eden üç başvuruyu şahsen yanıtlamaktır. İlk talep, çıkması muhtemel savaşı önlemeye çalışan bir beyefendiden, ikinci talep, kadınların eğitimine yönelik bir okulun desteklenmesini isteyen bir başkasından ve üçüncü talep ise kadınların mesleklere girmesini sağlamaya çalışan birinden gelir. Muhtemelen Woolf’un yaklaşan intiharı ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle, en çok hatırlanan ilk taleptir. Bu ilk talebi ben de çok iyi hatırlıyorum. Muhtemelen bu talebin kökeninde, Rose’un güncel çalışmalarının odağındaki feminizm ve şiddet ana teması var ve bu aynı zamanda bugün Orta Doğu’da ve başka yerlerde sürüp giden korkunç savaşlar bağlamında da önemli. Rose’un psikanaliz konusundaki bilgisi onun tüm eserine nüfuz etmiştir. Virginia ve Leonard Woolf, Freud’un eserlerinin İngilizcede yayımlanmasında öncülük etmişlerdir. Woolf, biraz şüpheci yaklaşmakla beraber, psikanaliz alanının varlığından kesinlikle bihaber değildir. Burada benim için, İkinci Dünya Savaşında çocukluk deneyimime, 1963’te Kürtlere ateş açılmasına ve kendi eğitim analizimin ilk seansında ‘serbest çağrışım’ sırasında Virginia Woolf’un zihnimdeki varlığına ilişkin kişisel biyografik bir bağlantı da var, ki bu, geçmişe doğru bakınca her zaman önemli bir psişik işarettir. Bir yanımla, savaşın içinden nasıl olup da sağ çıkılabileceğini anlayamıyorum, farkındayım. Bunu buraya alıyorum, çünkü psikanaliz ‘politik olanı kişiselleştirmeyi’ açık seçik kolaylaştırıyor. Öte yandan, neden Woolf’u bir yere Bourgeois’yı başka bir yere koyuyorum? Bourgeois kişisel olanı politikleştirirken, Woolf politik olanı neden ve nasıl kişiselleştiriyor?
Şimdi geriye dönüp, Psikanaliz ve Feminizm‘in yayımlanmasına, Kadınlık Durumu kitabının Freud ile Lacan’ı tanıtan son bölümüne ve 1960’ların sonlarından bugüne yaptığım konuşmalara bakınca, psikanalize yönelik muhalefetin büyük ölçüde bu kişiselleştirme meselesi etrafında döndüğünü düşünüyorum. İngiltere’de psikoterapiye yönelik popüler eleştiri, psikoterapinin kendinden pek hoşnut oluşuydu. Bu eleştiri, daha gelişmiş haliyle politik Sol’da yankısını buldu, ki Marksist feminizm, siyasi Sol’un bu (eleştirel) düşünce şeklini ikinci dalgayı yaratmak için kullandı. Şimdi düşününce, beni, ‘kişisel olan politiktir’ ifadesinin, kişisel olanı politikleştirmemiz gerektiği anlamına geldiğini varsaymaya iten şey bu olmuş olabilir; kesinlikle tersi değil. Sanırım çoğumuz için böyleydi; Mary Kelly’nin (1983) Post-Partum Document eserini düşünün.
Psikanalizi kullanmamızın amacı, o dönemde yaygın olan ‘içe dönük’ (navel-gazing) olma suçlamalarını bertaraf etmekti ve şimdi bu konudan doğan iki farklı temaya geliyorum: cinsiyet ve şiddet. Woolf, benim reddetmiş olduğum açıyı örneklendiriyor. Ancak bunu, burada ele aldığımız soruya cevap verir bir şekilde yapıyor. Bourgeois, son derece şahsi olan kendi deneyiminden ortak, genellenebilir tasarılar yaratmak ve bu yolla kişisel olanı politikleştirmek için uğraşırken, Woolf, kadınların genellenebilir deneyimi noktasından konuşuyor ve bunu kişiselleştiriyor -kendi görüşünü katıyor- yani ters istikamet. Ve bu da kesinlikle Woolf’un kadınlara ve erkeklere farklı nitelikler yüklediği anlamına geliyor, ki bunu ‘politik olanı kişiselleştirmenin’ tehlikesi olarak görüyorum.
Politik olanı kişiselleştirme sorunu açısından, Woolf’un stratejisi ile ilgili ilginç olan şey, şu klasik genellemeyi kurmuyor oluşu: Erkekliğin tanımı gereği erkekler şiddet eğilimli iken kadınlar (anneler?) değildir. Savı için kurguladığı erkek muhatap, tıpkı kendisi gibi barış yanlısıdır; ikisinin de hedefi barıştır. Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyetin basit bir karşıtlık yaratan psikolojik inşasında bile içsel olarak var olan hiçbir şey yoktur. Ancak, Woolf’un bir kadın olarak çok özel deneyimi, elinde harcayacak gineleri olan ayrıcalıklı üst orta sınıf kimliği, aynı kişisel geçmişe ve hedeflere sahip olsa bile bir erkeğinkinden farklıdır (ve ataerkillik altında her zaman farklı olacaktır). Nitekim, Woolf, bu gerçeği, arka planını erkek kardeşlerinin Cambridge Üniversitesi deneyimlerinin oluşturduğu Kendine Ait Bir Oda’da (1929) bulacaktır. Bir kişinin kadın ya da erkek olarak içinde bulunduğu koşullar, hedefler görünüşte aynı olsa bile farklı olacaktır. Woolf bunu gösterebilmek için, kendi bireyselliğini kullanmalı, yani politik olanı kişiselleştirmelidir. Erkeklerin, onlara ait olan kamusal alandaki deneyimleri ile kadınların özel alandaki deneyimleri karşılaştırılabilir derecede korkunçtur ve her ikisi de aynı amaca -hem militarizme hem de savaş karşıtlığına- çıkabilir, ancak bu deneyimler tamamen birbirinden farklıdır. Aralarında herhangi bir uzlaşma olamaz. Kadınların ve erkeklerin deneyimlerinin, ortak, paylaşılan bir amaç bağlamında bile mutlak uzlaşmazlığının bir portresini sunarken aynı zamanda da Woolf, savaşın ve savaşı dayatan faşizmin ataerkillikle derinden bağlantılı olduğunu öne sürer.
Peki, bu politik olanın kişiselleştirilmesi meselesini neden sadece kabul edilebilir değil, aynı zamanda önemli buluyorum? Yanıt, bana göre, şiddetin merkeziliği meselesi ile başlayabilir, ancak burada bitmez. Hem radikal feminizmin hem de muhafazakâr feminizmlerin aşırı uçları, kadın ve erkeklerin doğaları gereği farklı oldukları savını siyasallaştırdı ve bu görüş, şiddeti yeniden düşünürken, hep geri planda örtük olarak bulunuyordu. Oysa bu mesele şimdi benim için çok önemli hale geldi ve Psikanaliz ve Feminizm‘in son bölümlerinde ise ‘yokluğuyla mevcuttu’. En son tamamladığım çalışmada neyin eksik olduğunu düşünüyorsam onun üzerinden ilerliyor gibiyim. Psikanaliz ve Feminizm‘den sonra yöneldiğim erkek histerisi konusu da Psikanaliz ve Feminizm‘in ‘cinsel farklılık’ın cinsel belirleyicilerine odaklanması nedeniyle büyük ölçüde göz ardı edilmiş olan şiddet ve ‘ölüm içgüdüsü’nü ele almayı amaçlıyordu.
Wendy Hollway: Baskı kavramı ile ilgili o zamanlar yapmış olduğunuz bir yoruma değinmek istiyorum. Kadının konumunu okumak için toplumsal yapıları içselleştiren kadın fikrini kullanıyorsunuz, öyleyse baskı, sadece kadınları çevreleyen güncel toplumsal gerçekleri ifade edemez. İçselleştirme, ki psikanalizin vazgeçilmez olduğu bir konudur, bütün savınızın bir parçasıydı: feminizmi, kadınlar üzerindeki baskıyı, sadece kadınları çevreleyen toplumsal koşullara bakarak okumaktan uzaklaştırmak. Bu ‘içselleştirilmiş şey’ durmadan geri dönüyor; bu yüzden bu bilinçdışı süreçlerin nahoş doğasına değiniyorum, ki bunu anlamak için tarihi ve kültürel bir çerçeveye de ihtiyaç var. Bana göre kitabın yazılma gerekçelerinden biri, oldukça iç karartıcı olabilecek bir sonucun içerisinden, politik anlamda faydalı bir şeyler çıkarmaktı. Kitabın sonlarına doğru akrabalık teorisi ve akrabalık yapısına, ve radikal antropoloji dediğiniz şeye değiniyorsunuz ve kadınların takas sisteminin nesnesi oldukları sürece, kadın özgürlüğünün sağlanamayacağını söylüyorsunuz.
Juliet Mitchell: Kitabın son bölümünü bu görüşmeden önce yeniden okudum ve şaşakaldım. Sanırım özellikle son iki bölüm, benim de neredeyse hiç anlayamadığım bir şeyin göstergesi. Sonuç bölümü, 1990’ların sonlarından beri kardeşler (siblings) üzerine çalışırken geliştirdiğim fikirleri öngörüyor. Wendy, bu beni ‘sonradanlık’ hakkındaki ilk önerine ve ancak bir sonraki sefere kadar ertelenerek deneyimlenebilecek özgün bir deneyim hakkında söylemek istediklerime geri götürüyor. ‘Sonradanlık’ ile ‘Psikanaliz ve Feminizm daha sonra neye yol açtı?’ anlamında rastgele bir soru mu sordun yoksa nachträglichkeit’in günümüz çevirilerinden biri olan ‘ertelenmiş eylem’ anlamında mı, ya da her ikisini de belki? ‘Nachträglichkeit’, bir şeyin oluş anında hiçbir önem taşımadığını, hiçbir anlama gelmediğini, hiç olmamış gibi olduğunu gösterir; önemi, olmuş olan şey bir anlam ifade edebileceği bir zamanda tekrar vuku bulunca, sonradan anlaşılır. Bunun tipik bir örneği, bebekliğin tamamen bilinçdışı olan cinselliğinin, ergenliğin bilinçli cinselliği yoluyla kavranmasıdır. Bu görüş yaygınlaştı ve bugün psikanalitik düşünce için temel teşkil ediyor. Kitabın bu son bölümleri benim için, psikanalizde sözü edilen ilk olay gibi, ilk önce tam olarak anlamını bulmamıştı; ancak daha sonra, erkek histerisinde belirgin olan yerinden edilmiş travma meselesini anlamaya çalışırken tıkandığımda bu bölümler anlam kazandı ve bu mesele Psikanaliz ve Feminizm’den sonra yazmayı sürekli ertelediğim kitabımın konusudur.
Histeri
Julie Walsh: Psikanaliz ve Feminizm’in başarısının ardından, yayıncılarınız sizden bir sonraki kitabınızın konusunu seçmenizi istediler (Mitchell, 2000). Histeri dediniz. Buraya nasıl vardınız?
Juliet Mitchell: Aslında, ‘erkek histerisi’. Bunun pek çok nedeni var; histeri analizlerinde eksik olan ‘ölüm içgüdüsü’ kavramı, Psikanaliz ve Feminizm’de eksik olan ‘ölüm içgüdüsü’ ile örtüştü. Fakat hep toplumsal cinsiyet sorunu ile karşı karşıyayız. Breuer ve Freud’un (1893) Histeri Üzerine Çalışmalar adlı eseri kadınlar hakkında olduğu için, kadın histeriklerin, psikanalizin temel keşfi oldukları varsayılır. Fakat, tabii ki psikanaliz teorisi dahilinde hiçbir patoloji cinsiyetlendirilemez. Patoloji ve ‘normallik’ bir süreklilik arz eder; patoloji bu yüzden, kadın ya da erkek değil, insan olmak zorundadır; şizofreninin cinsiyeti yoktur, takıntılılığın, paranoyanın cinsiyeti yoktur, histerinin neden olsun? Cinsiyet farklılıkları her patolojide görülür ve belli patolojiler ağırlıklı olarak bazı cinsiyetlerde ortaya çıkabilir ama hiçbir patoloji sadece bir cinsiyete ait olamaz. Buna rağmen histerinin kadın hastalığı olduğu beyan edildi. Bu yüzden Freud, Charcot’nun erkek histerisinin var olduğuna ilişkin son derece tartışmalı tezini destekleyerek, kadın histerisini değil, erkek histerisini psikanalizin kurucu hastalığı haline getirdi. Erkek histerisi evrensel bir insanlık durumu çünkü. Louise Bourgeois’nın histeri tanımı, bu gözlemi desteklemenin farklı bir yolunu önerir. Herkes kendi bedeninden androjen olarak bahsediyor, ki ben bunun yerine ‘biseksüel’ derdim, çünkü aynı zamanda hem eril hem dişil olan bir şeyi ifade ediyor. Biseksüel özneler bedenlerimiz. Erkek histerisi ele alındığında, genellikle şu sorulur: Neden gözden kayboluyor? Neden hep bu soruyu soruyoruz? Neden histerinin kayboluşunu sorguluyoruz? Gerçekten yok oldu mu? Benim cevabım hayır olurdu, ancak bir şey bize onun yok olduğunu düşündürüyor.
Julie Walsh: Kaybolmadı mı?
Juliet Mitchell: Hep ordaydı ve hep orada olacak; insan olmanın bir parçası, depresyon gibi sanırım.
Julie Walsh: Fakat bugün histeri farklı bir kılığa mı sokuluyor ya da histeriye farklı bir dil mi iliştiriliyor?
Juliet Mitchell: ‘Konversiyon histerisi’nden artık pek bahsedilmiyor, yani bir metaforun beden tarafından kelimenin tam anlamıyla gerçekleştirilmesi -örneğin bir şeyin yutulamayacak kadar zor olması nedeniyle sürekli boğulma hissi yaşamak gibi- ancak konversiyon histerisi hâlâ varlığını sürdürüyor. Charcot’nun histeri fotoğrafları hep kadınlara aittir, dolayısıyla histerinin temsili kadın üzerinden yapılır. Charcot sadece kadınları temsil ediyor ve teorileri ile fotoğrafları cinselliği vurguluyor olsa da Charcot erkek histerisinin cinsellikten çok şiddetten kaynaklandığını, sokak kavgaları, tren kazası veya benzeri olaylar tarafından tetiklendiğini düşünüyordu. Freud, güçlü muhalefete rağmen, Charcot’nun erkek histerisinin var olduğu konusundaki inancına sağlam bir şekilde sahip çıktı. Bununla beraber, Freud için, her türlü histeri cinsellikle ilgiliydi, dolayısıyla şiddetin tetiklenmesinin ardında da cinsel bir etiyoloji vardı. Birinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde, travmatik nevroz ve histeri-benzeri semptomların ayırt edilmesi sorunu söz konusuydu. İlki şiddet içeren travmatik bir geçmişe sahipken, ikincisi cinsel bir geçmişe dayanıyordu. Buna itiraz etmesem de, cinselliğin yanı sıra histerideki şiddet de yeterince kavranmamış gibi geldi bana.
Psikanaliz, hastaların anlattığı cinsel istismar hikâyelerinin aslında yasak cinsel arzunun ifadeleri olduğu fikriyle ortaya çıktı; yine burada, bazı (belki de birçok) kişinin kendilerine özgü deneyimleri herkesin deneyimi haline getirildi. Eleştirmenler, Freud’da travma teorisinin ‘sözde terk edilişi’ konusunda, bunun olumlu mu olumsuz mu olduğu hakkında kararsız kaldılar. Bence travma vardır; histerikler, travmayı sürekli yeniden icat ederler ve travmaya yanlış isimler verirler, çünkü kendilerini neden yok olma tehlikesi altında hissettiklerini bilmezler. Orada şiddet içeren bir şey var. Yeni çalışmamda bu sorun, ‘kardeş travması’ ve ‘Annenin Yasası’ başlıkları altında ele alınıyor.
Wendy Hollway: Ve bu zaten Psikanaliz ve Feminizm’in son bölümlerinde var, değil mi?
Ataerkilliği Yatay (Lateral) İlişkiler Üzerinden Düşünmek
Juliet Mitchell: Psikanaliz ve Feminizm’in son bölümleri, Freud’un Totem ve Tabu (1913) eseri üzerinden ataerkilliği anlamaya çalışıyor. Totem ve Tabu’dan seçtiğim bölümlerin dikkatli bir okuması, olağanüstü bir şeyi ortaya koyuyor. Freud’un, analitik tedavi gören bireyler üzerindeki gözlemlerinden yarattığı bir mit, kendi okumaları ve yakın arkadaşları ile meslektaşlarının okumalarıyla bağlantılı olarak şöyle ilerliyor: İlksel baba (Ur father) tüm kadınlar üzerinde hakka sahip olan tek erkekti. Kardeşler sonunda bir araya gelip İlksel babayı öldürdüler ve bu yüzden sonsuza dek suçluluk duydular. Ancak çok geçmeden, içlerinden birinin babanın yolundan giderek tüm kadınlara sahip olmaya çalışacağını fark ettiler. Bunu önlemek için aralarında bir anlaşma yaptılar ve kendi ailelerinden kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyi yasakladılar. Bu, başka erkeklerin ailelerindeki kadınlarla cinsel ilişkiye girebilecekleri (zorunda oldukları) anlamına geliyordu. Dolayısıyla ensest tabusu, evliliğin başlangıç noktasıydı.
Tabulaştırılmış kadınlar, Freud için bütün kadınlar anlamına geliyordu; anneler ve kız kardeşler. Bununla beraber, bir başka açıdan, onay verilen evlilik açısından bakarsanız, tehlikede olan açıkça anne değil kız kardeştir. Mümkün olmakla beraber, hiçbir toplum, bir başka erkeğin annesiyle evlenmeyi yasaklamaz. Mantıken ensest yasağının iki aşaması olmalı: ilki, İlksel babanın bütün oğullarına cinsel ilişkiyi yasaklaması, ikincisi, erkek kardeşlerin kendi kız kardeşleriyle cinsel ilişkiyi yasaklaması.
İlksel babayı öldürdükten sonra kardeşler onu yerler, bu da her birinin teker teker onun ataerkil gücünün bir parçasıyla özdeşleşerek kendilerine kattıkları anlamına gelir. Freud, mitolojisini antropolojik bilgisine dayandırarak şöyle yazar: “Belki de insanlığın en eski festivali olan totem yemeği, böylelikle bu unutulmaz ve suç teşkil eden fiilin bir tekrarı ve anılması olacaktı, ki bu birçok şeyin başlangıcıydı –toplumsal örgütlenmenin, ahlaki kısıtlamaların ve dinin.” (Totem ve Tabu, s. 142, vurgu bana ait). Bu, birinci aşama. Her bir oğul, en güçlü anlamında özdeşleşme yoluyla bir mini-ataerki (aile reisi) olmuş haliyle, tabii ki, İlksel baba gibi, bütün kadınları kendisine isteyecek. İkinci aşama, şunu yasaklamak için kendi aralarında yaptıkları bir anlaşmadır:
Yeni örgütlenme, herkesin herkese karşı giriştiği bir mücadelede çökerdi, çünkü hiçbiri, babalarının rolünü başarıyla üstlenebilecek kadar üstün bir güce sahip değildi. Bu yüzden, kardeşler -belki de ancak birçok tehlikeli kriz atlatıldıktan sonra- bir arada yaşayacaklarsa hepsinin aynı şekilde arzuladıkları ve babalarını öldürmelerinin başlıca sebebi olan kadından vazgeçmek zorunda kaldıkları ensesti yasaklayan kanunu uygulamaktan başka seçenekleri yoktu. Bu şekilde kendilerini güçlü kılan örgütlenmeyi kurtardılar. (s.144)
İlksel baba, yatay (lateral) partneri ile dünyaya erkek (ve kız) çocuklar getirebilir ama erkek kardeşlerinin ilk evliliklerinden çocukları doğana kadar torun sahibi olamaz. Bu aşamanın ilk evresinde, erkek kardeş, kendisine kayınbirader olacak birine kız kardeşini eş olarak vermek zorundadır. Evlendiklerinde çocuk sahibi olabilirler ve geleceğin dikey (vertical) babaları (İlksel baba ile özdeşleşmeleriyle başta edindikleri roller) olarak erkek kardeşlerin her biri, kızları üzerindeki haklarını damatları olacak birine devredebilir. Yani yatay olarak evlenecek ve dikey olarak hak devredecektir.
Grup psikanalizi, kardeşler ve kayınbiraderlerin bu ilk aşamasını ele alsa da Freud’un başlattığı teorinin bir boyutu olarak hâlâ eksik olduğunu düşünüyorum. Hem ilk aşama -kız kardeşler üzerindeki hakların devredilmesi- hem de yeni Patriyark’ın kızları vermesi, biyolojik aileyi aşındırma ve insan toplumuna dönüştürme yollarıdır; ilki erkek-egemen kardeşler düzenini güçlendirirken, ikincisi erkek kardeşler içindeki yeni Patriyark’ı tanır. Bu ikisinin karıştırılması, 1920’lerde Ernest Jones ile Bronisław Malinowski arasında, Trobriand adalılarının antropolojisi ve psişeleri üzerine yaşanan tartışmalara yol açtı. Karmaşık toplumlarda, tıpkı bireyin psişesinde olduğu gibi, her iki boyut da ön plana çıkar. Bu görüş, Psikanaliz ve Feminizm kitabının sonuç bölümünde yer alıyor ama ayrıntılarıyla açıklanmamış, geçerliliği kabul görmemiş halde. Yaklaşık son on beş yıldır üzerinde çalıştığım konu budur.
Wendy Hollway: Kardeşlere yaptığınız vurgu, ‘toplumsal cinsiyet’ (gender) terimi hakkında bir soru getiriyor aklıma. Kuramınızda bu, ‘cinsel farklılık’ (sexual difference) teriminden farklı mı?
Juliet Mitchell: Evet, ‘toplumsal cinsiyet’in ‘cinsel farklılık’tan farklı olduğunu düşünüyorum (Mitchell, 2007). ‘Toplumsal cinsiyet’i yatay ilişkiler (lateral relations) için, ‘cinsel farklılığı’ ise dikey ilişkiler (vertical relations) için kullanıyorum. Dikey ilişkiler, ebeveynlerle özdeşleşmeyi içerir ve üreme yoluyla soyun devamına götürür; bunlar ya/ya da pozisyonlarıdır; bir kadın, anne ya da bir erkek, baba olabilirsiniz, ancak toplumsal cinsiyette olduğu gibi bu ayrımın ötesine geçemezsiniz. Toplumsal cinsiyet ise, bir anlamda, hem/hem de konumundadır. Psikanalitik bir çerçevede, cinsel farklılığın hadım edilme kompleksi sonrası ‘kazanıldığını’ söyleyebilirim. Bu, Freud’un, daha önce değindiğimiz, kadınlık üzerine yazdığı ünlü makalesinin (1933) konusudur; oysa toplumsal cinsiyet, biseksüel çocukların kız ve erkek olarak ayrışmasıyla daha erken bir aşamada ortaya çıkar.
Wendy Hollway: Bu, toplumsal cinsiyetin cinsel dürtüden görece bağımsız olduğu anlamına mı geliyor?
Juliet Mitchell: Bunu böyle mi ifade ederdim emin değilim. Toplumsal cinsiyet kesinlikle cinselliği içerir, ancak cinsellikten daha kapsayıcı olabilir. Öte yandan, cinsel farklılık, doğrudan cinsellik ve üremeyle ilgilidir. Daha önce söylediğim gibi, Psikanaliz ve Feminizm, Robert Stroller’ın sanırım 1968’de yazdığı Sex and Gender, ve (sonradan birlikte çalıştığım) Ann Oakly’nin 1972’de yazdığı Sex, Gender and Society kitaplarından etkilenmiş olmasına rağmen, ‘toplumsal cinsiyet’e tam olarak değinmez. O zaman, cinsiyeti biyolojik olarak, toplumsal cinsiyeti ise toplumsal olarak kazandığımız fikrine dayalı ‘toplumsal cinsiyet’ teriminin kullanılmasına karşıydım. Biraz kabaca söylüyorum ama böyleydi yani.
Wendy Hollway: Evet, bu yüzden ‘toplumsal cinsiyet’ sonunda her şeyi kapsayan bir terim haline geldi. Feministler biyolojiyi katı göründüğü için dışladılar. ‘Toplumsal cinsiyet’ teriminin bu şekilde kullanılması, her şeyin sadece toplumsallaşmadan ibaret olduğunu düşündürdü.
Juliet Mitchell: Aynı fikirde olmadığım için, günün birinde Joan Scott’un (1986) ‘Gender: A Useful Category of Historical Analysis’ makalesinde ‘toplumsal cinsiyet’i farklı bir şekilde duyana kadar ‘toplumsal cinsiyet’ terimini hiç kullanmadım. O zaman fark ettim ki aslında ‘kadınlar’ bir analiz kategorisi olamaz; kadınlar bir analiz nesnesi olabilir, kadınları inceleyebilir ve kadınlar üzerine düşünebiliriz, ancak ‘kadınlar’ı analitik bir kategori olarak kullanamayız.
Wendy Hollway: Toplumsal cinsiyet ve kardeşlik ilişkileri, sonraki araştırmanızda aynı temanın ayrılmaz bir parçası haline geliyor.
Juliet Mitchell: Başladığımız yere geri dönelim Wendy, yani ertelenmiş eylem, (nachträglichkeit) kavramının daha derin anlamına. Kardeşlerin yokluğu, Psikanaliz ve Feminizm’de oradaydı ama henüz bu yokluğun bir anlamı yoktu, ta ki ben kardeşlerin varlığını, histeriklerin travmalarındaki somut varlığını, kişisel olarak yeniden keşfedene dek. Başkaları, kardeşleri başka yollardan buldular. Benim için, kardeşler, kitabın son bölümlerindeki feminizm ve psikanalizin birleşiminde saklı. O zamanlar bunun farkında değildim, ancak geriye dönüp baktığımda, bir sonraki projemin neden erkek histerisinin ayrıcalıklı statüsü olduğunu ve bu bağlamda kardeşlerin, kardeşlerin akran vârislerinin, dostun düşmanın sonunda neden kendilerini duyurmaya çalıştıklarını görebiliyorum (Mitchell, 2003). Şu anki çalışmam, psikanalitik teoride eksik görülebilecek bir boyutu, erkek kardeş-kız kardeş boyutunu doldurmak için Shakespeare’e başvuruyor.
Psikanaliz ve Feminizm, dikey düzleme, cinsel farklılığa, cinsellik ve geleceğin anne-babasının üremesine odaklanırken, güncel çalışmam, -yatay (lateral) cinsellik ve toplumsal cinsiyet ayrımının yanı sıra- şiddet ve ölüm dürtüsünü, kız ve erkek kardeşleri, enişteler ve baldızları ele alıyor.1Yazarın bu çalışması Siblings: Sex and Violence (2003) adıyla basılmış olup Kardeşler Cinsellik ve Şiddet (2012) olarak Türkçeye çevrilmiştir. -çn. Bu konuda bile, Psikanaliz ve Feminizm’de geleceğin yankıları vardı; bunun için, örneğin şöyle yazmıştım: “Oidipus hikâyesi, Freud’a göre, gücünü nasıl insan zihnindeki temel ve evrensel motiflere seslenişinden alıyorsa, büyük intikam hikâyeleri (örneğin belli başlı Elizabeth dönemi oyunlarında olduğu gibi), ve aynı şekilde insanlaşma sürecinin doğasında olan rekabet, şiddet ve kıskançlık üzerine yazılan oyunlar da öyledir” (s. 367). Ve ‘varlığında önce kendi öznelliğini ilk kez inşa etmek zorunda olduğu ötekinin yok edilmesi’ sorununu ifade ederken (s. 389), kardeş travmasına giriş yapıyordum ama bu konu yeterince geliştirilmemişti.
Sonradanlık üzerine Sonradan Düşünme
Kişisel olan ve politik olan üzerine düşünürken, Üç Gine ile ilgili bir şey daha dikkatimi çekti, ki bu beni Psikanaliz ve Feminizm’i ‘Sonradanlık’ üzerinden düşündüğümüz açılış önermesine geri götürüyor. Bu terim, siz söylediğinizden beri beynimin arkalarında bir yerde alçak sesle yankılanıp duruyor. Konuya iki yönden yaklaşmam gerekecek. Woolf, Üç Gine’ye, birleştirilmiş, birbirini dönüşümlü olarak takip eden bir roman ve makale –The Pargiters– olarak başladı. Bu şekliyle yürümeyince eseri, makaleye ve son derece başarılı romanı Seneler’e (1937) böldü. Psikanaliz ve Feminizm’i yazarken, Wollf’un roman-makalesini bilip bilmediğimden emin değilim, hatırlamıyorum. Gelgelelim, Psikanaliz ve Feminizm de böyle bir karışım olarak başlamıştı; entelektüel analizle, Strachey’nin Freud’una ilk kez baktığımda zihnimde yoğun biçimde beliren sayısız kişisel anı ve düşüncenin tümünden yaratılmış kurmaca bir temayı dönüşümlü olarak kullanacaktım. ‘Politik olanı kişiselleştirmeye’ çalıştığımın farkında değildim. Kitap, hayatımda ilk kez bir doğuma -yakın bir arkadaşımın kızının doğumuna- tanıklık edişime ilişkin bir anlatıyla başlamıştı. Hayli yetersiz olan otobiyografik kısa romanım neyse ki gün ışığına çıkmadı; kitap yayımlandıktan sonra başladığım klinik analiz sürecine kadar bir çekmecede bekledi. Bu çalışma iki doğrultuda ilerliyor. İlki, daha çok Woolf üzerinden. Woolf’un Seneler adlı romanı (İkinci Dünya Savaşı’nda askerlerin okuması için önerilmişti), kardeşlik ilişkilerinin bir portresini sunması açısından var olan en iyi roman, bana göre. Yeni çalışmam, feminizmin kız kardeşlik anlayışını ele alışımızda ya da daha açık bir biçimde, psikanaliz kuramlarında ele alınmayan bir şeyden doğdu: kardeşler. İkinci doğrultu ise, şu anki çalışmam açısından en faydalı olduğunu düşündüğüm, Freud’un Musa ve Tektanrıcılık (1939) eserini bir roman olarak, The Man Moses, planlamış olmasıyla ilgili. Burada, Woolf ile Freud arasındaki bağlantı psikanaliz ve edebiyat arasındaki ilişkiyi sorgulamaktır; nasıl her ikisine de ihtiyaç duyabileceğimizi ama aralarındaki yakın ilişkiye rağmen birbirleriyle belki de kaynaşmıyor oluşlarını. ‘Sonradanlık’ ve Psikanaliz ve Feminizm’in bugüne nasıl geldiği hakkındaki sorunun yanıtına gelince, politik olanı kişiselleştirme meselesinin yumuşak bir geçişle psikanaliz ile edebiyat arasındaki ilişkiye bağlandığını fark ediyorum. Uzun zaman önce aldığım lisans eğitimim İngiliz edebiyatı üzerineydi, mesleğe ilk başladığımda da İngiliz edebiyatı dersleri veriyordum; dolayısıyla edebiyatın psikanalizle ilişkisi sorusu geçmişe dayanıyor ve hem şu anki ‘Shakespeare, kardeşler ve psikanaliz’ temalı çalışmam için beslediğim tutkunun hem de bu çalışmanın zorluklarının temelini oluşturuyor.2Teşekkür: Bu röportaj, Açık Üniversite, Yurttaşlık, Kimlikler ve Yönetim Merkezi (CCIG) Psikososyal Araştırma Programı fonu araçlığıyla gerçekleştirilmiştir. Röportajdan alınan düzenlenmiş bölümleri de içeren ses kaydı CCIG internet sitesinde mevcuttur: http://www.open.ac.uk/ccig/.