Kork(ma) La, Biziz, Halk

Sol Popülizm ve Mart Direnişi

19 Mart direnişi, Gezi’den sonra bir kez daha bir ‘halk’ın performatif oluşumunun nüve halindeki ifadesidir. Direnişin, birleşik bir halk cephesi olarak örgütlenemiyor oluşu en kritik sorundur.
Okuma listesi
Editör:

“Haysiyetli popülizm”i savunan Süreyya Tamer Kozaklı için…

Siyasi tarihimize şimdiden 19 Mart ve/veya Saraçhane direnişi olarak geçmiş olan 2025 bahar direnişinde, meydanlarda gençlerin taşıdığı çok çeşitlilik arz eden pankartlar arasında hemen dikkatimi çekenlerden biri “Korkma la, biziz, halk” ifadesiydi, ki bunun daha az kullanılan bir çeşitlemesi olarak “Kork la, biziz, halk” da gözümden kaçmadı.  Bunu ilk kim, nerede kullandı, nasıl yayıldı bilmiyorum ama bir direnişin kendi hakkındaki bilincinin bu düzeyde net bir ifadesine pek nadiren rastlandığı için ilginç buluyorum. Biraz spekülasyon yaparak pankarttaki ifadenin kaynağı olarak şunu ileri sürebilirim: İfade, eğer ABD Anayasası’nın girişinden doğrudan ilham alınarak tekrarlanmış değilse, çok muhtemelen Judith Butler’ın Biziz, Halk: Toplanma Özgürlüğü Üzerine Düşünceler (2015) kitabından alınmıştır. Butler bu kitabında, “ABD’nin Britanya’dan resmi kopuşunu başlatan bu sözün aslında nadiren konuşulduğunu ya da yazıldığını, ama performatif gücünün başka araçlarla nakledildiğini” söyler.1Judith Butler, Biziz Halk: Toplanma Özgürlüğü Üzerine Düşünceler, çev. F. B. Aydar, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2018, s. 141. Kitap boyunca, 2010 Tahrir Meydanı’ndan itibaren beliren meydan hareketlerini odağına alarak, bu tür protesto toplanmalarında “halk”ın kendini nasıl performatif olarak kurduğunu göstermeye çalışır. “Bir birlik olarak halkı adlandıran ve biçimlendiren her zaman dil değilse, belki de başka bedensel kaynaklarla (sessizlikle, ortaklaşa hareketle, hareketsiz durmakla ve İşgal Et hareketlerine damga vuran bedenlerin kamusal uzamında gece gündüz inatla toplaşmayı sürdürmeleriyle) birlikte gerçekleşiyordur?”2Butler, Biziz Halk, s. 141. Demek ki “biziz, halk” ifadesinin Butler’ın kitabının kapağına taşınmasının gerisinde, son dönem meydan hareketlerinde halkın “arz-ı endam” etmesi vardır, ki 19 Mart direnişi de, kategorik olarak bu tür “halk” hareketlerinin bir türü ve yerel olarak da 2010-2013 döneminin ürünü olan Gezi direnişinin mirasçısı olarak görülebilir.

Bana göre, 19 Mart direnişi, Gezi’den sonra bir kez daha bir halk’ın performatif oluşumunun nüve halindeki ifadesini temsil etmiştir. Butler’ın dediği gibi, bu tür “kamusal toplanma biçimleri, halk egemenliğinin rüşeymi ve geçici versiyonları olarak görülebilir”. Protestonun konusu ne oldursa olsun, onu aşan bir şekilde halkı performatif olarak kuran temel şey, “bir araya gelebilme, toplanabilme ve bunun polis şiddeti ya da siyasi yasaklama konusu olmadan yapabilme talebidir.”3Butler, Biziz Halk, s. 20-21. İnsanlar, onları her yönden prekarya haline getiren ve herkesi “kendi bacağından asılan koyunlara” dönüştüren bir iktidar rejimine karşı meydanlarda birlik ve dayanışma halinde, kaderi birbirinin elinde olan, birbirlerine özen ve sorumluluk gösteren bedenler olarak bir araya gelirler. 19 Mart direnişinde de görüldüğü üzere, insanlara en çok coşku veren ve favori sloganlarla en çok kutsanan duygu tam olarak budur. Halk, esasen meydanlarda toplanarak bizzat kendi kuruluşunu, çokluğunu, görünürlüğü, yani direniş yoluyla “arzı endam” edişini kutlamaktadır. İlk günlerde sıkça duyulan “Çözüm sokakta sandıkta değil” sloganının anlamı böyle yorumlanabilir. Benzer şekilde, hep bir ağızdan atılan ve direnişin ruhunu en çok ele veren sloganların (“Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Faşizme karşı karşı omuz omuza”, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Birleşe birleşe kazanacağız”, “İsyan devrim özgürlük”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” gibi) bir araya gelme ve bir arada durma keyfini ifade edenler olması da şaşırtıcı değildir.

Yazıya Butler ile başladım çünkü onun, toplanma yoluyla halk’ın performatif arzı endam edişine dair analizi dikkati bedenlere ve duygulanımlara çekiyor ve 19 Mart gibi kendiliğinden patlak veren direnişlerin karakterini, o birkaç günde olan bitenin şeyin, olay’ın mucizesini, yarattığı büyülenmeyi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Belki de tam olarak buraya odaklanmak en kritik olan şeydir, çünkü 19 Mart’ın bir öncesi ve sonrası olsa da Saraçhane buluşmalarının sürdüğü o bir haftalık süreç, özellikle de 19 günü ve gecesi yaşananlar yıldızın parladığı an olarak daima özel bir anlamla yüklenmiş olarak kalacaktır.

Ancak elbette ki durum bundan ibaret değil, çünkü 19 Mart direnişi bir şekilde sürüyor ve şimdilerde, 19 Mart’ın üzerinden henüz iki ay geçmişken, herkesin sorduğu soru, bundan sonra ne olacak sorusu. Hepimiz, süreci izliyor, bir yerinden bir şekilde parçası olmaya devam ediyor ve “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganındaki iradenin gerçek olmasını diliyoruz. Çok bilinmeyenli bir denklemin aktörlerinden birisi olarak hem umutlu hem de kaygılı düşüncelerle yolumuzu aydınlatmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, sadece halk’ın nüve halinde arz-ı endam edişi ve kendini kutlayışı değil, bu iradeyi belirli talepler etrafında örgütleyecek ve uzun döneme yayacak tam bir halk gücüne ulaşıp ulaşmayacağımız sorusu en hayati soru olarak önümüzde beliriyor. Bu yüzden ben de buradan itibaren Butlercı analizi bir kenara bırakıp -bu konuda daha çok şey söylenebilecek olsa da- halk’ın inşası üzerine daha bütünsel ve ayrıntılı düşünmemizi sağlayacak olan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un analizlerine odaklanacağım.

Laclau ve Mouffe’un Sol Popülizm Kavrayışı

Bilmeyenler için baştan söyleyelim: Laclau ve Mouffe ikilisi, birlikte yazdıkları 1985 tarihli Hegemonya ve Sosyalist Strateji’den4Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. A. Kardam, İstanbul: İletişim, 2008. itibaren günümüze gelene kadar, sol-sosyalist bağlamda halk ve halkçılığı (popülizm) kuramlaştıran ve doğrudan savunan en etkili ve neredeyse tek isimler oldular. Onların kuramsal-politik duruşları, post-Marksizm, hegemonik siyaset, agonistik siyaset ve en çok da radikal demokrasi gibi kavramlarla nitelenmiş olsa da bunların tümünün gerisindeki temel mantığın sol popülist mantık olduğu söylenebilir. Sol popülizm kavrayışı tüm eserlerine damga vurmuş olmakla birlikte, Laclau’nun Popülist Akıl (2005) ve Mouffe’un Sol Popülizm (2018) eserlerinde en açık biçimde ifade bulmuştur.5Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. N. B. Çelik, Ankara: Epos, 2007; Chantal Mouffe, Sol Popülizm, çev. A. Yanık, İstanbul: İletişim, 2019.

Benim de kuramsal-politik formasyonumu oluşturan ve uzun yıllardır izlediğim bu kuramsal hattı burada tüm boyutlarıyla ve derinliğiyle, yani hak ettiği şekilde aktarmak mümkün değil, bu yazının amacı da bu değil. Bu yazıyı daha ziyade, 19 Mart sürecini değerlendirmek üzere, başlangıç düzeyinde birtakım tespitler yaparak kolektif bir tartışmayı başlatmak niyetiyle kaleme alıyorum, bir de “popülizm” isminden hala çekinenlerin konuya ısınması umuduyla. Popülizm meselesinin soldaki negatif alımlanışının, sadece isimden çekinmekle ya da kuramı “bilmemekle” ya da “yanlış anlamakla” ilgili olmadığı açıktır -Laclau ve Mouffe’un kuramı sıklıkla yanlış anlaşılmış olmakla birlikte- daha ziyade burada açık ve yarı-uzlaşır ya da uzlaşmaz siyasi tarz farkları söz konusudur. Bu yazının, bu kişileri ikna etmeye çalışmasa da bu farklı tarzlar arasında bir diyaloğu teşvik edebileceğini de umuyorum.

Şimdi, temel fikir ve önermeler konusunda kısa bir özet -bazıları için bir hatırlatma- gerekli sanırım. Öncelikle Laclau’nun Popülist Akıl kitabında popülizmin nasıl ele alındığına bakalım. Popülizm, bazen bir stratejik akıl biçimi, bazen bir kimlik biçimi, bazen de “bizatihi politik olanın ontolojik inşasının anlaşılmasına giden başat yol” olarak anılır.6Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 85 Açık olan şudur ki “Halk bir ideolojik ifade değil, grubun birliğini inşa etmenin bir yoludur.”7Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 91 Popülizme dair hepsi aynı kapıya çıksa da vurgu farkları taşıyan bu tanımlar arasında benim öne çıkarmak istediğim şu: “…popülist akıl bütün olarak politik akıl ile eş anlamlıdır. Politikanın sonunu müjdeleyen iki rasyonellik biçimiyle bir kırılma oluşturur. Toplumun kendi kendisiyle tamamen uzlaşmasına neden olarak politik uğrağı gereksiz kılan toplu bir devrimci olay ya da politikayı idareye indirgeyen aşamalı bir pratik.”8Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 245

Laclau, popülizm için üç yapısal boyut sayar: 1. Talepler çoğulluğunun bir eşdeğerlik zincirinde birleşmeleri. 2. Toplumu iki kampa bölen iç sınırın inşası. 3. Eşdeğerlik zincirinin basit biçimde eşdeğerlik halkalarının toplamından niteliksel olarak daha fazla bir şey olan popüler kimliğin inşası aracılığıyla pekiştirilmesi.9Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 95 Bu ifadelerde öne çıkan üç kavram var: içsel (antagonist) sınır, eşdeğerlik zinciri ve popüler kimlik. Sırasıyla ele alalım: İçsel sınır demek, halk’ı oluşturacak şekilde toplumun iki uzlaşmaz kampa bölünmesi, “halk” ile halka düşman olan şey -her neyse o- arasında antagonist-çatışmacı bir sınır çekilmesidir. Yani, her popülist mantık, halk ile düşmanını -kurulu düzeni temsil eden yönetici azınlık, bir oligarşi, egemenler, elitler gibi şeyler- karşı karşıya getiren bir söylemdir. Ancak, bu sınır doğal ve kendiliğinden bir şey olmayıp sınırın çekilebilmesini sağlayan temel bir koşula bağlıdır, ki bu da farklı demokratik taleplerin bir eşdeğerlik mantığı uyarınca birbirlerine eklemlenmeleridir. Laclau, toplumsal olanın inşası için iki farklı yol olarak “fark mantığı” ile “eşdeğerlik mantığını” karşılaştırır.10Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 96-98 Fark mantığında, farklı demokratik talepler, kendi tikelliklerini iddia ederek mevcut kurulu sistem tarafından doyurulmayı talep eder ve bu nedenle yalıtılmış kalırlar. Eşdeğerlik mantığında ise tikellerin bir araya gelmesiyle antagonist bir sınırın çizilmesi söz konusudur. Böylece bütün tikelliklerin eşdeğer olarak ortaklıkları vurgulanarak, tikellikten kısmi olarak feragat edilir. “Doyurulmamış taleplerin birikimi ve onları farklılık biçiminde her biri diğerinden soyutlanmış olarak özümseme konusunda mevcut sistemin artan yetersizliğinin” söz konusu olduğu durumlarda talepler arasında bir eşdeğerlik ilişkisi kurulur, yani her biri, kurulu düzen tarafından dışlanmış olmak bakımından eşdeğerdir, aynı konumdadır. “Popülizmin ortaya çıkışının ön koşullarından biri eşdeğerlik mantığının fark mantığının aleyhine genişlemesidir.”11Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 96 Laclau şöyle yazar: “Eşdeğerliliğe dayanan eklemlenmeleri dolayısıyla daha geniş bir toplumsal öznellik oluşturan popüler talepler adını vereceğimiz talep çoğulluğu henüz başlangıç düzeyinde ‘halk’ı potansiyel bir tarihi aktör olarak oluşturmaya başlar. Burada embriyo halinde popülist bir konfigürasyonla karşı karşıyayız.”12Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 92

Ancak halkın embriyo halinden çıkıp tam bir varlık kazanması için üçüncü bir koşul daha vardır: “Politik hareketlilik daha üst bir düzeye ulaşmadan ortaya çıkmayan bu üçüncü koşul, eşdeğerlilikleri o noktaya varıncaya kadar belirsiz bir dayanışmadan öteye geçmemiş olan çeşitli taleplerin, istikrarlı bir anlamlandırma sistemi ile bütünleşmesidir”.13Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 92 Kısaca bu “popüler kimliğin” inşasıdır. Popüler kimliğin inşası Laclau’nun üzerinde en fazla durduğu oldukça karmaşık bir meseledir. Kuramsal yaklaşımının merkezinde duran kategoriler olan söylem, boş gösterenler ve hegemonya ve retorik kavramları popüler kimlik inşasını analiz etmek için kullanılır. Kuramın derinliklerine girmeden şunları aktarmak yeterli: Popüler kimlik, eşdeğerlik halkalarının toplamından niteliksel olarak fazla bir şeydir ki demokratik taleplerin muğlak bir dayanışma duygusunun ötesine geçebilmeleri için bu gereklidir. “Popüler kimlik, demokratik talepleri değil, “eşdeğerlik bağının kendisini temsil eden belli bir söylemsel özdeşlik içinde billurlaşma gerektirir ki bu billurlaşma anı popülizmin halkını inşa eden şeydir.”14Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 110 Burada demokratik talep çoğulluğu içerisinden bir talep öne çıkar ve bu fark tikel bir fark olmayı kesmeksizin, fakat onun ötesine geçerek, eklemleyici ve hegemonik bir işlev üstlenir. Bütün kısmi taleplerin kendi içinde bütünleştiği boş bir gösteren haline gelir. Bu bütünü temsil eden parça gibidir; “onun gövdesi hâlâ olduğu tekillik ile taşıyıcısı olduğu daha evrensel bir anlamlandırma arasında ikiye bölünür”. Laclau hegemonyayı tam olarak böyle tanımlar: yani “bir tekillik tarafından evrenselliğin üstlenilmesi işlemi” olarak.15Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 110 Ona göre demokratik talepler çokluğundan popüler bir kimlik inşa etmeyen hiçbir hegemonya yoktur. Burada “kendisini bütünle özdeşleştiren bir parça” söz konusudur, ki bu da pozitif bir sembolik ifade gerektirir.16Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 100 Böylece demokratik talepler olarak adlandırdığımız şeyden popüler taleplere geçiş gerçekleşir. Başka bir ifadeyle hegemonik mantık, ancak “plebler kendisini ideal tümlük olarak anlaşılan populus ile özdeşleştirdiği” zaman işler. Laclau, boş gösteren hakkında da şunları yazıyor:17Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 118

Popüler bir kimliğin boş bir gösteren gibi işlev görmesinin temel nedeni de heterojen olan toplumsal talepleri kavrayabilmek için kendini tekil içeriklerden sıyırmak zorunda olmasıdır… Popüler bir kampa birlik veya tutarlılık veren gösterenlerin boş niteliği, herhangi bir ideolojik ya da politik gelişmemişliğin neticesi değildir. Basitçe, herhangi bir popülist birleşmenin radikal biçimde heterojen olan toplumsal bir zeminde yer alması gerçeğinin ifadesidir… Popüler özne konumu basitçe kendi dışında ve kendinden önce inşa edilen bir talepler birliğini ifade etmez ama bu birliğin kurulmasında belirleyici andır.

İşte Laclau temelde bunları söylüyor bize. Sanırım bu kadar kavram yeter, bu yazıyı daha fazla kavrama boğmak istemiyorum, çünkü özellikle konuya ısınmaya çalışanlar için itici olabileceğinin farkındayım. Dahası, bu kavramsal setin geri planında işleyen felsefi ve tarihsel-siyasi tartışmaları bilmeden, meselenin pek de iyi anlaşılamayacağını düşünüyorum. Felsefi arka plana burada fazlaca girmeden sadece şunu söylemeliyim ki Laclau-Mouffe’ın konumu büyük ölçüde post-yapısalcı özcülük karşıtı eleştiriden, dil ve söylem kuramından ve Lacancı psikanalizden beslenmiştir.18Kuramın felsefi temeli, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin özellikle 3. Bölümünde tartışılmıştır. Ayrıca, bkz. J. Butler, E. Laclau, S. Zizek, Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik, çev. A. Fethi, İstanbul: Hil, 2005. Ancak onları özgün kılan, bu felsefi-kuramsal yaklaşımı, Gramci’nin yeniden okumasıyla birleştiren ve doğrudan “sosyalist strateji” sorununa bağlayan politik bir duruşla buluşturmuş olmalarıdır, ki bu itibarla türünün tek örneği sayılabilir. Kuramın, tarihsel-siyasi arka planı ise doğrudan bu yazıdaki meselelerle ilgili olduğu için daha ayrıntılı ele alınmayı hak ediyor. Mouffe’nin Sol Popülizm kitabında net biçimde ifade edildiği şekliyle söz konusu politik bağlamı netleştirelim. Bu aynı zamanda, Türkiye’nin de içinde olduğu küresel bağlamı da aydınlatacak.

C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi yazarken, asıl amaçlarının Margaret Thatcher’ın “otoriter popülist” hegemonyasının başarısı karşısında, İşçi Partisi’ne yeni bir sosyalist strateji önermek olduğunu söylüyor: “Bizim amacımız demokrasinin radikalleşmesi üzerinden yeniden tanımlanan bir sosyalist proje etrafında inşa edilecek yeni bir tarihsel blok kurmaktı. Krize yalnızca demokrasinin eşitlik ve özgürlük ilkelerinin daha geniş bir dizi toplumsal ilişkiye doğru yayılmasını hedefleyen hegemonik bir projenin ilerici bir yanı verebileceğine inanıyorduk.”19Mouffe, Sol Popülizm, s. 40 Ancak ne yazık ki başta İşçi Partisi olmak üzere, Batı Avrupa’da sosyalist ya da sosyal demokrat partiler onların beklediği gibi bir dönüşüm geçirmemiş tam tersine sonraki dönemde neoliberal hegemonya bu partileri de içine alacak şekilde güçlenmiştir. Mouffe, neoliberalizmin 1980 sonrası inşa edilen ve uzun süren hegemonyasının nihayet 2008 krizi sonrası dönemde krize girdiğini belirtiyor ve güncel konjonktürü, mevcut hegemonyanın hem sağdan hem de soldan gelen düzen karşıtı hareketler tarafından sorgulandığı bir “popülist moment” olarak tanımlayarak sol popülizm çağrısı yapıyor. “Halk ve oligarşi arasında inşa edilecek politik sınırın söylemsel stratejisi olarak anlaşılabilecek sol popülizmin mevcut konjonktürde demokrasiyi iyileştirmek ve derinleştirmek için gereken bir politika olduğunu” savunuyor.20Mouffe, Sol Popülizm, s. 18 Mouffe’a göre bugünkü neoliberal hegemonya krizine yol açan şey, 1980 sonrası döneme hâkim olan “post-demokrasi” ya da “post-politik” durumun yarattığı hoşnutsuzlukların giderek belirginleşmesidir. “Post-demokrasi” ile kastedilen şey, demokratik idealin iki temel direği olan eşitlik ve halk egemenliği ilkelerinin neoliberalizm tarafından aşındırıldığı bir durumdur.21Mouffe, Sol Popülizm, s. 28 Post-politika ise, “merkez sağ ve sol partilerin “merkezdeki konsensus” çerçevesinde birbirine yaklaştığı, “neoliberal küreselleşmeden başka yol yok” doğmasına karşı çıkan herkesin aşırılık yanlısı ya da popülist olarak teşhir edildiği” bir duruma işaret eder.22Mouffe, Sol Popülizm, s. 29 Böylece halk egemenliği modası geçmiş bir şey olarak ilan edilmiş ve Batı Avrupa toplumları gitgide daha oligarşik hale gelmiştir. “İşte popülist momentin anlaşılabileceği bağlam, eşitlik ve halk egemenliği gibi en temel demokratik ilkelerin erozyona uğradığı post-demokratik bağlam budur.”23Mouffe, Sol Popülizm, s.30

Mouffe “post-demokratik” konsensüse ilk karşı çıkışların 1990’lı yıllarda aşırı sağcı partilerden geldiğine, 2011 senesi civarında ise sol hareketlerin güçlendiğine dikkat çekiyor ve şu hareketleri sıralıyor: Yunanistan’da Öfkeliler, İspanya’da İndignados, Amerika’da Occupy, Fransa’da Boyun Eğmeyen Fransa hareketleri; Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Almanya’da ve Portekiz’de Sol Blok, İngiltere’de Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi gibi partiler. Mouffe, kitabını bu türden sol popülist hareket ve partilerle bir diyalog olarak tasarlamış ve öyle görünüyor ki bunlardan bazılarının liderleri ile doğrudan kişisel temas içinde bulunmuş.24Kitabın teşekkür kısmında adı anılan isimler arasında Podemos’un lideri İnigo Errejon ve Boyun Eğmeyen Fransa’nın lideri Melenchon bulunuyor. Mouffe, sol popülizmi bir yandan “neoliberal politikaların uygulanmasında önemli bir rol oynayan, popülist momentin doğasını kavrayamayan ve bu momentin temsil ettiği meydan okumayla yüzleşmeyi beceremeyen sosyal demokrat partilere” karşı, öte yandan “kopuş arayışında olan devrimci siyaset” yaklaşımlarına karşı savunuyor. “Cici Demokratlar”a karşı eleştirisi, onların “aşırılık yanlılarını demokratik tartışmanın dışında bırakmak amacıyla ahlaki sınırlar tesis ederek irrasyonel tutkuların yükselişini durdurabileceklerine” inanmalarıdır: “İkili konsensüsün düşmanlarını şeytanlaştırmaya dönük bu tür bir strateji ahlaki olarak rahatlatıcı olsa da politik anlamda güçten düşürür.”25Mouffe, Sol Popülizm, s. 33 Öte yandan, “kopuş siyaseti”ni savunanlar ile (Leninistlerin yanı sıra anarşist ve ayaklanmacılar) devletin ve liberal demokratik kurumların rolü ve önemi konusunda ihtilaf içindedir. Devletin ve liberal demokrat kurumların toptan reddedilmesini isteyenlere karşı kendi yaklaşımını “radikal reformcu” olarak tanımlar.26Mouffe, Sol Popülizm, s. 57

Peki Mouffe için sol popülizm güncel olarak ne anlam ifade ediyor? Hangi talepler neye karşı birbirlerine eklemlenmeye çağrılıyor? Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’yi yazdıkları sırada sol siyasetin meselesinin, “yeni toplumsal hareketlerin taleplerini eklemleme ihtiyacı olduğunu, ancak sonraki süreçte bu taleplerin tanındığını ve önemli ilerlemeler kaydedildiğini, şimdilerde ise tam ters bir durum doğduğunu ve artık ihmal edilenin işçi sınıfının talepleri olduğunu” tespit ediyor.27Mouffe, Sol Popülizm, s. 69 O dönemle günümüz arasındaki diğer temel fark olarak da neoliberalizmin nüfusun önemli bir kesimini etkileyen pek çok yeni antagonizmanın kaynağı haline gelmesi olduğunu yazıyor ve David Harvey’i izleyerek buna “mülksüzleştirme yoluyla birikim” diyor. Buna göre neoliberal devirde çatışma alanları önemli ölçüde genişlemiştir ve bu durum demokratik talepleri kolektif bir iradede eklemleme işini karmaşık hale getirir.28Mouffe, Sol Popülizm, s. 70 “Sol popülist stratejinin zorlu görevi toplumsal sorunun önemine yeniden ağırlık vermekten ve işçiler olarak tanımlanan grubun gittikçe parçalanmasını ve farklılaşmasını ama aynı zamanda çeşitli demokratik taleplerin özgürlüğünü hesaba katmaktan meydana gelir.”29Mouffe, Sol Popülizm, s. 70 Sonuç olarak Mouffe’un Batı Avrupa için önerdiği yol, eşitlik ve halk egemenliğini öne çıkaran ancak siyasal liberalizmin çoktandır yıpratılmış olan değerlerini de içeren yeni hegemonik oluşumdur. Bu yeni hegemonik oluşum, demokrasinin kurtarılması ve derinleştirilmesi için gerekli koşulları yaratmalı ve “agonist” bir siyasi alan kurmayı hedeflemelidir.30Mouffe, Sol Popülizm, s. 91

Sol Popülizm ve 19 Mart Direnişi

Mouffe kitabında yer alan, A. İnsel ile yaptığı söyleşisinde, özel olarak popülist momentin önemli bir konjonktür olarak belirdiği Batı Avrupa için konuştuğunu, “diğer bölgeler ile ilgili bir iddiası olmadığını”, hatta “post-komünizm sorunsalını bile incelemesine dahil etmediğini” belirtiyor.31Mouffe, Sol Popülizm, s. 106 Ayrıca, sık sık sol popülist stratejilerin Avrupa’da da ulusal bağlamın çeşitliliğine bağlı olarak farklı biçimler alacağını da ekliyor.32Mouffe, Sol Popülizm, s. 91 Bu tedbirli uyarı, Mouffe’ın özel olarak Batı Avrupa’yı düşünerek geliştirdiği “agonist siyaset” kavrayışı düşünüldüğünde anlamlı olsa bile,33Agonist siyaset için ayrıca bkz. C. Mouffe, Siyasal Üzerine, çev. M. Ratip, İletişim, 2010; C. Mouffe, Demokratik Paradoks, çev. A. C. Aşkın, Ankara: Epos, 2009. daha genel olarak sol popülizm ve hegemonya kuramının Batı Avrupa ile sınırlı olmayıp, tam tersine ilhamını, Laclau’nun gençlik yıllarında Arjantin’deyken dahil olduğu sol popülist Peronizm hareketinden alan ancak “demokratik devrimin” etkili olduğu tüm coğrafyaları kapsayan bir kuram olduğunu hatırlatmak önemli.34Laclau’nun Latin Amerika, popülizm ve faşizm tartışmalarını yaptığı ilk yazılar için bkz. E. Laclau, İdeoloji ve Politika, çev. H. Sarıca, İstanbul: Belge Yayınları, 1985. Ayrıca, Mouffe’nin tanımladığı “popülist moment”, hem neoliberal hegemonyanın ve liberal demokrasilerin krizi bakımından, hem de sağ ve sol popülizmlerin yükselişi bakımından küresel bir görünüm arz ediyor. Dolayısıyla Türkiye’yi de bu hat üzerinden ele almak hem mümkün hem faydalı.

Türkiye örneğini, ulusal bir özgünlük olarak bu kuram bağlamında değerlendirmek birçok düzeyde ve farklı sorulara yanıt vermeyi gerektiren zorlu bir iştir. Bu yazıda yanıt aramaya kalkışmayacağım önemli sorulardan bazıları şunlar: Türkiye tarihi, demokratik devrimin (Fransız Devrimi ile gelen eşitlik, özgürlük, kardeşlik dinamiği) inşası ve seyri açısından nasıl değerlendirilmelidir? Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ve siyasi yapı, geçmişten bugüne ne tür bir toplumsal heterojenleşmeye ve antagonizmalara yol açmıştır? Türkiye siyasetinde antagonizmalar nasıl kurulmuştur ve kurulu düzenin demokratik talepleri doyurma kapasitesi ve eğilimi nasıl evrilmiştir? Popülizm geleneği açısından ülke tarihindeki kilometre taşları nelerdir? CHP’nin “halkçılığı”nın statüsü ne olmuş ve zaman içinde nasıl değişmiştir?35Bu soru açısından ilginç bir analiz, Laclau’nun Popülist Akıl kitabında yer alan Atatürk halkçılığı tartışmasında bulunabilir. Age., s. 229-235 Sol-popülist ve hegemonik mantık açısından 1960-80 arasındaki devrimci hareketlenmeler nasıl değerlendirilebilir?  1980 öncesi sol tarihten günümüz sol siyasetine aktarılan herhangi bir sol popülist miras var mıdır? Bunlar tarihsel birikimi ve yapısal bazı özellikleri işaret eden sorulardır. Bir de bu yazıdaki meselemizle daha doğrudan ilgili olan güncel sorular seti var ki onları da hak ettikleri şekilde burada ayrıntılı ele almak mümkün olmadığı için sadece zikrederek geçiyorum: Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu küresel popülist moment konjonktüründeki yeri, özgünlüğü tam olarak nedir? Türkiye’de 1980’lerden itibaren uygulanan neoliberal politikalar ve 2013-2015 sonrası otoriter sağ popülist rejim ne tür antagonizmalara ve demokratik taleplere neden olmaktadır? Bu antagonizmaların, sosyal demokrat partiler, sol-sosyalist güçler tarafından hegemonik olarak eklemlenme kapasitesini engelleyen ya da kolaylaştıran unsurlar nelerdir? Yakın tarihimizde 2013-2015 momenti olarak ifade edebileceğimiz, Gezi ile başlayıp HDP’nin 7 Haziran seçim zaferiyle sonuçlanan moment, sol popülist “halk” oluşumu açısından nasıl değerlendirilebilir? AKP’nin sağ popülist “halk” inşasının kaynakları, güçlü yanları, zaaf ve sınırlıkları nelerdir? Son olarak 19 Mart direnişine giden süreçte, ne tür antagonizmalar şekillenmiş, kurulu düzenin hegemonyası nasıl aşındırılmıştır? Bu tür soruları artırabilir ya da daha spesifik hale getirebiliriz. Bunlar, ülkede sol popülist bir hegemonya inşasını önemli görenler açısından yanıtlanması, en azından kolektif tartışmaya açılması gereken temalar.36Bu soruların bir kısmıyla, özellikle sol gelenek ve güncel yorumuyla ilgili analizler, ölümünün ardından Süreyya Tamer Kozaklı’nın yazılarından derlediğim şu kitapta bulunabilir: Süreyya Tamer Kozaklı, Yerliler ve Kırmızı Urbalılar: Popüler Demokratik bir Sol Siyaset için. Der. Alev Özkazanç, Hayalci Hücre, 2022. Kitap içindeki makalelerden birisi olan, Tamer ile birlikte yazdığımız şu makaleye özellikle dikkat çekeyim: “Hegemonya Siyaseti, Sol ve Devrimci Demokrasi”. Ve bu sorulara kabaca da olsa bazı yanıtlar vermeden, benim aşağıda yapacağım türden bir analiz zorunlu olarak güdük ve yüzeysel kalacak, biliyorum. Yine de bu sınırlılığı teslim ederek, zaten fazla uzamış olan yazıyı daha da uzatmamak adına, dar olarak 19 Mart sürecine odaklanan birtakım değerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum.

Benim gördüğüm şekliyle tablonun en genel hatları şöyle: Laclau’yu izleyerek her halk oluşumunda olduğu gibi, 19 Mart direnişinde de heterojen bir çokluğun harekete geçtiğini, farklı popüler demokratik taleplerin kendi aralarında bir eşdeğerlik zinciri kurarak, ortak bir sembol etrafında birleşerek ortak bir düşmana karşı antagonistik biçimde karşı geldiğini görüyoruz. Burada sembol, eklemleyici ilke ve lider olarak İmamoğlu öne çıkmıştır. Nasıl Gezi’de “mesele sadece iki ağaç değil” idiyse, burada da meselenin “sadece İmamoğlu” olmadığını herkes açıkça ifade etmektedir. Ancak bu kez İmamoğlu nezdinde belirginleşen sorun “iki ağaçtan” farklı olarak, doğrudan halk egemenliğinin gaspına yöneliktir ve hem seçilmiş belediye başkanı hem de Erdoğan’ı yenebilecek cumhurbaşkanı adayı olarak ağır darbe yemiş olan İmamoğlu birleştirici bir sembol olarak daha fazla siyasi önem yüklenmiş, hatta sembol olmanın ötesine geçerek seçim meselesini, en temel demokratik talep olarak halkın acil gündemine getirmiştir. Bu bağlamda “sokak mı sandık mı” karşıtlığını aşan bir perspektifin geliştirilmesi önümüzdeki süreçte belirleyici olacaktır. Daha iyi bir ifadeyle söylersem, sokak ile sandık arasında bağları kuran ve direnişi zaman ve mekâna yayan ve çeşitlendiren, farklı demokratik talepleri örgütleyen ve birbirine eklemleyen sol popülist hegemonik bir siyasi strateji geliştirilebilirse ancak o koşulda adil ve erken seçim talebinin gerçekleşmesi mümkün olabilir. Bu başarılabilirse zaten muhtemel ve kritik bir seçim başarısının çok daha ötesinde bir radikal dönüşüm ihtimal dahiline girmiş demektir.

Şimdi meseleye biraz daha ayrıntılı ve kavramsal olarak bakalım. Laclau’nun popülizmin üç temel koşulu olarak saydığı içsel sınır, eşdeğerlik zincirleri ve popüler kimlik açısından bakarsak ne görüyoruz? Hatırlatalım, Laclau şöyle diyordu: “Eşdeğerliliğe dayanan eklemlenmeleri dolayısıyla daha geniş bir toplumsal öznellik oluşturan popüler talepler adını vereceğimiz talep çoğulluğu, henüz başlangıç düzeyinde ‘halk’ı potansiyel bir tarihi aktör olarak oluşturmaya başlar. Burada embriyo halinde popülist bir konfigürasyonla karşı karşıyayız.”37Mouffe, Sol Popülizm, s. 92 Bence 19 Mart direnişi tam olarak “embriyo halinde popülist bir konfigürasyon” oluşumudur. Yani, direniş boyunca popülizm için gerekli iki koşul (eşdeğerlik ve içsel sınır) ortaya çıkmıştır. Ancak halkın embriyo halinden çıkıp tam bir varlık kazanması için gerekli olan üçüncü koşul olan popüler-hegemonik kimliğin inşası konusunda temel bir zayıflık söz konusudur. Bu nedenle, eşdeğerlikler henüz sadece belirsiz bir dayanışma halindedir ve “ancak çok daha örgütlü ve yüksek bir politik hareketlilik durumunda belirecek olan istikrarlı bir anlamlandırma sistemi ile bütünleştiği” takdirde sağlamlaşabilir. Ne yazık ki bu tür bir politik hareketliliğin önünde birtakım ciddi engeller ya da en azından belirsizlikler bulunuyor.

İlk iki koşula yakından bakarsak, direniş boyunca talepler çoğulluğunun bir eşdeğerlik zincirinde birleştiklerini ve toplumu iki kampa bölen iç sınırın inşasını net olarak görebiliyoruz. Farklı pek çok demokratik talebin, her biri rejim tarafından bırakın doyurulmayı, sert biçimde dışlanan ve inkâr edilen statüsünde olmaları hasebiyle aralarında kendiliğinden bir eşdeğerlik kurulmuştur. Aslında bu uzun zamandır rejimin yol açtığı hatta zaman zaman net olarak ifade ettiği sert bir gerçek olarak orada duruyordu, ancak, demokratik talepler kendi aralarında kendi tikelliklerini aşan zincirler kurmakta çok zayıf kalmışlardı; her bir muhalif aktör kendi mecrasında kendi yağında kavruluyordu, acizlik duygusu ve dayanışma eksikliğinden mustarip haldeydi. Siyasi aktörler için geçerli olan bu his, tam böyle tecrübe edilmiş olmasa da birbirlerinden izole edilmiş, prekarya statüsüne indirgenmiş, bireysel sorunlarıyla hayatta kalma mücadelesi veren bireyler için de fazlasıyla geçerliydi. Diyebiliriz ki ülkedeki rejimden rahatsız herkes ve her muhalif aktör, Laclau’nun demokratik talepler bağlamında aktardığı anlamda “üşüyorlardı”: “Demokratik talepler kendi karşılıklı ilişkileri içerisinde Freud’un gönderme yaptığı Schopenhauer’in oklu kirpiklerine benzer. Eğer birbirlerinden çok uzak düşerlerse üşürler, ısınmak için birbirlerine çok yaklaşırlarsa dikenleri ile birbirlerini yaralarlar.”38Mouffe, Sol Popülizm, s. 108 19 Mart direnişi ile tam da bu yakınlık ve “ısınma” arzusunun patlak verdiğini gördük. Nitekim yukarıda Butler bölümünde analiz ettiğim üzere, Saraçhane’de ve diğer meydanlarda kalabalıkların bedensel yakınlıklarıyla, dayanışmalarıyla, şarkı, slogan ve dövizleriyle kutladığı asıl şey de buydu. Tam da bu yüzden, tüm direnişin ruhunu en iyi ele veren favori sloganın “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” olması çok anlamlıdır. Bu, sadece direnişin “resmi” şarkısı haline getirilip mitinglerde çalındığı için değil, ya da CHP ile sosyalist geleneği birleştirmesi hasebiyle de değil, tam olarak direnişin ruhunu yansıttığı içindir ki kitlenin heterojenliğini yansıtan çok sayıda slogan arasında -benim gözlemime göre- en sık ve en coşkuyla atılan slogan oldu. Kısacası, diyebiliriz ki eşdeğerlilik zincirinin salt eylemde kendiliğinden ve geçici de olsa kurulabildiği o an, geçici bir süre bile olsa, halk oluşumun en kritik ve belki de en coşkulu anıdır.

Ancak, elbette ki eşdeğerliğin bundan öte bir anlamı vardır ve dayanışmanın ötesine geçerek, taleplerin ortaklaşmasını gerektirir. Nitekim 19 Mart direnişinin diğer favori sloganları olan “Hak, hukuk, adalet” (ya da bunun daha genç ve radikal versiyonu “İsyan, devrim, özgürlük”) demokratik taleplerin ne üzerinden ortaklaştığını gösterdi. 19 Mart günü direnişi tetikleyen asıl gücün, İmamoğlu’nun diplomasını iptal eden İstanbul Üniversitesi’nin bu kararına tepki gösteren öğrenciler olmasının anlam ve önemine çok kişi dikkat çekti, ben de bir kez daha vurgulamak isterim. Bu, demokratik talep ve hoşnutsuzlukların nasıl kendiliğinden ve güçlü biçimde birbirine eklendiğinin tek örneği değilse de paradigmatik örneğini oluşturdu. İmamoğlu’na yapılan ağır haksızlık ama özellikle de diplomasının iptali, üniversite öğrencilerinin kendi üniversiteli kimlikleri ile ilgili yaşadıkları tüm kaygı ve hoşnutsuzluklarının (genç ve üniversiteli olmanın tüm zorlukları, pahalı, kalitesiz ve baskıcı bir yaşam ve eğitim, diplomalı işsizlik kaygısı, barınma koşulları ve çalışma yaşamının kötüleşmesi, liyakatsizlik ve kayırmacılık sorunu vb.) eklemlendiği bir sembole dönüştü. Böylece gençler bu rejimin en büyük mağdurları ve geleceği çalınan bir kuşak olarak direnişin en ön saflarında konum aldılar. Sadece öğrenciler değil elbette, İmamoğlu nezdinde yaşanan baskı ve zulüm, ülkede giderek derinleşen yoksullaşma ve otoriterleşme nedeniyle sıkıntı yaşayan birçok farklı kesimden aktörün kendi talepleriyle meydanlara inmesini sağladı. Bu talep ve sıkıntıların başka bir taleple değil de spesifik olarak “Hak hukuk adalet” talebiyle ifade edilmiş olmasının anlamı üzerinde durmak gerektiğine dikkat çekerek, ancak durmayarak geçelim.

Son olarak bu bahsi kapamadan önce, direniş sırasında eşdeğerlik mantığının nasıl işlediğini gözler önüne süren küçük ama mükemmel bir iki örnekten söz edeyim. 18 Nisan’da Manisa Celal Bayar Üniversitesinde “kızlı-erkekli” öğrencilerin, “Aile Yılı” çerçevesinde düzenlenen “Doğal Olan Normal Doğum” sempozyumunu protesto ederek salonu terk ettikleri sahne, farklı demokratik taleplerin nasıl kolayca eklemlendiğini gösterdi. Öğrencilerin bu eylemi, 13 Nisan’da oynanan futbol maçında Sivasspor oyuncularının ellerine tutuşturulan “Doğal olan normal doğumdur” pankartına karşı bir tepkiydi ve kadın hareketinin uzun zamandır gündeminde olan bu sorunu üniversite özerkliği ve 19 Mart gündemiyle birleştirdi. Zaten, Nisan ayı boyunca hükümetin ve bizzat Erdoğan’ın bu propagandaya hız vermesine tepki olarak sosyal medyada kadınların hız verdiği büyük bir kampanya oluşmuştu. İkinci örnek ise, direniş sırasında çoğu kampüslerde -ama özellikle de ODTÜ’de- ve meydanlarda polis engellemeleri ve şiddetiyle karşı karşıya gelen öğrencilerin polise karşı attıkları sloganları arasında en popülerlerinden birinin “Kadınlar ölürken polis neredeydi” olmasıdır. Böylece, feminist hareketin ve kadınların uzun zamandır yakındıkları kadın cinayetleri sorunu ve özellikle cezasızlık meselesi İmamoğlu protestolarındaki yerini -özgül olarak ve sadece feministler üzerinden değil, daha genel öğrenci direnişi üzerinden- kolayca almıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir ama sanırım buna gerek yok, ama şu uyarıya gerek var: Bu tür örnekler, eşdeğerlik zincirlerinin çok sağlam ve pürüzsüz bir şekilde kurulmuş olduğu ya da meydanlarda farklı kesimler arasında gerilim yaratacak farklar olmadığı gibi anlamlara gelmiyor -nitekim feminist ve LGBTİ’ler ırkçı ve homofobik ifadelerden şikâyet etmişlerdir- daha ziyade burada duygulanımsal olarak birlik, dayanışma ve ortaklığa dair arzuların nasıl güçlü biçimde patlak verdiğini görüyoruz.

Bu eklemle(n)me arzusunun ne kadar güçlü olduğunu, 19 Marttan tam bir ay sonra Beyazıt direnişini selamlamak amacıyla Beyazıt Meydanı’nda düzenlenen CHP mitinginde gördük.  Burada söz alan öğrenci temsilcisinin ilan ettiği 11 maddelik talepler listesine bakalım: Listenin ilk sıralarında başta İmamoğlu olmak üzere tüm siyasi tutsakların bırakılması, barışçıl eylemler nedeniyle tutuklamaların serbest kalması, protestocuların haklarını engelleyerek şiddet uygulayanların ve emir verenlerin görevden alınması, Taksim, ODTÜ vb. çeşitli yerlerdeki toplanma yasaklarına son verilmesi,  üniversite özerkliği ve diploma kararının iptali gibi talepler geliyordu ve bunlara şu talepler de eklenmişti: İstanbul Sözleşmesine geri dönüş, kadınlar ve LGBTİ’lere dönük ayrımcı politikalara son verilmesi, liseler üzerindeki baskıların kalkması, Samandağlı köylülere yapılan haksızlıklara soruşturma, Kanal İstanbul projesinden geri çekilme, depremle ilgili İBB kadrolarının göreve iadesi. Manifesto, Erdoğan ve tüm diğer sorumluların istifası ve erken seçim talebiyle sona eriyor, sorunlar çözülene kadar öğrencilerin meydanları terk etmeyeceklerini bildiriyordu. Görüldüğü üzere bu taleplerin bir kısmı, doğrudan 19 Mart süreciyle ilgilidir, diğerleri ise 19 Marttan sonra geçen bir aylık kısa bir sürede ülkede olup bitenlerin -liseler sorunu, Samandağlılar, deprem, Kanal İstanbul gibi- doğal olarak listeye eklendiğini gösterir. Bu da teorik olarak geriye doğru gidersek şimdiye kadar su yüzüne çıkmış çok sayıda demokratik talebin, pratik olarak ise sadece ileriye doğru, yani bundan sonra ifade edilecek olan tüm sorunların eşdeğerlik zincirine eklemlenebileceği anlamına gelir.

Eşdeğerlik mantığı için bu kadar açıklama yeterli sanırım. Gelelim eşdeğerlik mantığının birlikte çalıştığı ikinci koşula: içsel antagonist bir sınır oluşumu. “Halk” ancak kendisi ile kurulu düzeni temsil eden “şey” -her neyse- arasında çatışmacı bir sınır çekilmesi yoluyla kurulur demiştik. 19 Direnişi sırasında bu “şey”, çeşitli şekillerde ifade edilmiştir: Tayyip Erdoğan olarak, (“Zıpla zıpla zıplamayan Tayyip’tir”, (ya da Tayyipçi) “Tayyip istifa”), “Hükümet istifa” sloganlarında hükümet olarak ya da AKP olarak, (“Gün gelecek hesap dönecek AKP halka hesap verecek”), Özel’in dilinde “Cunta” olarak ve elbette “faşizm” olarak (“Faşizme karşı omuz omuza”, “Susma sustukça sıra sana gelecek” vb). Bir açıdan baktığımızda, direnişin söyleminde beliren halk v. iktidar karşıtlığı apaçıktır, çünkü farklı arzu ve talepler, salt keyfi, hukuksuz ve adaletsiz bu iktidar karşısındaki eşdeğer konumları nedeniyle birleşmişlerdir. Öte yandan iktidarın bu söylemde nasıl konumlandığı tam olarak net değildir, yani söz konusu karşıtlığın antagonistik karakteri keskinleşmiş değildir. Burada, iktidarın, demokratik bir mekanizma olan istifaya zorlanarak yerinden edilecek bir karakterde mi olduğu yoksa halka hesap vermesi beklenen, daha uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerektiren faşist bir karakterde mi olduğu belirsizdir. Burada içsel sınır konusunda bir muğlaklık ya da ambivalansın var olduğuna da dikkat çekmek gerekir. Söz konusu muğlaklık kendini “korkma la biziz, halk” ile “kork la biziz, halk” arasındaki ayrımda gösterir. İkinci ifade iktidarı, halk tarafından tehdit edilen bir şey olarak antagonist biçimde kurarken, ilki korkunun varlığını ve korkutmuş olmanın zevkini ifade etmekle birlikte aslında halk’ın iktidar açısından korkutucu olmaması gerektiğinin altını çizer. Aslında bu muğlaklık, kork ile korkma arasındaki gibi net bir karşıtlık olarak görülemese de gerçek ve etkili bir ambivalansa işaret ediyor. Bence bunun esas nedeni, bu direnişin hedeflerinin ne olduğuna ve nasıl bir strateji izleyeceğine dair devam edegelen belirsizliklerdir. Önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelere bağlı olarak, söz konusu muğlaklık, antagonizmanın sertleşmesi yönünde çözülebileceği gibi, tersi de olabilir ve ikinci olasılık, ne yazık ki “halkın” nüve halinde oluşumunun parçalanması anlamına gelecektir.  Hangi olasılığın gerçekleşeceğini ya da belki de ne tür beklenmedik ara formlar oluşacağını belirleyecek olan temel unsur, halk inşasının üçüncü ve kilit boyutu olan popüler kimlik oluşumudur. O halde son olarak buna gelelim.

Popüler kimlik oluşumu derken, heterojen unsurlardan ortak bir kimlik olarak halk’ı yaratan unsurdan, yani hegemonik-eklemleyici ilkeden söz ediyoruz. Bu sadece, ortak bir düşmana karşı eşdeğerlik zincirlerinin kurulması yoluyla olmaz, eşdeğerlik bağının bizzat kendisini temsil eden belli bir söylemsel özdeşlik içinde billurlaşması sayesinde gerçekleşir demiştik. Tekrarlarsak, heterojen taleplerden biri, tikel parçalardan bir tanesi, kendi tikelliğinin ötesine geçerek, bütünü temsil eden parçaya dönüşür ve ona yapılan duygulanımsal yatırım yoluyla “birliği”, eksik olan tamlığı vb. temsil eder. 19 Mart direnişini, henüz sadece “nüve” halinde bir halk oluşumu olarak nitelendirmemin nedeni, tam da bu kritik unsurun “az gelişmiş” olmasıdır. Buna rağmen, az gelişmiş de olsa, söz konusu popüler-hegemonik-eklemleyici unsur apaçıktır, oradadır, etkilidir ve tüm direnişi varlığa getiren şeydir aynı zamanda. Ancak bu kendiliğinden ve çarpıcı şekilde ortaya çıkmış olmasına rağmen yine de “az gelişmiş” olan unsurun nasıl gelişeceğine ve akıbetine dair çok fazla ve ciddi belirsizlikler vardır. “Az gelişmişliğin” yapısal bir durum mu olduğu, yani bu unsurun eklemleyici-hegemonik kapasitesinin yapısal olarak zayıf mı olduğu yoksa duruma göre aşılabilir mi olduğu bile tartışmalıdır. Daha fazla ilerlemeden söyleyelim: Söz konusu unsur, İmamoğlu’dur, onun hapse atılmış olması, onun nezdinde temsil edilen ve çiğnenen halk egemenliği ilkesi ve onun nezdinde temsil olan müstakbel gelecek umududur; bir seçim zaferi yoluyla. Bir lider, bir sembol, bir fikir ve bir talep olarak İmamoğlu’nun bu direniş konjonktüründe, bütün yerine geçen tikel parça olarak davrandığı, yani eklemleyici işlev gördüğü açıktır. Neredeyse herkes, “meselenin sadece İmamoğlu olmadığını” bilmekte ve ifade etmektedir zaten. Yani, İmamoğlu’nun bedeni ikiye yarılmıştır diyebiliriz, tikel olarak kendisi, kendi uğradığı haksızlık ve kendi adalet talebi ile bütün herkesin uğradığı haksızlıkları temsil eden kişi olarak. Kalıcı, örgütlü ve tam teşekküllü bir halk iradesine dönüşüp dönüşmeyeceğinden bağımsız olarak, bu billurlaşma anının kendisi, kısa süre de olsa milyonlarca insanı harekete geçiren büyüleyici bir momenttir. İmamoğlu’nun kişisel yetenekleri, kararlığı ve güçlü iradesine, Özgür Özel’in başarılı liderliği de eklenince, İmamoğlu bir sembol olarak parlamış, yoğun bir duygusal yatırımı kendi üzerine toplamıştır. Bu başarılı liderlik sayesinde muhalefet, Özel’in meydanlarda sık sık tekrarladığı gibi, “ahlaki ve psikolojik üstünlük ve çoğunluk enerjisine” sahip olmuştur.

Bu kadar parlak, görünür ve başarılı bir unsuru, her şeye rağmen az gelişmiş ve akıbeti belirsiz olarak nitelememin nedenlerine gelince… Bu çok karmaşık bir mesele olmakla birlikte, esasen, “tam teşekküllü” bir halk inşası açısından bakıldığında İmamoğlu, CHP ve seçim perspektifinin ne kadar yeterli olduğu sorusuyla ilgilidir. Yanlış anlaşılmak istemem; ben, erken seçime yönelik bir stratejinin doğru olduğunu, Özel’in sürece iyi önderlik ettiğini ve “doğal adayın” İmamoğlu olduğunu düşünüyor ve destekliyorum. Yine de durumun içerdiği yetersizlik, belirsizlik ve risklere de işaret etmek gerekiyor. Bu yetersizlik, kişisel ya da örgütsel başarı ya da başarısızlıkla çok da ilgili değil. Özel-İmamoğlu liderliğinde CHP, kendi çapında yapabileceğinin “en iyisini” yapıyor ve sol-sosyalist toplumsal muhalefet tarafından dürtüklemediği sürece daha da iyisini yapması pek de olası görünmüyor. Ne yazık ki öyle büyük bir dürtükleyicinin ortada olmadığı da açık. Yetersizlik, daha çok durumun özgül karakterinden kaynaklanıyor gibi, yani aday olup olamayacağı belirsiz bir liderle ne zaman ve ne koşullarda olacağı belirsiz bir seçime odaklanıyor olmanın getirdiği çoklu sorunlar var ortada. Aslında güçlü ve kararlı bir halk muhalefeti için bu belirsizliğin bir sorun teşkil etmeyip tam tersine bir talep ve bir arzu nesnesi olarak motive edici işlev görmesi beklenirdi, nitekim CHP’nin imzaya açtığı metinde bu iki talep açıkça öne çıkarılıyordu: “Adayı yanımda, sandığı önümde istiyorum”. Ancak en az 28 milyon imza hedefiyle yola çıkan bu kampanyanın pek de başarılı olamaması (son olarak ilan edilen 15 milyon hiç de az değil ancak hedefin çok altında) bu çağrının kitlelerde beklenen etkiyi yaratamadığını gösteriyor. Demek ki hem İmamoğlu hem de seçim meselesi duygusal olarak çok güçlü yatırım yapılan arzu nesneleri olarak zayıflamış durumda. Gerçi CHP geniş kitleleri toplamayı başardığı il ve ilçe mitinglerine devam ediyor, İmamoğlu’na getirilen erişim yasaklarına tepki olarak İmamoğlu’nun imgesi yaygınlaşıyor ki rejimin muhtemel ataklarında da yine benzer toplumsal tepkiler oluşmasını bekleyebiliriz. Üstelik enerjisi azalsa da İmamoğlu ve CHP’nin giderek yükselen oyları, çoğunluk iddiasını daha da pekiştiriyor. Tüm bunlara rağmen, halk’ın bu rejimi, adil koşullarda erken seçime zorlayabileceğine dair inancı ve veya bu uğurda daha fazla çabalaması gerektiği düşüncesi yeterince güçlü değil ya da güçlü biçimde seferber edilemiyor.

Bu durumun, yapısal ve konjonktürel birçok nedeni var. Temel sorunlardan biri, hatta en önemlisi, 19 Mart direnişinin Kürt sorununun beklenmedik ve radikal şekilde yön değiştirdiği ve PKK’nin silah bıraktığı bir konjonktüre denk gelmiş olması. Gerçi bunun bir tesadüf olmadığı ve iktidarın bir yandan “Terörsüz Türkiye” peşinde koşarken öte yandan yeni bir “terör odağı” yaratmak üzere muhalefetin üzerine gittiği söylenebilir. İki farklı süreç arasındaki ilişkinin mahiyeti halen belirsiz ve çok tartışmalıdır ama burada sadece şunu söylemek gerekir ki Kürtlerin öyle ya da böyle iktidara yakınlaşacağına dair haklı-haksız korku ve kaygılar, Türkiye’de sağ popülizme rakip bir demokratik “halk” inşasını en fazla zayıflatan unsurdur. Mevcut haliyle, 19 Mart direnişinde eklemlenen demokratik talepler arasında Kürt hareketinin olmaması halen devam edegelen ve önümüzdeki döneme damgasını vuracak olan temel sorundur. Aynı nedenle, müstakbel bir seçimde Kürt oylarının nereye gideceğine dair belirsizlikler de seçime dönük kaygıları artırıyor. İkinci olarak, bir halk inşası açısından, demokratik talepler arasında eksikliği hissedilen temel bir diğer unsur, hiç kuşkusuz emekçi sınıfların talepleridir. Ekonomik kriz ve ağırlaşan yoksulluk, direnişin temelini hazırlayan temel unsur olsa da güçlü ve örgütlü bir talep yoluyla ifade edilmiş değildir. Bu açıdan direnişin güçlü ve yaratıcı araçlarından birisi olarak gündeme gelen 2 Nisan genel boykotu tartışmaları sırasında sık sık genel grev çağrıları yapılmış olmasına rağmen bunun sendikal çevrelerde hiç yankı bulmamış olması iyi bir göstergedir. Öte yandan hem genel tüketici boykotunun hem de CHP’nin özel boykot stratejisinin emek-sermaye perspektifinden ne anlamlara geldiğini ayrıca tartışmak gerekir. Son olarak, bence en kritik olan soruna dikkat çekeyim: direnişin, birleşik bir halk cephesi olarak örgütlenemiyor oluşu. Popüler bir “halk” kimliğin güçlenmesinin yeterli değilse de zorunlu koşulu, siyasi strateji olarak eklemli-çok parçalı bir bütün olarak davranmaktır, öyle örgütlenmektir. Bunun formu durumun gerekliliklerine göre değişebilir, bazen tek bir parti etrafında, bazen çok partinin ittifakıyla, bazen de hareketler ve partiler arasında, hatta tamamen parti formu dışında gelişebilir. Ne yazık ki mevcut halde ne CHP böyle bir strateji yürütmek niyetinde, ne de sol-sosyalist güçler ve diğer toplumsal muhalefet odakları CHP’yi ve kendilerini böyle bir stratejiye zorlamak istiyor. Oysa yapılması gerekenin, daha örgütlü ve bütünleşik bir mücadele olduğu ve en asgari talep olarak adil erken seçim talebinin bile ancak bu koşulda elde edilebileceği açık. Aksi takdirde, zaten kırılgan olan dayanışmanın daha da çözüleceği beklenebilir.

Söz konusu meseleler halk inşasını şimdiden başarısızlığa mahkûm eden imkansızlıklar olarak görülmemeli elbette ancak çözüm yolunda gayret gösterilmediği sürece, 19 Mart’ta parlayan yıldızın sönmesine tanık olabiliriz. Laclau’nun Popülist Akıl’da analiz ettiği Peronizm örneği, en güçlü sol-popülist oluşumların bile nasıl son derece kırılgan olabileceğini ortaya seriyor. Laclau, Peronizm olayında, “bazen boş gösterenin bütünüyle boş hale geldiğini, bu durumda eşdeğerlik zincirinin halkalarının kaynaşma ihtiyacı içinde olmadığını, en çelişkili içeriklerin bunların hepsinin boş gösterene bağımlı kaldığı sürece birleştirilebildiklerini ve bu yolla kurulan halkın birliğinin son derece kırılganlaştığını” ileri sürer.39Mouffe, Sol Popülizm, s. 235 Sürgündeki Peron’un Arjantin’de dönmesi talebinin popüler kampı birleştiren boş bir gösteren olarak başarılı biçimde işlemiş, ancak Peron’un dönüp de 1973’te büyük bir seçim zaferi kazanmasının ardından popüler cephedeki eşdeğerlik zincirleri hemen kopmuş, hizipler arasındaki sert mücadeleler sonucunda ülke tarihin gördüğü en kanlı diktatörlüklerden birisi olan 1976 darbesine sürüklenmiştir. Peron örneği şu anda bizim için pek bir şey ifade etmeyebilir, çünkü onunla kıyaslanacak kadar büyük bir popülist hareketlenme söz konusu değil ancak, en güçlü popüler oluşumların bile, eşdeğerler arasında güçlü bağlar kurulmadığı müddetçe nasıl parçalanmaya ve siyasi felaketlere neden olabildiğini gösteriyor. Bizler henüz, seçim sonrası yeni bir hükümetin ülkeyi nasıl bir arada tutabileceğini tartışmaktan uzak sadece seçime kadarki sürecin gerilimleriyle başa çıkmaya çalışıyoruz ve bu, nasıl bir yere sıkıştırılmış olduğumuzu ve ufkumuzun da ister istemez nasıl daraldığını gösteriyor. Oysaki bu dar ufuktan çıkarak, biraz daha uzun vadeyi görebilen, seçim sonrası bir ülkeyi -kurtarılmış ama henüz özgürleşmemiş bir ülkeyi- biraz daha somut olarak hayal edebilen, buradan oraya somut arzular, örgütler, dayanışma ağları taşıyan, yani geleceği şimdiden ören bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Son olarak önemli bir not düşerek bitireyim. Bu yazıda sol popülizmi, onun gerisindeki radikal demokrasi fikrini ve hegemonik siyaset mantığını benimseyen birisi olarak, yani içerden bir bakışla, ülkenin mevcut konjonktürünü değerlendirmek üzere ileri sürdüm. Bana göre duruma en uygun kavramsallaştırma bu, ama bu bakışın da öznel olduğunu, sınırları ve riskleri olduğunu görüyor, farklı yaklaşımların varlığını değerli buluyorum. Örneğin birileri, İmamoğlu ya da seçim meselesini daha tali olarak gören ancak 19 Mart direnişinin “olay” olma vasfına dikkat çekmekle yetinen, halk oluşumundan ziyade çokluk’un kendini ifade etmesine odaklanan yaklaşımlar geliştirebilirler. Bazıları, antogonizmaya odaklanan böylesi bir kuramsal yaklaşımın risklerine dikkat çekebilir, iktidarı değiştirme, strateji vb. gibi gündemlerden ziyade, meseleye arzu, çokluk, müşterekler gibi kavramlarla bakmayı tercih edebilirler. Bu tür perspektiflerin de özellikle son yıllarda giderek artan biçimde eleştirel düşünceye ve direnişe önemli katkılar yaptığını ve bazı yönleriyle benim değerlendirmeme içerilebileceğini düşünüyorum.40Radikal demokrasi ile alternatif sol yaklaşımlar arasında verimli bir diyalog için bkz. A. Kioupkiolis ve G. Katsambekis, (der) Radikal Demokrasi: Kitlenin Biyopolitikası, Halkın Hegemonyası, çev. E. Kartal ve H. Doğan, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016. Öyle görünüyor ki radikal dönüşümün öznesinin halk mı sınıf mı çokluk mu olacağına dair tartışma hem derin anlaşmazlıkları hem de beklenmedik yakınlaşmaları ve örtüşmeleri açığa çıkarmaya devam edecektir.

Notlar

(1) Judith Butler, Biziz Halk: Toplanma Özgürlüğü Üzerine Düşünceler, çev. F. B. Aydar, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2018, s. 141.

(2) Butler, Biziz Halk, s. 141.

(3) Butler, Biziz Halk, s. 20-21.

(4) Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. A. Kardam, İstanbul: İletişim, 2008.

(5) Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. N. B. Çelik, Ankara: Epos, 2007; Chantal Mouffe, Sol Popülizm, çev. A. Yanık, İstanbul: İletişim, 2019.

(6) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 85

(7) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 91

(8) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 245

(9) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 95

(10) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 96-98

(11) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 96

(12) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 92

(13) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 92

(14) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 110

(15) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 110

(16) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 100

(17) Laclau, Popülist Akıl Üzerine, s. 118

(18) Kuramın felsefi temeli, Hegemonya ve Sosyalist Strateji’nin özellikle 3. Bölümünde tartışılmıştır. Ayrıca, bkz. J. Butler, E. Laclau, S. Zizek, Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik, çev. A. Fethi, İstanbul: Hil, 2005.

(19) Mouffe, Sol Popülizm, s. 40

(20) Mouffe, Sol Popülizm, s. 18

(21) Mouffe, Sol Popülizm, s. 28

(22) Mouffe, Sol Popülizm, s. 29

(23) Mouffe, Sol Popülizm, s.30

(24) Kitabın teşekkür kısmında adı anılan isimler arasında Podemos’un lideri İnigo Errejon ve Boyun Eğmeyen Fransa’nın lideri Melenchon bulunuyor.

(25) Mouffe, Sol Popülizm, s. 33

(26) Mouffe, Sol Popülizm, s. 57

(27) Mouffe, Sol Popülizm, s. 69

(28) Mouffe, Sol Popülizm, s. 70

(29) Mouffe, Sol Popülizm, s. 70

(30) Mouffe, Sol Popülizm, s. 91

(31) Mouffe, Sol Popülizm, s. 106

(32) Mouffe, Sol Popülizm, s. 91

(33) Agonist siyaset için ayrıca bkz. C. Mouffe, Siyasal Üzerine, çev. M. Ratip, İletişim, 2010; C. Mouffe, Demokratik Paradoks, çev. A. C. Aşkın, Ankara: Epos, 2009.

(34) Laclau’nun Latin Amerika, popülizm ve faşizm tartışmalarını yaptığı ilk yazılar için bkz. E. Laclau, İdeoloji ve Politika, çev. H. Sarıca, İstanbul: Belge Yayınları, 1985.

(35) Bu soru açısından ilginç bir analiz, Laclau’nun Popülist Akıl kitabında yer alan Atatürk halkçılığı tartışmasında bulunabilir. Age., s. 229-235

(36) Bu soruların bir kısmıyla, özellikle sol gelenek ve güncel yorumuyla ilgili analizler, ölümünün ardından Süreyya Tamer Kozaklı’nın yazılarından derlediğim şu kitapta bulunabilir: Süreyya Tamer Kozaklı, Yerliler ve Kırmızı Urbalılar: Popüler Demokratik bir Sol Siyaset için. Der. Alev Özkazanç, Hayalci Hücre, 2022. Kitap içindeki makalelerden birisi olan, Tamer ile birlikte yazdığımız şu makaleye özellikle dikkat çekeyim: “Hegemonya Siyaseti, Sol ve Devrimci Demokrasi”.

(37) Mouffe, Sol Popülizm, s. 92

(38) Mouffe, Sol Popülizm, s. 108

(39) Mouffe, Sol Popülizm, s. 235

(40) Radikal demokrasi ile alternatif sol yaklaşımlar arasında verimli bir diyalog için bkz. A. Kioupkiolis ve G. Katsambekis, (der) Radikal Demokrasi: Kitlenin Biyopolitikası, Halkın Hegemonyası, çev. E. Kartal ve H. Doğan, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016.

Bunları okudunuz mu?