İçkin Bir Kopuş Olarak Umut Siyaseti

Umut siyaseti, barbarlığın gölgeleriyle mücadele ederken karanlığın kalbindeki savaşta yalnız olmadığımızın farkında olmakla başlar. Badiou’nun olay kavrayışı, olanaksız olanın olasılığını açan bir eylemliliktir.
Okuma listesi
Editör:

Bu mücadele para ile yeryüzü, sermaye ile halk, açgözlülüğün pervasız ahmaklığı ile insanlığın direngen yaratıcılığı arasında süren bir savaştır.1Havien, M. (2018). Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri: Kapitalizm, Yaratıcılık, Müşterekler, Çev. Kübra Kelebekoğlu, Sel Yayınları, İstanbul, s. 9 Akıl dışı bir çağda akıl ögeleri aramak içinde bulunduğumuz krize ilişkin bir çıkmazı ifade ediyor sanırım. Belirgin bir tarzda politik ontoloji, eylemci özne ile toplumsal kırılganlıklar ve hak mücadeleleri arasında düşünsel bir örüntüyü sorunsallaştıran çoğu kişi bunun kapitalist bir neo-sömürü yapılanmasının ayak sesleri olduğunu fark edecektir. Bu neo-sömürü yalnızca ekonomik olarak kalmaz; öznelliğin ve toplumsal varoluşun tüm katmanlarına sızarak, politik tahayyülün kendisini de baskı altına alır. Böylece konuşmanın, birlikte yaşamanın, müştereklerin ve itirazların da zemininin aşınması sonucu bir çıkışsızlık pek çok insanın algısına tahakküm kurmuş olur. Dolayısıyla bir iletişim ve davranış barbarlığı içinde çırpınıp yaşamaya çalışırken diyalog kurma olanağının ortadan kalktığı, otoriter ilişkilenme tarzları ile siyasal aktörlerin tahakküm kurduğu küresel bir bunalıma tanıklığımız aşikâr.

Türkiye de bu bunalımdan payını sadece politik kurumların krize girmesi ile değil, müşterek duyarlılığın ve kolektif bir geleceğe dair inancın çıkışsızlığa sevk edilmesi çerçevesinde alıyor. Gündelik yaşantının ilişkilenme tarzları yoksullaşmış, çoğu insan ve toplumsal grup dışlanmış, kişilerin ruhsal dünyaları sömürgeleştirilmiş, yaşam hakları tehdit edilmiş ve seçeneksizlik dayatılmıştır. Bu oldukça karanlık tablo yerkürenin tamamına musallat olmuşken tüm değer yıkıntısı içinden yeni ve henüz adı konmamış bir siyasal-toplumsal tahayyülün kurulmasına ihtiyaç duyuyoruz. Bu nedenle yeni bir biçimde kurulmaya ihtiyaç duyan bir Dünya ile karşı karşıyayız. Yıkım ve krizlerin ortasında beliren yeni bir politik güzergâh ve pratiğin geliştirilmesi acil ihtiyacını da vurgulamak gerekir. Neoliberal otoriterliğin bir yandan tahakküm kurmakta ivme kazandığı ve aynı anda bu ivme içinde kendi meşruiyet krizini açığa çıkaran çok az moment bulunur. Bu durum bazen bir “çağ sonu” yankısı olarak geçmişe bazen ise yeni bir çağ başlangıcı olarak gelecek olana ilişkin eşiğe işaret etmektedir. Bu tarz bir eşik, tam olarak sarsıntı tecrübelerine içkin seçimler manzumesi ile yeni bir olanaklılık momenti açısından sıçrama kapasitesini ortaya çıkarır. Bir ara-alan veya moment olarak bu eşik, taslağı çıkarılmayı bekleyen topografya gibi politik düşüncenin ve eylemin, dayanışmanın, müştereklerin ve kolektif özgürleşmenin yeni formlarının filizlenebileceği pozisyon alma anıdır. Eşik iki hal, yer, durum, zaman arasında bulunmayı içerir; aynı zamanda bir karar vermeye ve seçim yapmaya zorlar. Dolayısıyla bir eşik, seçimlerin yeniden düşünülmesini, olanaklılık rejimlerinin yeniden kurulmasını içermektedir.

Toplumsal adalet ile bölüşüm dengesindeki tahribat bir yandan belirli bir toplumsal zeminin çöküşünü gözler önüne sererken aynı zamanda yeni bir olanaklılık alanını da belirginleştirmektedir. Öyle ki ne neoliberal kriz ve onu maskeleyen çeşitli başarı hikâyeleri ile şişirilmiş ekonomik göstergeler ne de güvenlik, korku söylemleri artık işe yarıyor. Bundan sonra sadece iki yol var: ya üçüncü bir halin politikasını örgütlemek ya da seçeneksizlik ve tahakküm sarmalında boğulmak. İkincisini 70’lerden sonra petrol krizinin ardından devlet kaynaklarının ve kamusal birikimlerin piyasaya hediye edilmesinden günümüze kadar gelen süreçte oldukça yakından biliyoruz. Bu ise bir seçeneksizlik ideolojisi olarak çoğunlukla Türkiye toplumunu anaakım siyaset yapma örüntülerine sevk etmiştir. Türkiye açısından bugün sunulan seçenekler yine bir sandık siyaseti etrafında dönen korku, güvenlik ve istikrar söylemi ile sosyal demokrat ülkünün çeşitli vaatleri arasındaki seçeneksizliğin en rafine versiyonlarına sıkışmıştır. Sosyal demokrat ülkünün nihai çıktısı bizi “kısmi” adalet, bölüşüm ve eşitlik sarmalına sevk ederek toplumsal itiraz ve hak, adalet ve eşitlik taleplerinin radikal ve kurucu yönüne temellükle ilgilidir. Diğer eksende işleyen ise otoriter liderlerin cambazlığında dünya ve yazgımızın rehin alındığı, miadını doldurmuş geçmiş çağa ait neoliberal yönelimli sömürü düzenin sürdürülme itkisi olmaktadır.

Badiou’nun Marx’tan alıntısıyla aslında fiili dünya, dahiyane bir öngörüyle bir tür gerçek bilimkurguyla, Marx’ın kapitalizmin usdışı ve doğrusu canavarca güçlerinin tam bir serpilip yayılması olarak haber verdiği dünyadır.2Badiou, A. (2011). Tarihin Uyanışı, çev. Murat Erşen, Monokl, İstanbul. s.26 Bugün tanık olduğumuz, bu sömürü vahşetinin, adaletsizliğin, kuralsızlığın en barbarca biçimleri yerkürenin tamamında temel eğilim biçiminde televizüel olarak aşikâr halde sergileniyor. Bu ise sömürünün, eşitsizliğin incelikli retoriklerle süslendiği geçmiş bir çağın sonuna gelindiğini yankılıyor. Böyle bir çağ sonu yankısı içinde elbette kurucu bir umut siyaseti ile yeni bir duygulanım politikasına ihtiyaç duyulur. Türkiye özelinde düşünüldüğünde kısa bir tarama ile bile koca bir toplumsal, siyasal ve ekonomik krizin gözler önünde gerçekleştiği fark edilir. Örneğin Türkiye ekonomisinde yüksek enflasyon, artan yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlik aşikârdır. 2024 yılı TÜİK verilerine göre, en zengin yüzde 20’lik kesim milli gelirin yaklaşık yüzde 50’sini alırken en yoksul yüzde 10’luk kesimle en zengin yüzde 10’luk kesim arasındaki gelir farkı 15 katı bulmuştur. Toplumun büyük çoğunluğu borçlandırılmış ve genç insanlar geleceksizleştirilmiştir; dahası iş sahibi olanların dahi geleceğe dair beklentileri kendi anne babaları kadar güçlü değil artık. Toplumsal huzursuzluğun artması, toplumun genelinde artan güvensizlik ve öfkenin bir itiraz olarak belirmesine şaşırmamak gerekir. Öğrenci protestolarından sokak hayvanları için yürütülen mücadelelere, köy ve kasabaların doğasının talan etmesine ilişkin şimdilik dağınık gibi görülen doğa katliamlarına kadar geniş bir itiraz, kaygı ve öfke söz konusu. Bir başka açıdan 6 Şubat depreminde enkaz altında kalan bedenler, otellerde yanan insanlar, katledilen kadınlar, sömürülen doğa ve hayvan katliamları gibi göz önünde gerçekleşen aşikâr dehşetler kümesine karşı kayıtsızlık, “topluma rağmen siyaset” ve yasa yapma alışkanlığının tanık olduğumuz felaketlerinden birkaçı sadece. Örneğin 23 Nisan’da ucuz atlatılan İstanbul’da yaşanacak olası yıkıcı bir depremde kaderlerine terk edilmiş yoksulların korku ve güvenlik çıkmazının etrafında organize edilebilecek bir siyasal boşluk var. Düşük ücretler, kötü çalışma koşulları nedeniyle grev ve direniş gerçekleştiren işçiler ile memurlar, lise öğrencilerinin itirazları dahası üniversitelerde yükselen itirazlar arasında temel bir güzergâh bulunuyor. Bu evrelerde, adına ne dersek diyelim, bir kriz, eşik veya bunalıma geçiş gibi, kişilerin bir toplumun parçası olduğuna ilişkin duygusal bağ geliştirme imkanları ellerinden alınarak taleplerinin hakiki içeriğinin kapitalist bağımlılık döngüsünün dişlilerinde eritilme riski de bulunur. Dünyanın her yerinde demokrasilerin süslü vaatlerinin krize girdiği, belirsizlik ve kriz örüntüsünde tezahür eden korku ve güvenlik çıkmazının siyasal olanı rehin alarak umut ihtimalini yoksullaştırdığı örnekler mevcut.

Fakat kriz dönemlerinde aynı zamanda sokak siyasetinin, hak mücadelelerinin ve demokratik mücadelelerin bazı kurucu anları kendini dayatır. Nitekim 19 Mart protestoları bir “istisna an” olarak halkı atalete mahkûm eden egemen sürekliliği kesintiye uğratan itiraz ve talepler kümesi olarak görülebilir. Bu protestolar siyasal düzenin sürekliliğinde bir boşluk açarak hakikatin yeni bir biçimde inşa edilme gerekliliğini görünür kıldı. Bu aşamada insanlar kendi “güncel yeni”sini ortaya koyarak itiraz ve huzursuzluklarını ifade etti. Buradaki itirazları, politik olanın tam da hesaplanamaz ve öngörülemez doğasının yeni toplumsal birliktelik biçimlerini keşfetme imkânını belirginleştirmesi perspektifiyle tahayyül edebiliriz. Nitekim direnişin spontanlığına dair bir olay olarak sokak protestoları, akan zamanda bir yırtılma sağlamakta ve egemen siyasetin dilini terk etme olanağı barındırmaktadır. Badiou’nun yeni olan bir parlama momentine ilişkin kavramsallaştırması ve olay kavrayışı gerçekte beklenmedik anlarda ortaya çıkan, boşluğu adlandıran bir kopuştur ve kendi yolu olmayan yollara “hayır” diyen bir “hakikate içkin kopuştur”. Bu yüzden, olay, yeni olasılıkların yaratılmasıdır. Yalnızca olası hedefler bağlamında değil ama olası olanların olasılığı düzeyinde bulunur. Dolayısıyla olay, olanaksız olanın olasılığını açan bir eylemliliktir.3Badiou, A. (2011). Komünist Hipotez, Çev.: Oylum Bülbül, Encore yay., İstanbul, s. 190 Nitekim protestolar özelinde beliren talepler, taşınan pankart ve dövizler pek çok itirazın bir olay içinde yer alabilmesine imkân vermiştir. Her ne kadar kısa süre içinde “gençler” “öğrencilerin öfkesi” polisiye ifadeler ve kriminal görüntüler ekseninde çerçevelenerek belirli bir ehlileştirilme ve radikal içeriğinin sistemin sınırlarına çekilmesi tarafından zayıflatılsa da iki karşıt kutup arasındaki anaakım siyaset söyleminin marazlarını aşikâr hale getirdi. Nitekim Türkiye’de seçim/sandık/sokak ile anaakım egemen politikalar arasındaki (ikili bir seçeneksizlik olarak düşündüğüm) gerilimi bariz biçimde fark etmekte Mart protestolarının önemli katkısı olmuştur. Dahası insanları verili siyasi vaatlerin “seçenek” çıkmazlarına hapseden bir tarafgirlik çerçevesinde hareket etmeye mecbur bırakmak, bir yandan seçim sandıklarına diğer yandan korku ve güvenlik paradoksuna boyun eğmeyi ifade eder. Dolayısıyla yurttaşlığı düzenin uysal, itaatkâr değirmeninde öğütmek için indirgeyen politik tarafgirliğin iki yakasında da yer almaya mecbur olmaktan fazlasına ihtiyaç var. Nitekim bu çerçevelenme modelinin en büyük başarısının gerçek alternatiflerin tahayyülünü bile imkansızlaştırmasında yattığı akılda tutulmalıdır. Refah devletinin kırıntılarını yeniden parlatma güdüsü içinde kısmi adalet, ölçülü ya da hesaplanmış eşitlik, rasyonelleştirilmiş ampirik bölüşüm benzeri, seçeneksizliği yeniden diriltmeye çalışan bir model hayali, bizleri politik fetişizme sürükler. Kapitalizmi onarma fantezisi adaletin ve eşitliğin “birazcık” versiyonları üzerinden radikal itirazları evcilleştirir. Bugün pandemilerden iklim krizine, göç dalgalarından savaşlara dek uzanan zincirde kalıcı çözümler üretemeyen bir sistemle karşı karşıyayız. Toplumsal tahayyülü rehin alan otoriter liderler sürdürülmesi olanaksız bu geçici çözümleri, kalıcı sömürü tarzları açısından bir güvenlik siyasetiyle süslemektedir. Umut ve talepler kapitalist piyasanın bu çıkışsız dişlilerinde yoksullaştırılırken duygudaşlık, değerler, yurttaşlık hissiyatı, emek veya sevgi de bir tür tüketici sadakatine dönüşür. Böylece bir toplumun birlikte-olabilirliğine ilişkin temel değerlerin aşındığı, yığın ya da sayılara indirgendiği nüfus birimlerine dönüşürüz. Ukrayna’daki savaştan Gazze’deki yıkıma, Afrika’daki açlıktan Avrupa’daki ırkçılık ve yabancı düşmanlığına kadar dünyanın dört bir yanında hızla yükselen otoriter rejimler bu geçici ve plastik çözümlerin siyasal izdüşümüdür.

Bu nedenle Türkiye de dahil dünyanın her yerindeki sokak mücadeleleri dikkate alındığında, küresel bir tahribat çağında, umut siyaseti aciliyetini dayatmış görünüyor. Uzunca zamandır kapitalizmin ağır tahribatlarına eşlik eden adaletsizliğin ve sömürünün sindirilmiş veya atalete gömülmüş tanıkları olarak yurttaşlar, sayısal birimlerden fazla anlam ifade etmezken şimdi yazgılarına sahip çıkan özneler olarak yeniden siyasal alanın aktörlerine dönüşmektedir. Bu mücadelelerin gittikçe yoğunlaşacağı aşikârken daha önemlisi siyasal rejimlerin meşruiyet krizine ilişkin bir tür varoluşsal karşı itirazlar kümesini ifade etmektedir. Burada ismini arayan kurucu bir boşluğun oluşmakta olduğu belirgin. Badiou’ya başvuracak olursak, Marx siyasi düşünce için bir olay ise bu olay olma karakteri onun bir boşluğu yani ‘proletarya’ adıyla, ilk burjuva toplumlarının merkezindeki boşluğu adlandırmasına ilişkin aciliyeti keşfetmesi nedeniyledir.4Badiou, A. (2016). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme çev.: Tuncay Birkan, Metis yay, İstanbul s.73 Dolayısıyla ezilenlerin, ötekilerinin, işsizlerin, evsizlerin, cinsel farklılıkların, ekolojik tahribatın, hayvan haklarındaki ilkel bile olamayacak derecede şiddetin karşısında duran, adlandırılmayı hak eden bir potansiyel bulunuyor. Bu yüzden adaletsizliğin ve sömürünün norm haline geldiği yaşadığımız neoliberal dünyada bugün yurttaşların sayısal veri noktalarından, nüfus birimlerinden, pasif seçmenlerden veya algoritmik hedeflerden ibaret olmadığını gösteren yeni bir umut siyaseti, yeni bir ufuk ve yeni bir duygulanım politikasına ihtiyaç var. Ne düşüneceğimiz, neye korkacağımız, neyin umut olabileceğinin bile bizim adımıza önceden belirlendiği bir egemen söylemden uzaklaşmak önemli bir eksen gibi görünüyor. Hegemonik sınıfın jargon ve söylemini kullanmadan, medyasına alternatifler yaratarak hem analog hem dijital bir-araya gelme biçimlerini sahiplenen yeni bir birlikte-olabilirlik tecrübesini, kurucu bir duygu yoldaşlığını demokratik mücadelenin merkezine yerleştirmek gerekir. Bugün yeryüzünün ötekisi ilan edilmiş insanların bu demokratik mücadelenin odağına alınarak örgütlemesi umuda içkin bir strateji olacaktır. Çoğunlukla kişilerin kendi gündelik hayatına gömülüp saplandığı, haksızlıklara tepki vermedikleri veya adaletsizliklere karşı çıkmadıkları argümanları ile çerçevelenen tespitler bir imkânın yoksullaştırılmasını ifade etmektedir. Eğer kötü örneklere odaklanacak olursak politik bir seçeneksizliğin içinde geziniyor oluruz. Bu mücadelede filler ve çimen hikayesinden fazla bir sorumluluk, fazla bir imkân belirmektedir. Toplumun ötekilerini bir mücadeleye davet eden, emeklerine el konulmuş, adaletsizliğe uğramışları içerecek asli uğultuyu yüzeyin daha derinlerinde, uygarlığın ölülerinin sesinde buluruz. Tarihin büyük hareket yasasını keşfeden ve onu mübadele, sınıf çelişkileri bağlamında değerlendirerek emek sömürüsünün, eşitsizliğin temel dinamiğini açıklamak için kullanan bir mücadele yöntemi, stratejisi, kaynakları, aletleri için uygun erzak deposu ya da düşünmek, eylemek için “ambar” olarak kullanma kılavuzu var.5Marx, K. (2016). Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Dördüncü baskı, Çev.: Tanıl Bora, İletişim yay, Ankara.

Uzunca süredir liberal demokratik tahayyülün lütfu olarak değil ama emek mücadelesinin kazanımlarının unutulmuş bir sonucu olarak sandık siyasetini de içeren daha bütünlüklü, çoklu talep motifini merkezine yerleştiren politik kapsayıcı devinim kendini dayatmaktadır.

O halde doğru bir hakikat siyaseti ile birlikte-olabilirlik imkanlarını içeren siyasi, ekonomik ve kurumsal bütüncül bir umut siyasetinin aciliyeti aşikardır. “Eğer bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı” tespitleriyle dolu bir kriz, bunalım, belirsizlik, sarsıntı çağında yaşıyorsak krizlerin yıldırım çakışına benzer bir şok ile yeninin doğabilme potansiyeline sahip olduğunu da biliriz. Bu nedenle anaakım politik vaatlere kapılmayan, bir program ve hedefleri içeren hakikat yoluna/sürecine benliğini vakfeden, adalet ile eşitliği gerçekleştirme amacıyla stratejik programlar ve taktik prosedürlere ilişkin kurucu bir kopuş gerekir. Nitekim bu kopuş, hakikate içkin olayların ya da durumların içinde belirir. Ve çağın hâkim yollarını değil, kendi yolunu dayatır. Badiou’nun belirttiği üzere “Hakikat içkin bir kopuştur. ‘İçkindir’, çünkü hakikat başka bir yerde değil, durumun içinde ortaya çıkar; bir hakikatler cenneti yoktur. Kopuş’tur, çünkü hakikat-sürecini teşvik eden şey -olay- durumun egemen diline ve yerleşik bilgilerine göre hiçbir anlam taşımaz.”6Badiou, A. (2016). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, Çev.: Tuncay Birkan, Metis yay, İstanbul, s.52 Bunun aslında daha pratik ifadesi Castoriadis’ten gelir: “Söz konusu olan şey, zaten kullanılabilir olan bir yığın toplumsal imlemi yeniden örgütleyen, yeniden belirleyen, yeniden biçimlendiren, buradan yola çıkarak da onları başkalaştıran, başka imlemlerin oluşumunu koşullayan ve söz konusu sistemin toplumsal imlemlerinin neredeyse tümü üzerinde benzer etkilere yanlamasına yol açan merkezi bir imin ortaya çıkışıdır.”7Castoriadis, C. (2011). Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar?: Toplumsal İmgelem ve Kurum, 2. Cilt, Çev.: H. Tufan; I. Ergüden İletişim yay., İstanbul, s.328 Tüm toplumsal talebi, temel bir im ya da kurucu bir işaret etme biçimiyle örtüştürerek bir araya getiren içkin bir kopuşa ihtiyaç var.  Bu nedenle 19 Mart protestoları, Badiou perspektifinden ifade edecek olursam, verili durumu kırılmaya uğratan istisnai bir kopuş potansiyeli barındırmaktadır. Nitekim toplumsal hayatta üzerine konuşulanlar olarak “biz”in, halk, çokluk, ezilen sınıfların kendi gündemlerini de kapsayan kurucu bir boşluğa işaret etmektedir. Dolayısıyla anaakım televizyon ya da yeni medya evreninde çoğu yorumcu, uzman, kelli felli eski gazeteci, yeni youtube içerik üreticisi eşik kontrolörü Türkiye’de kapsayıcı bir politikadan umut kesmişken sokak protestoları bu politikasızlık denklemini yıkmış görünüyor. Bir yandan umudun kesildiği gençlik, yeniden siyasal bir özne olarak gittikçe tüm öncül ve “yaşlı” “ağabeylerine” inat, kendi en “güncel yeni”lerini dayatmış görünüyor. Diğer yandan uzun zamandır toplumsal deneyim alanında çeşitli dışlama rejimlerinin hüneriyle suskunlaştırılan ve sözleri değersizleştirilen bir “biz” tecrübesi gün yüzüne çıkaran atalet dağılıyor. Bu, bir eşik ya da olay olarak vuku bulacak şeyi adlandırma potansiyeli olan kurucu bir boşluk anıdır. Bu boşluğun kimin tarafından işaretlenerek adlandırılacağına ilişkin bir hakikat siyasetinin aciliyeti aşikardır. En iyi tanımlarını geleceği olmayanlar, adı konmamışlar, üzerine konuşulanlar gibi ifadelerde bulan insanlar için seçim retoriğine sıkışmış olmak ile geleceksizleştirilmek, umutsuzluğa mahkûm olmak arasındaki açmazın içinde “başka bir dünya mümkün” kıvılcımları sıçramaktadır. Bugün, dünyayı değiştirmek için onun tahayyülünü de değiştirmemiz gerekiyor. Bu da sadece yeni bir ekonomi ya da yeni bir temsil sistemi veya yeni bir söylem tarzı değil, topyekûn yeni bir varoluş tarzı inşa etmekle hemhal olmak demektir. Neoliberal öznenin yerini kolektif yurttaş tarafından doldurulacağı bir umut siyaseti mümkün olanın sınırlarında değil; olanaksızın olanaklılık sahasında belirdiği yerde başlar.  Asıl “kriz”, öznenin umudunu bir seçeneksizlik girdabında yitirmesinde belirmektedir. İşte burada “üçüncü hal” olanağı olarak devreye giren bir boşluk veya imkân belirir. Umudu siyasallaştırmak ve yeniden toplumsal umut olanağını geleceği kazandığımız bir alan olarak ele almak geriyor. Örneğin dayanışmanın ve mücadelenin yeni formlarını ne sadece analog sokak bloklarından ne de salt dijital sosyal medya gruplarından ibaret saymalıyız. Bir “crypto-solidarity” gibi gönüllülerin koordinasyonu, mahalle meclislerinin hibrit örgütlenmesi, alternatif medyanın yaratılması ve başka bir söylem örüntüsü yaratılabilir. Başka açıdan büyük “alet kutusu”ndaki şeyleri yeniden kurmak yerine insanların gündelikliğini kuran hakikat prosedürlerinden, yaşantılarının mikrofizik huzursuzluklarından başlanabilir.

Şimdi soralım kendimize bir seçeneksizlik ideolojisine esir mi olacağız ya da sandık siyasetine içkin bir karşıtlıkla tahakküm altına alınan güncel talepleri bir stratejik düzenek biçiminde başka bir dünya hayalinin parçası mı yapacağız? Dağınık biçimde olsa da aklımdaki “üçüncü hal” tam da bu soruların cevabıyla ilgilidir; bir seçeneksizliğe mahkûm olmak yerine, kolektif “başka” bir toplumsal motif yaratma umuduna tutunma pratiği çerçevesinde bir hakikat yaratma eylemidir. Bugün toplumsal mücadele ve tahayyül ufku açısından büyük bir kırılma noktasındayız. Seçim sandıkları, sokak mücadeleleri ve dayanışma ağları dolayımında geçen deneyimler bize ya üçüncü halin olanaklarını kavramayı ve onu yaratmayı ya da seçeneksizliğin pençesine teslim olmayı dayatacaktır. Umut siyaseti, barbarlığın gölgeleriyle mücadele ederken karanlığın kalbindeki savaşta yalnız olmadığımızın farkında olmakla başlar.

Notlar

(1) Havien, M. (2018). Radikal Hayalgücü ve İktidarın Krizleri: Kapitalizm, Yaratıcılık, Müşterekler, Çev. Kübra Kelebekoğlu, Sel Yayınları, İstanbul, s. 9

(2) Badiou, A. (2011). Tarihin Uyanışı, çev. Murat Erşen, Monokl, İstanbul. s.26

(3) Badiou, A. (2011). Komünist Hipotez, Çev.: Oylum Bülbül, Encore yay., İstanbul, s. 190

(4) Badiou, A. (2016). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme çev.: Tuncay Birkan, Metis yay, İstanbul s.73

(5) Marx, K. (2016). Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Dördüncü baskı, Çev.: Tanıl Bora, İletişim yay, Ankara.

(6) Badiou, A. (2016). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, Çev.: Tuncay Birkan, Metis yay, İstanbul, s.52

(7) Castoriadis, C. (2011). Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar?: Toplumsal İmgelem ve Kurum, 2. Cilt, Çev.: H. Tufan; I. Ergüden İletişim yay., İstanbul, s.328

Bunları okudunuz mu?