“İçeride” Hepimize Yer Var mı?

Nazi kamplarına yerleştirilen muzır yurttaşlar yani “dışarıdakiler”, insanlar olarak değil, Hitler’in ilan ettiği gibi, “bitler olarak”, çıplak hayat olarak yakıldılar. Peki bugünün “içeri alınmalar”ı Foucault, Agamben ve Arendt gözüyle ne anlama gelir?
Okuma listesi
Editör:

“İçeri” ve “dışarı”nın diyalektiğinin izi, gerçekliğin ve hakikatin içerisine hapsedildiği Platon’un meşum mağarasına veya kendini ancak dışarı ile bir karşılaşma sonucunda kuran Hegel’in tanınma mücadelesindeki özbilincine, hatta belki Klein’ın dışarıdaki nesneyi içeriye alan hırçın yavrusuna, Derrida’nın içerinin kapılarını dışarı açmasıyla patlak veren konukseverliğine dek sürülebilir.

Ancak bu yazı daha dertli bir yerden, görünümler alanı olarak kamusallığın kaşifi Arendt’e, içeri ile dışarı arasındaki sınırları gözetim toplumu üzerinden okuyan Foucault’ya ve Nazi kamplarına dair biyopolitik bakışı bugünü anlamak için önemli bir izlek sunan Agamben’e kısa bir bakış sunacak yalnızca. Nihayetinde bugün “içeride olma”nın ve “dışarıda bırakılma”nın ne anlama geldiğiyle sonuçlanacak.

“İçeride olma” Türkçede mahpuslukta olduğu gibi bir tür borçlu olma halini ifade eder. Diğer bir anlamda ise “içeri” bir tür sınıfsal çelişkiye işaret eder, dışlanarak içlenenler olarak ötekilere ve muktedirlere. Ancak devingenliği ve hoyratlığını ele verir bir kökenle “taş”tan türeyen “dışarı”nın daima “taşma” gibi kötü bir huyu vardır (taşra gibi).

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek geçmişe dönelim: Marksist bakış bugünü tarihsel olanın dolayımında okumayı gerektirir ve bugün “içeri alınmalar”, “her şey mümkün” ilkesince çıplak hayat olarak görülen toplumsal yaşamı sermaye ve imtiyazlılar lehine biçimlendirme uğruna, kamusal yaşamın topyekun bir karşıdevrimci tasfiyesi projesidir. Bugünün olaylarını sona saklayıp, “içeri” ve “dışarı” kavramları üzerinden biraz geriye gideceğiz.

Arendt: Kötülük modusları

Eichmann: “Führerworte haben Gesetzeskraft [Führer’in sözleri kanun demekti]”.

Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı

Arendt’e göre insan “dışarıdaki” dünya ile bir ilişki kurma çabasına girmeksizin bir toplumsal ağ içine doğar. İnsanları birbirine bağlayan ve dünyasallığını gerçekleştirdiği bu ağ “kamusallık”tır. Arendt, “İktidar, kamusal alanı, eyleyenler ile konuşanlar arasındaki potansiyel görünüm alanını varlığa çağıran ve varlığını sürdüren şeydir” der. Arendt’in içine doğduğu ve yalnızca hayatını değil zihin yaşamını da şekillendiren iktidara ilişkin bu deneyimleri olacaktı.

Kendisini mutlak tahakkümün veya totaliter iktidarların motiflerini sorgulamaya iten de insanlığın kalbinde açılmış ve geri döndürülemez birer yara olarak gördüğü kamplar olacaktır, Meyer’in deyişiyle “artık insanlar, düşünmeye bile cesaret edemedikleri insanı dehşete düşüren korkunç şeylerin olmadığını varsayamayacaktır”.

Nazilerin altı milyon insanın imha mekânizmalarıyla yok etmesinin ilk elden tanıklarından olan Hannah Arendt bir yerde “bu olmamalıydı” derken aslında Nazizmi yaratan koşullara imkan verilmesine hayıfla “bu olmayabilirdi” der. Arendt’in bir gözlemini bununla birlikte okuyabiliriz: Totaliter yönetimi destekleyen ve sağduyunun kabul etmeyi ısrarla reddettiği ilke kamp alanlarında tamamen ortaya çıkıyor; bu ilke “her şey mümkün” ilkesidir.

Kötülük, tıpkı iyilik gibi bir eşik ve Holokost’la birlikte insanlık geri dönülemez biçimde bir kötülük kipini açmış oldu. Tıpkı Kabil’in indirdiği taş gibi, tıpkı Filistin’de yaşanan soykırımı o büyük kötülüğe vurmamız gibi, tüm kötülüklerin kendisinden pay aldığı kötülük modusları insanlık tarihinde belli olaylarla maluldür. 

Foucault: Kapatılma mekânı olarak “dışarı”

“Egemenlik, sadece içine alabildiği şeylere hükmeder”

Deleuze-Guattari

Foucault’ya göre iktidar “toplumsal istikrara yönelik tehdit” olarak, kısaca “muzır” gördüklerini “içeri” alarak, “dışarı”dakileri denetim altında tutmak ister. Bu nedenle hapishane suçu ortadan kaldırmayı değil, yeniden üretmeyi amaçlar. Böylece iktidar, ceza aracılığıyla toplumu terbiye, disipline eder. Ancak modern ceza sisteminde işler değişmiştir, celladın yerini iktidar teknolojisinin teknisyenleri almıştır, bu ise beraberinde “makul dışarıdalık”ın üretimi için aşağıda kısaca değineceğimiz “kendilik teknolojileri”ne dayalı bir özneleştirme sürecini beraberinde getirmiştir.

İktidarın değişen yapısı, içeri ve dışarıyı da yeniden her adımda yeniden tanımlar. Dışarı esasında kamusallığın vaatleri üzerinden ilerler ancak bu vaatler öznenin yeniden üretim sürecinin özgürlük ve bireysel kurtuluş ekonomisi yoluyla üzerinin örtülmesinden başka bir şey değildir. Öznenin öznelliği kendisine bırakılamayacak kadar kıymetlidir sermaye açısından, Marksizmin, üretim ilişkilerinin tüm tinsellikle birlikte bilinci belirlemesi pratiği tam da bunun ifadesidir. Bedenin disipline edilmesi ve denetimi aynı zamanda üretkenliğin yani emeğin denetimidir.

Duygulanımlar, yakınlıklar ve bağlılıklar kapitalizmden azade değildir, tüm bir öznel yaşam sermayenin makul vatandaşının terbiyesinden geçmek zorundadır. İşte tam da normal ve anormal, makul ve muzır yurttaş arasında çekilen sınır burasıdır. Kaç çocuk yapacağınız, kaçta yatıp kaçta kalkacağınız, kiminle nasıl sevişeceğiniz tek tipleştirilmiş disiplin toplumunun ve sermayenin istendik davranış kalıplarına göre şekillenmeli, aksi halde cezalandırılmalıdır. Kısacası “içeri” gözetim kapitalizminin makul vatandaşlığının teminatıyken, “dışarı” norm dışı olanın ve muzırlığın tehditkar bölgesindeki yaşamdır.

Agamben: Çıplak hayat veya kamplar nasıl doğdu?

“…sie waren eines Tages da. [… bir gün baktık ki orada burada kamplar vardı.]”

Agamben, Kutsal İnsan

Agamben içeri ile dışarı arasındaki sınırları çizenin, egemenin istisnayı belirleyen kararı olduğunu söyler, “bu aynı zamanda belirli alanlara belirli kuralların tahsis edilebildiği mekânı yaratan şey”dir. Agamben yalnızca kampların klasik siyaset felsefesinin geri dönülmez sonu olduğunu ilan etmekle kalmaz, daha da ileri gider: Batı’nın temel biyopolitik paradigması kent değil kamptır der. Kent ile hanenin, biyolojik bedenimiz ile siyasal bedenimizi birbirinden ayırma imkanının sonsuza dek elimizden alındığı mekânlardır buralar: “Kamp, istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan mekândır.”

Egemen, hayatın değerine ya da değersizliğine, yani yaşanmaya değer hayata hükmeden kişidir, bu homo sacer’in çıplak hayatıdır. Kamplara yerleştirilen muzır yurttaşlar tamamen çıplak hayata indirgenmiş bir haldedirler. Yahudiler, insanlar olarak değil, “Hitler’in ilan ettiği gibi, ‘bitler olarak’, yani çıplak hayat olarak yakıldılar”.

Agamben’in biyopolitik okuması esasında hak temelli siyasal özgürlük anlayışına temelden bir itirazdır. Aynı zamanda neredeyse birer mesel olarak sunulan imha kamplarına dair bugüne yönelen önemli bir ihtardır: Çıplak hayatın belirlenmesi siyasetin ana ilkesi haline dönüştüğü sürece Nazizm ve faşizm hayatımızın bir parçası olmaya devam edecektir.

Agamben ilginç şekilde Nazilerin biyopolitikasını tanımlayan kavramın “ırkçılık” değil “hayatın gözetimi” olduğunu söyler. Bu bağlamda ele aldığı ötenazi uygulamalarına dair bugün de düşünülmeye değer bir soru sorar: “Piskoposlar programı tartışmaya açtıkları zaman nasıl olmuştu da tıp çevrelerinden hiçbir tepki gelmemişti?” Bu diğer bir soruyla bağlantılıdır:  “Kamplarda işlenen vahşetle ilgili olarak sorulması gereken soru, insanlara böyle bir vahşetin nasıl yapılabildiği şeklindeki ikiyüzlü soru değildir. Daha dürüst ve en önemlisi de, daha faydalı olan şey, kampı doğuran hukuksal prosedürlerin ve iktidar dağıtımının sonuna dek sorgulanmasıdır. Yani bu nasıl bir hukuksal düzen ve nasıl bir iktidar dağılımıdır ki insanların her türlü hak ve ayrıcalıkları tamamen ellerinden alınıyor ve bu insanlara yapılan hiçbir hareket suç sayılmıyor?”

Sonsöz: Kamusallığın tasfiyesi egemen aklın karşıdevrim projesidir

“Değeri belirleyen kişi eo ipso daima değersizliği de belirler.”

Carl Schmitt

Biyopolitik okumanın özneleşme ve iktidarın heryerdeliğine dair açıklaması neredeyse başka bir yola imkan vermez derecede bir çıkmaz görüntüsü vermesine karşın, her şeyin başlangıcı ve bu kısa düşünsel gezinin sebebi olan sorumuza dönelim: “İçeride hepimize yer var mı?” Yukarıda da gördüğümüz üzere, yok, çünkü egemen akıl kendilik tekniklerini ve emeği denetimi altında tuttuğu sürece, hiçbir zaman hepimizi “içeri” almak gibi bir tedbire ihtiyaç duymayacaktır.

Kısacası “dışarı”yı hizada tutmanın aracı olarak “içeri” anlatısı ve yaşamaya değer olanın karar merci olarak kendini gösteren egemen karşısında “yaşamı yaşamaya değer kılan nedir?” sorusu etrafında yeni bir özneleşme ve değer sürecini oluşturma en temel özgürleşme momenti olacaktır. Burada önemli olan cevap değil bir direnme modusu olarak değer arayışının kendisidir.

Tarihin tekerleği her zaman ileri dönmese de, onu döndüren aklı küçümsemek veya “akıl tutulması”, “bu kadarı da olmaz” nidalarına kurban etmek, bugünü tarihsel olanın dolayımıyla okuyamamanın ve egemen aklın kendi diyalektiğini işlettiği bir sürecin içerisinde olduğumuzu görememenin sonucudur. Bunun bedeli ise egemen aklın çemberine sıkışmak ve direnişi örecek araçları üretememektir.

Nazizmin ve toplama kamplarının bugüne söyleyeceği en önemli şey, egemenin “her şey mümkün” ilkesini işlettiği ve ağzından çıkanın hukuk olduğu bir yapının tehlikeleridir. Agamben’in de işaret ettiği üzere, burjuva demokrasisinden totaliter devlete dönüşümün hızı gibi, çıplak hayat üzerindeki kontrol ve disiplin mekanizmalarının boşa düşürülememesinin ileri noktalarının neler olacağını öngörebilir bir kuramsal çerçeve ortaya koymak zorundayız.

Bugün yaşadığımız şey artık kurumsal tasfiye sürecini tamamlamış bir karşıdevrimci rejimin kamusallığı topyekûn tasfiyesi ve halksızlaştırılma sürecidir. Çoğunlukla yalnızca sekülerizm üzerinden okunsa da, yaşadığımız şeyin sınıfsal ve toplumsal bir tam kapatılma halinin ön adımları olduğunu görmek durumundayız. Ve buna karşı belli kötülük uğraklarının artık geçildiği akılda tutularak, yalnızca direniş alanları ve mekânları değil, küçümsemeden, her yüz yüzeliğin ve bir-aradalığın çoğaltılmasının araçları üretilmek zorunda.

Kutsal olan yaşamın kendisi bile değildir, yaşamı yaşanmaya değer kılan değerlerdir. Marksizm bu yüzden büyük oranda etikle ilgilidir. “İçeride hepimize yer var mı?” sorusu, “Dışarı bugün ne kadar bizim yurdumuz?” ve de “Yaşamı yaşanmaya değer kılan nedir?” bağlamında düşünülmelidir.

Kaynakça

Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2020

Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. M. A. Kılıçbay, İmge, 1992

Foucault, Özne ve iktidar, çev. I. Ergüden & O. Akınhay, Ayrıntı, 2014.

Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, çev. Özge Çelik, Metis, 2022.

Mehmet Bayır, “Michel Foucault’da Biyoiktidar ve Benlik Teknikleri”, Nosyon, 2020.

Thomas Meyer, Hannah Arendt Kimdi?, çev. Özlem Kırtay, Ebubekir Demir, Lejand, 2025.

Bunları okudunuz mu?