Her metin bir şeyler umar. Umudun tekhnesi ise eylemdedir ve her eylem bizatihi umuttan mamuldür. Yapma etmeler dünyası bir var kalma mücadelesine tarihlense de eyleme yaşam soluğunu yine umut verir. Harf dediğimiz lekeler hayat hatırına yan yana gelir. Boş iyimserlik marşları değil, “boşu boşuna” kurulan dünyaların şarkısı duyulur biz yazdıkça. Şu an okuduklarınız da sesini ve hevesini o yeni sokaklardan alıyor, birbirine bağlandıkça bize yeni görünenlerden…
Aşina topraklardan, kol kola vermiş yeryüzünden hayrete ve umulmadık düşlere yollar vardır. Biz yürürüz. Yabancı yüzlerden, unutulmuş dillerden bildiğimiz acayiplikler sezilir. Biz yürür; kaybolup, kaybolup yine yürürüz. Hem “yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir” değil mi? Belki böylece bir anlamı olur “yazı” denen şeyin ya da manidarlık kâbuslarından kurtulmanın yolu bulunur. Geçmiş-gelecek hesaplarınıza sıkışan bezgin bir şimdi yarattı analojileriniz; yeter, deriz. Muhasebe cetvellerine tutturduğunuz hikâyeler su sızdırıyor aloo, ayol küfürden yelekler giydirip başımıza diktiğiniz hikâyeler alt üst oluyor beyler; der ve yürürüz. Sana böyle tiratlar atmayı kim öğretti İlkerciğim? E hayaat, de. De ki gülsün sana Rosinante, bahçesinde yel değirmenlerinin. Nitekim hâlâ kaldıysa perişan bir peripeteia; Saraçhane’deki manolyalara, oraya İstanbul Üniversitesinden yürüyen gençlere kulak versin: Bütün mümkünlerin kıyısındayız.
Olası evrenler kurmacalardan doğru açılır ama bir ayağı hep hayatın olumsallığına basılıdır. Bize, uzak görünen dünyaların yanı başımızda dönebileceğini hatırlatır. Gel gör ki mimesis bu, sağ gözünle benzettiğin hayata sol göz kanmayacak: Şu yalan dünya başka türlü dönecek. Ne güzel uydurma. Güzelliği Aristoteles’in de söylediği gibi çocuk bakışımızda. Yalnızca tragedya değil genel olarak sanat hakkında olan Poetika’da ilk deneyimlerimizi taklit yoluyla kazandığımıza dikkat çeker. Tabii, öğrenmeden duyulan haz ömrün çocukluğuyla sınırlı değildir. Sanat eserlerinden kalkıp bizde yankılanan, içimizi doldurduğu gibi boşaltan ilanihaye bir “Bu o!” ile dolaşırız dünyayı. Bilmeden de bildiğimiz, adını koyamasak da kapıldığımız; kurmacanın rüzgârlarıdır. Onun iklimi yalnızca logosun anladığı dilden konuşmaz çünkü dünya ile kurduğumuz ilişki “anlamak”tan ibaret değildir ve kurmacalar bunu bilir: “Daha önce görmedikleri bir şey taklit edilmişse, resim bir taklit olarak haz vermez de, işçiliğinden, renginden ya da buna benzer başka bir nedenden dolayı haz verir.”1Aristoteles, Poetika -Şiir Sanatı Üzerine- (Çev. Ari Çokona ve Ömer Aygün), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2022, s. 9. İşte bu cereyan aisthesisin üzerindeki kapıları aralayarak biz fanilere başka bir güzellik daha yapar. Onu sanat felsefesindeki güzellik tartışmalarıyla sınırlamayarak kanlı canlı, ölümlü bedenlerin algı ve duyumlarına teslim eder. Öte yandan bu özgürleşme; kurmacalarda, bilhassa da tiyatroda zihin ve dahi bedenlerimizin teslimiyet ilişkilerinden kurtuluşunu müjdelemez.
Mimesisi hayatın defolu tekrarından başkası olarak görmeyenlerin karşısında bugünlerde İzmir’den bir duvar yazısı bütün müdanasızlığıyla duruyor: Bizi Rezil Bir Geleceğin Kölesi Sandılar. İstanbul Üniversiteliler polis barikatlarını yıkmadan, Kadıköy Anadolulular okul duvarlarını aşmadan öncesiyle sonrası bir mi? Aynı hayat mı? Oturdukları betonu okul bahçesi yapan Eyüpsultan Anadolulular gözle görünenin ötesine nasıl bakıyor dersiniz? Ya tiyatro? Temsil etmeye kalktığı hakikati daha yolun başındayken egemenlerin ufkuna teslim etmeye eğilen tiyatrodan ne haber? Veya şöyle soralım: Hocalarının yoklamasını alan Adana Anadolu ile “Hocam Koltuğa Siz Oturun Biz Yerde Rahatız” diyen Nişantaşı Anadolu öğrencileri arasında yeşillenen bağlar birbirinin temsilcisi olmaktan mı güç alıyor? Hem kendileri hem birbirleri için mücadele eden gençlerin özgür ve beraber direnişi temsiliyet ilişkileri ile tarif edilebilir mi? Mülksüzleştirme Ağları’nın2https://mulksuzlestirme.org/ da ortaya koyduğu gibi her yeri saran sermaye-iktidar ilişkilerine karşı büyüyen birleşik mücadele nasıl bir estetik yaratır? Peki tiyatro alnına çattığı temsil perdesinden başka nedir? Eh, Dionysos’un bildiğini birbirimizden saklayacak değiliz: Tiyatronun başı biraz dumanlıdır; sahnede durduğu gibi durmaz, olası evrenlere taşar. Theoriadan sızıp theatronda demlenen bir delişmen yol elbet polisten, yaşamı birlikte kurmaktan geçer. Bu yüzden tiyatro egemenlerin olduğu kadar gönlü gördüğüne katlanmayanların, gördüğünü hakikat bilmek şöyle dursun hakikati hiçbir tekele teslim etmeyenlerin, ezcümle, o polisi, çocuğu olduğu yeryüzünün bir parçası olarak görenlerindir. Buradan uç veren çoğul estetik başka başka karşılaşmalara açılır ve karşılaşmalar işteştir; bilgisi etkileme-etkilenme imecesinde tezahür eder.

Ritüellerin uslu hemşehrisi diye belletilen tiyatro, baktığımız yere göre, diğer kurmacaların meraklı yoldaşıdır da nerede filiz vereceği kestirilemez. Hakikaten de bakılan yer anlamına gelen theatron, theoria ile aynı kökü paylaşır ve Özlem Hemiş’in hatırlattığı gibi hakikati dünyanın dolambaçlı yollarında arar:3Özlem Hemiş, Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni, İstanbul: VakıfBank Kültür Yayınları, 2020, s. 16.
Bakmak, seyretmek ya da gözlemenin, bir anlık bakış ve bakışın çekilişi olarak değil, o bakış dolayımıyla bir yolculuğa koyulma ve düşünüm olarak ele alınması gerekir. Bu nedenle felsefi metinlerde theoria daha çok bu süreci hissettiren, Arapça kökü meşy -yürümek- olan Farsça birlikte gitmek anlamındaki temaşa sözcüğüyle karşılanmaktadır.
İnişler ile çıkışlar dramatik kurgunun olmazsa olmazı olabilirler ama görülebileceği gibi theatronda bunun hayrına yer kaplamazlar. Onlar hayal edebileceğimiz tüm yollar arasında bir yön ve ancak diğerleriyle beraber tiyatronun göz bebeği, mahiyeti olarak var olurlar. Orada güzergâh daima bizden başkasına çevrilidir ama unutmamak gerekir; dünya yuvarlaktır ve o yollar döner, bizi de çevirir. Mimesisin dönüştürücü potansiyeli başka olana duyduğumuz merakta sürgün verir. Öğrenme arzusu temaşaya davet ettiği gibi seyrettiğimiz şeyin o “şey” hâline nasıl geldiğini ve onu o “şey” yapanın ne olduğunu keşfe de çağırır. Üreterek öğrenir, öğrendikçe “olmayacak” dünyalar kurarız. Böyle böyle kurulu düzenlerin küflü hükmü bükülür, kurmaca sandığımız evrenler yeniden ve yeniden mümkün görünür. Belki döner diye kurduğumuz devranlar ilk bizim başımızı döndürür. Zaten içimiz dışımız alt üst olmuşken yılgınlık ve hayal zikzaklarından örmeye devam ettiğimiz yolun kendisi bir âlemdir.
Tiyatronun ne âlem bir şey olduğunu onun ne menem bir iş olduğuna bakarak açıklayan Aristoteles’in başlattığı uzun hikâye, baht dönüşlerinden birini Bertolt Brecht ile yaşar. Sıklıkla kendisine yakıştırılan parmak sallama jestleri yerine Brecht, tiyatronun özündeki eğlenceyi ortaya çıkaracak gestusların peşindedir. Ona göre tiyatro, iki bin beş yüz yıl önce kendini ve telosunu eğlencede bulmuştur. Dinsel kökenlerine ait ölü deriyi bu haz sayesinde sıyırmıştır. “Tiyatrodan bundan fazlasını istemek ya da bundan fazlası için tiyatroya izin vermek, ancak insanın kendi amacını ucuzlatır.”4Bertolt Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: Mitos Boyut Yayınları, 1993, s. 28. Tiyatro İçin Küçük Organon’da, çağdaş seyircinin tiyatrodan aldığı hazzın geçmişe göre önemli ölçüde azalmasından dolayı mevcut tiyatro estetiğinin değişmesi gerektiğini savunur. Aristotelesçi olmayan bir dramanın poetikasını yazdığı kitap için bu başlığı seçmesi tesadüf değildir. Mantığı bilmeye götüren araç olarak gören Aristoteles’in mantıkla ilgili eserlerine sonradan verilen Organon ismine nazire yapmış ve “bilimsel çağ”ın nasıl bir tiyatroya ihtiyaç duyduğunu tıpkı Poetika’daki gibi sırasıyla ortaya dökmüştür.
Öyküyü tragedyanın “âdeta ruhu”5Aristoteles, 2022, s. 17. olarak gören Aristoteles gibi Brecht de onun “teatral gösterinin yüreği”6Brecht, 1993, s. 91. ve eğlencenin kaynağı olduğunu ifade eder. Ne var ki öyküyü inşa etme yani olayörgüsünü oluşturma biçimleri birbirinden oldukça farklıdır. Poetika’ya göre “olmuş şeyleri değil, olabilecek şeyleri, yani olanaklı şeyleri olasılık ya da zorunluluk esasına göre”7Aristoteles, 2022, s. 23. anlatan öykü, acıma ve korku duygularından doğan tragedyaya özgü hazzı uyandırmalı ve ardından bunların katharsisini yani olayörgüsünden “tahliye”sini sağlamalıdır. Ortaya çıkan birlikli ve bütünlüklü yapı Aristoteles’in evreni ezelî ve ebedî gören felsefesiyle uyum içerisindedir. Brecht’in itirazı ise en temelde bu dünya görüşüne ve onun getirdiği özdeşleşmeye dayalı seyir alışkanlığına yöneliktir. Bilim çağı insanının üretici gücünü hiç olmadığı kadar doğadan faydalanmak için kullanabildiği fakat aynı dönüştürücü gücünü toplumsal eşitliği sağlamak üzere harekete geçiremediğine dikkat çeker. Burjuva çıkarına bağlı tiyatro geleneğini illüzyonist kılan da bu büyük çelişkiyi görmezden gelmesidir. Dolayısıyla çağın tiyatrosu var olan toplumsal düzenin evrensel ve değişmez değil aksine belirli toplumsal koşulların ürünü ve çelişkilerle dolu olduğunu göz önüne sermelidir. Olaylara belirli bir mesafeden bakmayı gerektiren ve “eleştiriyi, yani üretkenliğin o büyük yöntemini bir neşe kaynağına dönüştüren tiyatro”8Brecht, age., s. 49. ile “öğrenme eğlenceye, eğlence de öğrenme eylemine dönüştürülebilir.”9Brecht, age., s. 107. Çelişkilerden işlenmiş gerçeği açığa çıkaran böyle bir öykü, seyircinin başka türlü bir hayatı düşlemesine ve “sanatların en büyüğü olan yaşama sanatına” katkıda bulunabilir:10Brecht, age., s. 46.
İnsanların toplumsal yaşamına ilişkin betimlemelerimiz, ırmakların akışını düzenleyenler, ağaç yetiştiriciler, taşıt yapımcıları ve toplumu köklü biçimde değiştirenler için yaratılmıştır; bizler, bunları tiyatrolarımıza çağırmakta ve onlardan, bizim yanımızdayken zevkli uğraşlarını unutmamalarını isterken, gönüllerince değiştirsinler diye dünyayı onların düşünce ve duygularına sunmaktayız.
Ama usanmadan söyleyelim: Karşılaşmalar işteştir ve etkileme-etkilenme imecesinde tezahür eder. Yeryüzünün ev sahipliğini tiyatrocuların da hatırlaması, buradan öğrenmeye açık olması gerekir: Beraberliğin bilgisi sınıfsal mücadele ile edinilir.11Brecht, age., s. 79.
Kimileri, ücret konusu bir kez çözüme bağlandıktan sonra, sanatı en yüksek doruklara yerleştirdiklerinden, bu davranışı küçültücü bulabilirler; gelgelelim insanlar için en üst düzeydeki kararlar, havalarda değil, ama yeryüzünde, kafalarda değil, ‘dışarlarda’ verilir.
Polisin geleceği eylem ile çizilir: “Haksızlık varsa bir yerde eğer, ayaklanmalı insanlar/Ayaklanma olmuyorsa, batsın o şehir yerin dibine,/Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan!”12Bertolt Brecht, Bütün Oyunları Cilt 8: Sezuan’ın İyi İnsanı (Çev. Özdemir Nutku), İstanbul: Mitos Boyut Yayınları, 1999, s. 192. Değiştirmek istediğimiz düzen kahramanca değil ama beraberce devrilir. “Ne yazık o ülkeye ki, kahramanlara muhtaçtır.”13Bertolt Brecht, Bütün Oyunları Cilt 7: Galilei’nin Yaşamı (1955/56 (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: Mitos Boyut Yayınları, 1997, s. 256. Kolektif belleğimizde unutulmaz bir yer tutan ve özellikle son iki ayda oraya âdeta kazınan “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz” dizeleri de böyle bir beraberliğe seslenir. Sokaklarda bu denli sık duyulmasının önemli bir nedeni taşıdığı ortaklaşma jesti olsa gerek. O, dışarının tansiyonuna ve tüm dışlanmışların selamına karşılık gelir. Ne yazık ki sözcüklerinin sahip olduğu iç ritmi, meydanlarda safdil bir umursamazlıktan “Ya sev ya terk et” tonunda bir faşizme kadar uzanan aralıkta ayrımcılık pratiklerine alet edildi. Halbuki ne bu dizeler ne de şiirin bütünü böylesi bir şiddeti umar. Sözcüklerinin ateşli olduğu doğrudur ama o çaresizlikten büyüyen umudun sıcaklığıdır. Metnin başında alıntıladığım şiirin Abdülkadir Meriçboyu’dan ve Asım Bezirci’den farklı bir çevirisini yaparak, onda duyduğum varlık-yokluk mücadelesini daha da görünür kılmak istedim çünkü hiç olarak görünenlerin tüm ezilenlerle birleşme iradesinin ve var kalma mücadelesini onurlu bir yaşam mücadelesine dönüştüren direnişlerinin verdiği umuttan bahsetmeyi arzu ettim. O umudun taşıyıcısı olan eylemliliğin nasıl bir estetiği olabileceğini birlikte tahayyül edelim istedim.
Şiirdeki “herkes” veya kulağımıza daha güzel gelen hâliyle “hep beraber” çoğullukların bir aradalığını duyurur, yoksa çoğunluk-imdat hattına hizalama harekâtı değildir niyet edilen. Şiirinde bulunan özgürlük, Brecht’in tiyatrosunun da vazgeçilmezidir. Hem metin yanında ışık, dekor, kostüm gibi tiyatronun diğer bileşenlerine açtığı alan ile tiyatrosallığa vurgu yapması hem de dramaturji çalışmasını hantal masalardan sıyırıp oyun çalışması boyunca devam eden ve tüm ekip üyelerinin katılabildiği bir süreç hâline getirmesi onun estetiğini canlı kılar. Canlı çünkü ürettiği düşünselliğe ait duyulur formları araştırır. Sahne ögeleri arasında kurduğu yabancılaştırma ilişkisi, oyuncuların gestusları, halk tiyatrosu ve şarkısı örnekleri ile seyircisinin yalnızca zihnine değil tüm bedenine seslenir. İçinden çıktığı dünyayı dönüştürebilmesi yani esasen sanatını icra edebilmesi ancak böyle mümkün olur. Zira sanatçı ile alımlayıcının hayal ortaklığı bedenden bedene kurulur.
Türkiye’de Batı tarzı tiyatronun tarihi kadar eskiye giden bir “seyirci problemi”nden söz edilir. Her ne kadar sorun ilk başlarda bize yabancı olduğu söylenen bir geleneğin dayatılmasına yorulsa da Tanzimat Fermanı’ndan bu yana yüz seksen beş yıl geçmişken Batılı tiyatro serüvenimizde yolun başında olduğumuz söylenemez. Herhâlde. Bugün hâlâ ben ve yakın çevremdeki pek çok genç tiyatrocu salonları dolduramamaktan şikayetçi. Boş koltukların bir kısmı yapılan işlerin niteliği veya popülerliğiyle açıklanabilir. Peki ama geri kalanı? Ya da var olan seyircimizin kriz zamanlarında ilk bizi terk edişinden yakınırız, ki haklıyızdır da. Bahtsızızdır da adına “bu topraklar” dediğimiz umut ve kahır coğrafyası başını kritik dönemeçlerden çevirip de hâl hatır sormaz pek. Seyirci sayısında dönem dönem bir ivme veya kültür politikalarının yarattığı kopuşlar görülebilir ama tiyatromuz, böyle bir “bütün”den söz edebiliyorsak şayet, oldum olası kendi seyircisini oluşturamamak gibi kronik ve ölümcül bir problemle baş etmeye çalışıyor. Teşhisinde zorlanmayacağımız bu zafiyetin estetik sebepleri olabileceğini düşünüyorum.
Elbette ikiliklerle düşünmek ve hele hele bunlardan kıssa çıkarmak beyhudedir. Aristotelesçi ve anti- Aristotelesçi dram geleneğinden bahsederken niyetim kurmacalardan hareketle hayal kurmanın yollarına bakmak, bunlardan birbirine pek benzemeyen ve biraz da netameli olan ikisini biraz kurcalamaktı. Kurmacayı gerek doğanın gerek toplumsal ilişkilerin üretkenliğinden hareketle inşa etsin veya ister tesis ettiği temsil ilişkileriyle özdeşleşmeci bir bakış talep etsin ister çelişkileri ortaya döken gestuslar ile yabancılaştıran bir seyir sunsun, iki tiyatro geleneği de içinde bulunduğu gerçekliği olduğu gibi kabul etmeyip, onu dönüştüren bir estetik yaratır. Seyircinin duyumlarına seslenen ve başka dünyaların mümkün olduğunu söyleyen formlar bulur. Kendini büyük ölçüde içerik tartışmalarıyla sınırlandırmış “tiyatromuz” ise seyircisine hitap edeceği estetik formları sokaktaki insanların direnişlerine bakarak14İlgilenenler için, Burak Üzümkesici, toplumsal hareketlerden nasıl estetikler ortaya çıkabileceğini Gezi ve Devrim İçin Hareket Tiyatrosu bağlamında oldukça incelikli iki farklı yazıda araştırıyor: https://www.e-skop.com/skopdergi/koksuz-bir-estetige-karsi-devrim-icin-hareket-tiyatrosu/3504 / https://www.e-skop.com/skopbulten/toplumsal-bedenden-cikan-tekinsiz-sesler-gezinin-estetigi-ya-da-tik-tik-tik/3803 bulabilir belki. Ama önce dışarıyı alışık olduğu üzere bir konu, mesele veya anlatılacak hikâye olarak görmek yerine sadece devam eden mücadeleyi seyretsin. Belki tam burada, laf pişirip laf taşıran oyun yazarları dahil olabilir? Sonra oradaki üretici gücü ve dönüştürücü potansiyeli görsün, hazırsa bunun bir parçası olsun. Onu kopyalamak için değil tabii. Belki tam şimdi, mizansen vermekte de onları Avrupalardan ithal etmekte de pek mahir yönetmenlerimiz bize katılabilir? Ama kolay mı bütün bu canlılığı bir hikâyeye sığdırmak? Ayrıca kime anlatıyorsun? Millet olmuş hikâye… Sahi direnenler artık hikâye dinlemek istemeyenler değil mi? Seyir ilişkisini alt üst edenler? Pekâlâ, şimdi ve burada tiyatro ne ola ki? Ben, biz onun içinde niye olalım? Kimle birlikte, kime ve neden? Belki tam da şimdi ve burada, retorik sorulardan bıkmayan dramaturg ve eleştirmenler gelir? Ve diğerleri… Ve biz yürürüz. Bırakalım ölecekse ölsün tiyatro biz yürürken. Belki arkamızda bıraktığımız hülyalı bakışlardan, cesaretle birbirine bağladığımız sokaklardan yenileri doğar. Bırakalım ölecekse ölsün tiyatro bizler onu terk ederken.15Bu laflara tiyatroya yeni başlamış İlker ne derdi diye düşünmeden edemiyorum. Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’ndayken Atölye’mizin çevresinde yaşayan canlara duyduğum sevgi ve tiyatroya olan hevesim beraber yürüyüp beraber koşardı. Kelimenin gerçek anlamıyla. Sanırım birçok arkadaşım için de böyle oldu. Kutup, Fındık, Diego, Güven, Kavun, Sisli Kır, Bisküvi, Sosis, Papatya ve çocukları ile dolaşırken sahneler çalışır, konuşur, dağılır ve toplanırdık. “Yaşama sanatı” böyle bir şey miydi, bilmiyorum. İlk gençliğimizde bir şeylerin adını koymak saçma gelirdi. Yollara ve yol arkadaşlarıma…