Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
Turgut Özallı yılların neoliberal sahte özgürlük havasında hem Necip Fazıl’ı hem de Nazım Hikmet’i sahiplenmek siyasal bir klişe haline gelmişti. Bundan olsa gerek, yerliciliğin muktedir mimarı bir konuşmasında Nazım Hikmet’in “Davet” şiirini alıntılamıştı ama tüm diyalektiğini kesip biçerek: “…bu cennet bizim.”
Bu kesip biçme sonucu ortaya çıkan “cennet” yanılsaması, “ulus”a yönelik devrimci tahayyülün terkedilip yerine konformist yerliliğin monte edilmesinin söylemsel miladıdır. Başımıza bir sosyo-politik felaket gibi çöken yerliciliğin tüm ideolojik çarpıklığı burada gizlidir. En yalın anlatımla, yerlicilik topluma diyalektik bakışın (“cennet… cehennem”) çarpılması, bunun yerini estetize edilmiş bir tek yanlılığın (sadece “… cennet bizim”) almasıdır.
Yerlici güzelleme, cehennemvari toplumsal tahakküm ve güç ilişkilerini sümen altı eder. Tam da bu nedenle şairin “bu cehennem, bu cennet bizim” dizelerini “bu cennet bizim” biçimine sokmak dil sürçmesi değil tam teşekküllü bir ideolojik tercihtir. Oysa Nazım Hikmet ortaya koyduğu diyalektik yaklaşım sayesinde “Vatan Haini” şiirinde şunu da söylemişti: “Kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan… vatan hainiyim.”
Yerliciliğin toplumsal ilişkilerden arındırılarak estetize edilmiş “yer”ine karşı “vatan” burada cehennemdir (kasalar, çek defterleri, sömürü vs.) ama ütopik bir siyasi topluluğu (başka bir vatan) saklı tuttuğu ölçüde cennete de bakar. Onda diyalektik bir dönüşüm, politik mücadeleler içinde şekil alan bir cennet-cehennem gelgiti vardır. Her halükârda, buradaki vatan, estetize edilip budanmış “yer”den farklı olarak, maddi dünyanın ilişkileri içinde cennet ve cehennem biçimleri alabilecek ilişkisel bir politik mekândır. Yerliciliğin ideolojik bir hamleyle gizlediği “cehennem”, işte burada işaret edilen hiyerarşik ilişkilerdir. O halde yerlicilik, Walter Benjamin’in faşizm yorumunu devralarak söyleyecek olursak, özünde politikanın estetize edilmesidir. Nazım Hikmet’in diyalektik anlayışı ise buna estetiğin (şiirin) politikleştirilmesi biçiminde cevap verir: “Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın / yok edin insanın insana kulluğunu.”
Nazım Hikmet’in bugünlerde solda iyiden iyiye kaybedilmiş bir başka vaadi de bulunmaktadır. Kısa süre önce ömrünü tamamlamış olan modernlik-postmodernlik tartışmalarında postmodern düşüncenin eleştirmenleri, kökleri Hegelci felsefe ve Marksist düşünceye kadar geri giden diyalektiğin kaybının yol açtığı postmodern zevzekliklerden söz ediyorlardı. Günümüzde diyalektik düşüncenin yitirilmesi sadece bir genel çağ ruhuna dönüşmekle kalmadı, solu da ezici pasif devrimi ve hegemonyası altına aldı. Nazım Hikmet, o muhteşem dizeleri (“… bu memleket bizim…”) bugün yazsa solda nasıl bir karşılık bulacağı üzerine kara kara düşünülecek bir konudur.
Nazım Hikmet’in diyalektik vaadi, yerliciliğe karşı mücadelenin ne idüğü belirsiz yersizleşmek söylemiyle ve postmodern solun çizdiği söylemsel çerçeveye hapsolarak başarıya ulaşamayacağını da hatırlatır. Yerlicinin ideolojik bir maskelemeyle “cennet” dediği yer, yerliciliğin karşıtına savrulan kimi çokbilmiş sol liberallerin dediği gibi sadece “cehennem” de değildir: hem cennet hem de cehennemdir. Burada bir politik mücadele yürütülecekse ancak bu diyalektikle mümkün olacak. Uzay boşluğunda iş görmeyen, soyut ilkelerle kuramsal mastürbasyon yapmak yerine kuramı somut durumların somut çözümlemesine uygulayan her diyalektik yaklaşım böyle bir politik varsayıma dayanmak zorundadır: Burası büsbütün değersizse burada politik mücadele vermenin hiçbir anlamı kalmamıştır. Burası zaten mükemmelse burada politika (politik mücadele) çoktan bitmiş demektir.
Yerlicilik cehennem koşullarının üzerini örterken “yer”i tarihsel koşullarca değişmeyen bir töz haline getiren diyalektik karşıtı ve tözcü bir düşüncede saplanıp kalır. Yerliciliğe zayıf bir cevap olan anti-yerlicilik de görünüşteki kuramsal şıklığının ardında benzer bir düşünceyi saklar: Devrimci şairin “bizim” dediği bu yerin bir “Ortadoğu” coğrafyası olduğunu üst sınıflara özgü bir kibirle öne süren, buraya zincirlerle bağlı emekçi sınıfların bakış açısını paylaşmak yerine sınırsız hareket özgürlüğüne sahip kozmopolit sınıfların temsilcisi olan ve sanki o “yer” çelişkisizmiş gibi Batıya göz kırpan sol liberal anti-yerlicilik değişmez töz düşüncesini yeniden üretir. Bu iki yanlı kuramsal ve pratik soruna karşı şairin diyalektik vaadinin açık politik anlamı şudur: Yerliciliğin panzehiri yersizleşme değil sosyalist bir yurtseverlik anlayışından türetilecek yeni bir yurttaşlık idealidir.