Giriş
Uluslararası ilişkilerde dünya, düşük ve yüksek gerilim evreleri arasındaki duygu çeşitliliklerinden kaynaklanan karşıt evreler arasında gidip gelir.
Düşük evrede, belirli bir düzensizlik nedeniyle bir bölgede meydana gelen rahatsızlık yerel kalır. Başka yerlerde herhangi bir duygu uyandırmaz. Bu gibi durumlarda uluslararası ilişkiler, bazen yerel anlaşmalar bazen de bölgesel savaşlarla sonuçlanan yerel anlaşmazlıklar biçimini alır. Belirli meseleler bu şekilde, birbirlerine atıfta bulunulmaksızın teker teker çözüme kavuşturulur.
Yüksek gerilim evresinde, canlı duygular birbirini harekete geçirir ve her türden meselede rahatsızlık vererek uluslara yayılma eğilimi gösterir.
Bugün dünya, bu bulaşıcı duygunun ikinci evresine girmiş durumda. Dolayısıyla bu çağrıyı oluşturan tetkikte hiçbir unsur birbirinden ayrı olarak değerlendirilemez.
Dünyadaki herhangi bir yer kötülüklerle çalkalanırken, güçlü bir ulusun ‘izolasyon’unun gerekçesi nedir?
Cevabı şu: Tarih, farklı uluslar arasında şu ya da bu şekilde alışılagelmiş bir düzensizlik olduğunu ortaya koymaktadır. Savaş, başlangıçtaki amaçlar ne olursa olsun, hem galip gelenler hem de mağlup olanlar açısından uygarlaşmada bir geriye dönüştür. Zafere ulaşıldığını varsaysak bile, kazanımlara karşı kayıpları dikkatlice tartmamız gerekir.
Bu nedenle, daimi politika “İzolasyon” olmalıdır.
Her ulus, doğrudan sorumlu olduğu alanlarda belirli uygarlık türlerinin geliştirilmesinin bir vekilidir. En yüce görevi budur. Dolayısıyla, (1) dünyadaki kötülükler bu yüce görevi tehdit etmedikçe ya da (2) bu kötülükler, bu görevin yerine getirilmesini dolaylı olarak engellemeyecek bir girişimle düzeltilmedikçe, bir ulus izole kalmalıdır.
İngiltere ve Orta Avrupa
Şimdi İngiltere’ye gelelim. Bu ülke, dünya çapında birçok tipte koordinasyon etkisine sahip bir Avrupa adasıdır. Kıta Avrupası ve onun siyasi örgütlenmeleri, İngiltere’ye çok az atıfta bulunarak gelişir. Son dört yüz yıl boyunca Avrupa’daki İngiliz politikasının ana teması güvenlik ve izolasyon (müdahale etmeme); yani güvenlikle bağıntılı izolasyon olmuştur. İngiliz politikası esas olarak Avrupa’nın batı ucuna yöneliktir. Avrupa’nın iç kesimlerine gelince, İngiltere’nin bu kısımlara olan ilgisi dolaylıdır; Tudor Dönemi’nden beri de böyle olmuştur.
Bu tutumu haklı çıkarmak için İngilizlerin “dünya çapındaki koordinasyon etkisine” atıfta bulunmalıyız, bu etki için kullanılan popüler ifade ‘İmparatorluk’tur.
Burma ve Hindistan’da hassas, keskin zekâlı yahut modern tekniklerde geri kalmış, sayısız farklılıklara sahip yaklaşık 400.000.000 insan var. Bu nüfus, Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse üç katı kadardır. Her şeyden önce, kadim medeniyetlerinin modern tekniklerle koordinasyonunu ve nesiller boyu barışı gerektirmektedir. İngiltere için Orta Avrupa, bu sorunla kıyaslandığında uzak bir ayrıntıdır; yani İngilizler olarak en yüce görevimizi düşünürsek bir ayrıntıdır. İmparatorluğumuz bizi Avrupa’dan izole ediyor; güvenlik hariç.
Bir de İmparatorluğun ötesinde, hem onu etkileyen hem de ondan etkilenen Müslüman dünya var: Hindistan’a giden yolun etrafından Hindistan’ın iç kısımlarına doğru uzanıp Kuzey Afrika’ya kadar yayılıyor; Mısır, Sudan ve Yukarı Nijerya’daki İngiliz çıkarlarıyla iç içe geçiyor. Atlantik Okyanusu’na dokunuyor.
Son olarak kendi kendini yöneten Dominyonlar ve kısmen özerk olan diğer bölgeler var. Bu konfederasyonun sakin bir şekilde büyümesi gerekmektedir. Çeşitli derecelerdeki karışıklıklara karşı hassastır.
Dolayısıyla İngiliz politikası temelde Avrupa dışı olmalıdır. İngiltere’deki coşkulu entelektüeller Avrupa’ya odaklanmış durumda. Nüfusun büyük çoğunluğu okyanuslar ötesindeki yakınlarını, ebeveynlerini, çocuklarını ve kuzenlerini düşünmektedir.
İngiliz politikasını ve bu politikadaki bocalamaları anlamak için, her toplumsal sınıftaki entelektüelin eski Avrupa uygarlığıyla ilgilendiğini, kitlelerin ise gözünü okyanusların ötesine diktiğini fark etmek gerekir. Cornwall’daki evlerin çoğunda dünyanın dört bir yanındaki maden bölgelerinin resimlerini görebilirsiniz; Cambridgeshire’da, ordunun yurtdışında hizmet vermesine ilişkin bir yönetmelik nedeniyle öfke fırtınası koparılan bir köy toplantısına başkanlık etmiştim. En iyi bahçıvanımız Kanada’ya göç etti. Wiltshire’daki yazlık evimizin yakınlarında Hindistan’da askerlik yapmış yaşlı bir adam yaşıyordu. Bu tür insanların Orta Avrupa ile hiçbir doğrudan bağlantısı yoktur. İngiliz politikası iki ilgi odağı arasında gidip gelmektedir ve yüzyıllardır da böyle olmuştur: Avrupa ve dünya.
Uluslararası ilişkileri tesis eden karmaşık sosyolojik mevzularda net bir konu yoktur. [Belirlenen] ana maddeler, ya içinde bulundukları zamanın öncesinden ya da sonrasındandır ve nadiren kendi zamanlarından seçilirler. Bazen de zamansal olaylarla hiçbir bağlantıları yoktur. Pratik meselelerle uğraşırken hayal gücünü aydınlatmaya yönelik öneriler olarak faydalıdırlar.
İngiltere’nin mevcut dış çıkarları, acil tehlikeler söz konusu olduğunda aşağı yukarı dört başlık altında sınıflandırılabilir: Orta Avrupa, Akdeniz, Yahudiler ve Müslümanlar.
Orta Avrupa’nın 1938 yılına kadarki şeklinin kökeni Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti’ne dayanmaktadır. Bu temel unsurların her ikisi de –Antlaşma ve Cemiyet–, farklı görüşlere sahip farklı gruplar tarafından sürekli olarak ihlal edilmiş ve reddedilmiştir. Antlaşmanın çerçevesini çizen müzakerelerde ve müzakerelerin sonrasında Antlaşmanın kutsallığının reddedilmesinde Amerika –belki de haklı olarak– başı çekmiştir. Böylece uluslararası hukukun muğlak kutsallığı bile hem Antlaşma hem de Cemiyet için geçerli olmaktan çıkmıştır. Şu anda bunlar tarihsel birer anıdırlar. Asgari bir yükümlülük getirmektedirler. Avrupa dış politikasında yükümlülük, mevcut durumun olgularından ve geleceğe yönelik görevlerden oluşmaktadır. Biçimsel hukuk, yalnızca yeterince istikrarlı durumlara atıfta bulunabilir.
Orta Avrupa’da heyecan yaratan temel güdüler şunlardır: (1) dil, fizyolojik karakter benzerlikleri, yakınlık gibi çeşitli topluluk biçimlerine dayanan milliyet; (2) toplumsal örgütlenme doktrinleri –liberal, diktatöryal, komünist, kapitalist, dinsel vb.; (3) ekonomik fırsat. Bu güdülerin hiçbiri bütünüyle ne kötü ne de iyidir. Ahlaki gerekçelendirmeleri her bir vakanın kendine özgü koşullarına bağlıdır.
Orta Avrupa’nın sosyal sistemi Baltık’tan Karadeniz’e ve Balkan Devletleri’ne kadar oldukça istikrarsızdır. Tam bir çözüm yoktur. Sadece baskın arzuların asgari düzeyde bastırılmasıyla hayatta kalabilecek bir şeyi umabiliriz. Dikkat edilmesi gereken husus, savaşın başarılı olsa bile, yalnızca zarar verici heyecanı artırabileceğidir. Çare, medeni duyguların yavaş yavaş gelişmesini teşvik eden barıştır. Dünya uygarlığını korumak için savaş gerekli olabilir. Ancak Orta Avrupa için en etkili çare barıştır.
Orta Avrupa’da mevcut ilgi odağı Çekoslovakya olmuştur. Bu, Versay Antlaşması ile oluşturulan karma bir devlettir. Tüm devletler köken itibarıyla karmadır. Asıl mesele, çeşitli faktörlerin karşılıklı mutabakata varmasıdır. ‘Çekoslovakya’ ismi hikâyenin sadece yarısını anlatıyor. Tam adı Çeko-Slovak-Macar- Rutenya-Polonya-Almanya olmalıdır.
Deha, ahlaki kahramanlık ve çekilen acılar göz önüne alındığında, Çeklerin, Macarların ve Polonyalıların tarihleri, Orta Avrupa’nın trajedisini oluşturan üç dokunaklı trajedi sunar. Yüzyıldan yüzyıla, nesilden nesile belirsiz sınırlar bir ileri bir geri savruluyor. Her bir grup, din ya da yaşam alışkanlığı gibi nedenlerle kendisine düşman olan halklarla çevriliydi. Bohemya, Polonya, Macaristan, her biri kendi tarzında tarihin dehşetinin ve türümüzün dehasının bir hikâyesini anlatıyor. Başka bir deyişle trajediyi.
Büyük Savaş, ulusal birlik duygularını ve ulusal bağımsızlık arzularını son derece güçlendirdi. Farklı ulusal gruplardaki bu duyguların tarihsel nedenleri konumuzla ilgili değildir. Asıl önemli olan bugün de var olmalarıdır. Barış yaklaşırken Başkan Wilson, ulusal konsolidasyonun ardından bu arzuların tatminini savaşın amaçlarından biri olarak ilan etti. Bu amaç, ilgili herkes tarafından oybirliğiyle kabul edildi.
Bu açıklık aldatıcıydı. Çek Devleti, ancak ekonomik nedenlerle ve savunma amacıyla yabancı grupları dahil ederek kendi kendine yeterli hale getirilebilirdi. Diğer devletlerde olduğu gibi burada da halklar birbirine karışmıştı. Dolayısıyla, Çeklere duyulan meşru hayranlığın ve birleşmeye razı olma umudunun etkisiyle anlaşmayı hazırlayanlar, Çek Devleti’ne farklı gruplardan oluşan bir sınır üzerinde geniş bir yayılma alanı sağlamış oldular. Güdülen bu politikada kesinlikle yanlış olan bir şey yoktu. Başka bir yüzyılda ya da sınırın ötesinde Alman, Macar ve Polonya devletleri olmasaydı başarılı olabilirdi. Temel gerçek, şu anda başarılı olamadığıdır. Ayrıca ayaklanmayla, Başkan Wilson tarafından ilan edilen ve 1918’de tüm dünya tarafından kabul edilen ilkelere de çağrıda bulunulabilir.
Bu doktrinin Almanlar, Polonyalılar ya da Macarlar için geçerli olmadığı tezini doğrulamak için bir dünya savaşı mı çıkarılacak? Versay Antlaşması sırasında İngiltere’den bazı üyeler yabancı halkların Bohemya’ya dahil edilmesine karşı çıktılar. Yirmi yıl sonra haleflerinden bazıları bu yapının korunması için mücadele etmeye hazırlanıyor. Birkaç ay öncesine kadar, askeri silahlanmadan söz etmek bile aynı cenahta dehşet verici bir direnişe yol açmıştı. Bugün, Orta Avrupa’da bir savaş için yaygara koparıyorlar ve başarı için İlahi Güçler’in müdahalesine bel bağlıyorlar. Tarihten alınan ders şudur: bu bahsedilen güçlerin genellikle sağduyudan yana olduğu. Elbette mucizeler olabilir; fakat gerçekleşmelerini beklemek pek akıllıca olmaz.
Almanya ve Hitler
Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’nın toparlanması esas olarak Avrupa’daki Almanların birleşik bir Alman Devleti altında birleştirilmesi biçiminde gelişti. Bu süreç, ilgili toplumlardaki hâkim duygulara uygun olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca bu duygular uzun bir tarihsel geleneğe dayanmaktadır. Waterloo ile Avusturya-Prusya savaşı arasındaki dönemde, önde gelen üyeler olarak Avusturya ve Prusya’nın bulunduğu gevşek bir konfederasyon vardı. Şarlman’dan Fransız Devrimi’ne kadar geçen yaklaşık bin yıllık dönemde –neredeyse her yüzyılda– az ya da çok bir Cermen birliği biçimi ortaya çıktı. Bu dalgalı birlik gösterisine Kutsal Roma İmparatorluğu adı verilmiştir. Dolayısıyla Almanların Almanya’daki mevcut birleşmesi, tarihin salınımlarından sağ kurtulan duygusal geleneklerine dayanmaktadır. Buna saygı duymak mantıklı bir politika olacaktır. Bu Pan-Cermen hareketine karşı bir dünya savaşı çıkarmak delilik olurdu. Nüfusunun büyük bir kısmı durumu değerlendirmek üzere harekete geçtiğinde, dostça olmayan bir tarafsızlığı benimseyecek ilk güç Amerika Birleşik Devletleri olacaktır. Müttefiklerine yönelik eleştirel tutumu Avrupalı devlet adamları tarafından göz ardı edilmemektedir.
Tutumları başarıya bağlı olan diğer uluslar daha da dostluk dışı davranacaklardır. Çekler sınırlarını korumak için savaşırken, Polonyalıların ve Macarların şiddetli arzularını engellemeliyiz. Dolayısıyla karşımızda Avrupa’da ulusal birlik özleminin engellendiği üç büyük örnek olmalı. Peki gerekçemiz ne olacak? Versay Antlaşması’nın kutsallığı ve eğer Çeklerin mevcut sınırları korunursa daha müreffeh olacakları gerçeği. Refah uğruna genişleme, ancak dahil edilen halkların karşılıklı rızası ve refahı ile haklı çıkarılabilir. Versay Antlaşması ile belirlenen Çekoslovakya sınırları adına yapılacak bir savaş, zayıf bir ahlaki gerekçeye sahip olacak ve başarı için destekleri elzem olan devletlerin aktif ya da pasif muhalefetini gerektirecektir.
Almanya’nın gücünü Orta ve Batı Avrupa’nın tamamına yaymasına izin verilmeli midir? Cevap, Almanya’nın (veya herhangi bir devletin) şu üç durum gerçekleştiğinde güç kullanılarak engellenmesi gerektiğidir: (1) Birincil öneme sahip olduğu kabul edilen herhangi bir sosyal koordinasyon ilkesini tesis etme gerekçesi olmaksızın, diğer devletlerin gelişimine şiddetle müdahale ettiğinde; (2) güç kullanarak önleme girişiminin sonuçları, göz yummanın sonuçlarından daha kötü olduğunda; (3) böyle bir girişim, hedefini doğrudan güvence altına alamadığında.
Tüm insani ilişkilerde soyut kavramlar muğlak bir şekilde kullanılır; yaklaşık olanla yetinmeliyiz. Ayrıca nedenler de iç içe geçebilir. Örneğin, bu üç koşul birbiriyle örtüşür ve aralarında keskin bir ayrım yoktur. Ancak, bazen ayrı ayrı veya birlikte eylem için gerekli olan gerekçeleri oluşturan büyük yaklaşıklıkları temsil ederler.
Çekoslovakya sorunu ile ilgili olarak (1) numaralı koşulun yerine getirilmediği iddia edildi. Ancak bu sonuç (2) numaralı koşulun durumuyla ilgilidir. Polonya ve Macaristan’ın, azınlıklarının Çek Devleti’ne dahil edilmesinden dolayı aynı rahatsızlığı duymaları nedeniyle, İngiltere ve Fransa’nın Çekler adına yürüttüğü bir savaş, Polonya ve Macaristan’ı aktif bir muhalefete olmasa bile dostane olmayan bir tarafsızlığa itecektir. İki büyük Batı demokrasisi bundan daha kötü bir sınav seçemezdi.
Dahası, ne Fransa ne de Büyük Britanya, doğrudan savunmasını güvence altına almak adına Çek Devleti’ne doğrudan ulaşamaz. Ayrıca, savaş hazırlıklarında hâlâ efsanevi her şeye gücü yeten Milletler Cemiyeti’ne güvenmenin sıkıntıları yaşanıyor. Dolayısıyla, zafer ancak uzun süreli bir yıpratma savaşıyla elde edilebilirdi. Avrupa halkları yıllarca şiddetli bir sefalet yaşayacaktı. Milyonlarca insan katledilecekti. Kayıpların çoğunu nüfusun genç, aktif ve girişimci kesimi oluşturacaktı. Avrupa, duyguları barbarlaştırılmış, idealleri vahşileştirilmiş, tükenmiş bir halde ortaya çıkacaktı. Ayrıca Çekoslovakya da ortadan kaybolacaktı.
Yukarıdaki tartışmada iki faktör göz ardı edilmiştir: (1) Hitler’in tehditler karşısında nasıl hareket edeceği ve (2) arka plandaki Rusya. İngiltere ve Fransa savaş tehdidinde bulunsaydı Hitler pes eder miydi? Hitler, yerleşik anayasaların normal işleyişiyle konumlarını elde eden krallar, cumhurbaşkanları ve başbakanlarla hiçbir benzerlik taşımamaktadır. Bu tür insanlar geri çekilebilir veya istifa edebilir. Konumlarını ve saygınlıklarını korurlar. Mevcut durumları incelerken, aklın yönlendirdiği duygularla geleceğin sonuçlarını tahmin edebilirler.
Hitler ve Mussolini gibi yöneticiler içinse duygusal durum tamamen farklıdır. Kendilerinin ve davalarının güvenliği, ateşli bir duygu atmosferine bağlıdır. Mevcut güçleri bu şekilde ortaya çıkar ve bu şekilde kendini sürdürür. Onlar için alternatif; bir zindan ve idam mangasıdır. Hitler öfkeli bir mistiktir; yani peygambervari bir türe mensuptur. Öncelikle kişisel güvenliği düşünmüyor. Davasının can damarı olan histerinin tadını çıkarıyor. Böyle bir durumda, Polonya ve Macaristan’ın tereddütte olduğu bir sırada eline geçen fırsatın gücünü bilen, orduları ve hava kuvvetleri hazır olan, gerçeklerden kopuk idealistler tarafından ısrarla sürdürülen silahlanma engeli nedeniyle İngiltere’nin geçici zayıflığını bilen böyle bir adamın -Hitler’in- bu duygularla ve bu fırsatla blöf yapılarak eylemsizliğe sürüklenmesine rıza göstereceğine inanmanın anlamı nedir? Öyle olmuş olabilir, çünkü mucizeler her zaman mümkündür.
Peki bu mucize gerçekleşti mi? Orta Avrupa’daki istikrar için, Bohemya’daki yabancı nüfusun devlete dahil edilmeye çalışılmasından vazgeçilmesi gerektiğinin, Versay Antlaşması sırasında idealistler tarafından savunulan çözüm olduğunu daha önce görmüştük. Bu, Avrupa’yı yatıştırması en muhtemel yeniden düzenlemedir. Eğer politikamız, tahrike yol açan sebepleri ortadan kaldırarak alevlenmiş duyguları yatıştırmaksa, atacağımız ilk adım bu olmalıdır. Bunun gerçekleşmesi için mevcut krizin gerekmiş olması talihsiz bir durumdur. Tarih her çağda böyledir.
Yukarıdaki argüman Rusya’nın varlığından nasıl etkileniyor?
Rusya, Orta Avrupa’nın doğu sınırından başlayıp Çin’in kuzeybatı sınırına kadar uzanan alandan daha fazlasıdır ve silahlı kuvvetleri bu sınırların ötesinde önceden belirlenmiş sonuçlar üretebilmektedir. Dünyanın geleceği açısından en belirleyici öneme sahip olan sınırı unuttuk; bu sınır Müslüman dünyanın orta kısmının tamamı boyunca uzanan güneydoğu sınırıdır.
Tıpkı Amerika’nın Atlantik ve Pasifik kıyılarından daha fazlası olması gibi, Rusya da sınırlarından daha fazlasıdır. Ansiklopedi şunu belirtiyor: “[Rusya] dünyadaki kesintisiz en büyük siyasi birimdir ve yerküredeki kara yüzeyinin yedide birinden fazlasını kaplar.” Bu devasa bölgede neler oluyor? Zaman zaman bir grup generalin, bir grup siyasi memurun ya da bir grup sanayi çalışanının idam edildiğini öğreniyoruz. Ama nedenlerini pek bilmiyoruz. Komutadaki adamların zihinsel ve fiziksel sağlıkları hakkında çok az şey biliyoruz. Nüfusunun geniş bir kesiminde kaynayan duygular hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Ulusal koordinasyon ideali, başlangıçtaki enternasyonal devrim idealinin yerini mi aldı? Bilmiyoruz. Ne kadar yetenekli ve tarafsız olurlarsa olsunlar, birkaç yıl Moskova’da yaşamış kişilerin raporlarından çok az şey öğreniyoruz. Ural Dağları’ndan Vladivostok’a kadar üç bin mil, Polonya sınırından Ural Dağları’na kadar ise bin mil mesafe var. Bu uçsuz bucaksız bölgeye dağılmış yüz elli milyon insanın duygusal tepkilerini anlamak zor.
Ülke, tarihin en büyük ani devrimini yaşadı. Beceriksiz bir hanedan ve siyasi başarısızlıkları hariç her bakımdan parlak bir üst sınıf ortadan kaldırıldı. Devrim korkunçtu ama muhtemelen faydalıydı.
Rus politikasının karanlık labirentinde bir olgu, diğerleri kadar sağlam bir şekilde yerleşmiş görünüyor; yani, tüm partilerdeki devlet adamlarının, Amerika, Fransa, İngiltere, İskandinavya ve Hollanda’da örneklerini gördüğümüz liberal demokratik devlet tipini küçümsedikleri olgusu. Bu tarz bir örgütlenme biçimini hiç kullanmıyorlar. Bir an için savaş ilan edildiğini ve Rus ordularının Bohemya’yı üs olarak kullanarak Orta Avrupa’da başarılı bir şekilde yerleştiğini varsayalım. Bu gerçekleştiği vakit, o bölgede çok güçlü bir Rus devlet idareciliği olurdu. Ne İngiltere ne de Fransa oraya asker gönderemezdi. Rusların, ufacık Çek Devleti’ni Amerika’nın onayladığı liberal çizgilerde güvence altına almakla yetineceğini varsaymak mantıklı mı? Elbette hayır; Polonya, Romanya, Macaristan ve Yugoslavya kaosa sürüklenir ve nihai mesele bütünüyle belirsizleşirdi. On milyonlarca insan ölmüş olurdu. Rusların devlet yapılanması mevcut Alman devlet sisteminden daha iyi olabilir, ancak Rusya’nın da dahil olduğu bir Orta Avrupa savaşı, her ikisinin de işbirliğiyle cennette veya cehennemde tasarlanan herhangi bir toplumsal yerleşim biçimine neden olabilir. Kesin olan tek şey, bilinmez bir geleceğe yol açacak korkunç bir katliam olacağıdır. Tüm bu dram, güvenli bir mesafeden izleyen idealistler için çok heyecan verici olurdu. Büyük olasılıkla Rus savaş makinesi başlangıçta çok etkisiz olacaktı. Uzun yıllar süren bir savaş olacaktı.
Dünya tarihinin bu krizindeki temel faktörler bir kez daha göz ardı edildi: Müslüman dünya, İtalya ve Yahudiler.
İtalya Almanya’ya katılacak. Bu ittifakın etkisi, önceki argümanları son derece güçlendirmektedir. Fransa başka bir sınırda daha engellenecektir. Fransız filosu ve İngiliz filosunun bir kısmı Akdeniz’de bağlanacak. Kuzey Denizi ve Baltık’ta Almanya üzerindeki baskımız o ölçüde azalacaktır. Savaş daha uzun sürecek ve daha yıkıcı olacaktır. Büyük Britanya ve Fransa’daki seksen beş milyon insan, Almanya ve İtalya’daki yüz yirmi milyon insanla karşı karşıya gelecektir. Uzun süreli bir çekişme olacaktır. Savaş meselesi bütünüyle nüfus sayısına bağlı değildir. Ayrıca Rusya’nın da müdahil olarak dengelenmeyi sağlayacağına dair bir umut var.
Peki ne pahasına! Orta Avrupa’da yıllarca süren bir savaş ve tüm Akdeniz dünyasında bir kargaşa…
Şimdi de Müslüman dünyasını değerlendirelim. Uluslararası ilişkilerle ilgili son zamanlardaki tartışmaların at gözlüklü insanlar tarafından yürütüldüğü görülüyor. İran’dan Mezopotamya’ya, Anadolu’dan Suriye, Arabistan ve Mısır’a kadar uzanan bu geniş bölgedeki antik ve Ortaçağ uygarlıkları boyunca bir rönesans yaşanmaktadır. Uygarlık bu bölgelerde doğdu ve çeşitli dönüşümler geçirerek gelişti, ta ki Ortaçağda Orta Asya’dan gelen ordular tarafından istila edilene kadar. Eski halklar hâlâ varlıklarını sürdürmeye devam ediyor ve yeniden toparlanmaları söz konusu. Fars, Türk ve çeşitli Arap uluslarının yetenekli ve duyarlı yöneticileri var. Mısır iyi yönetiliyor. Ancak halklar henüz siyasi açıdan naif ve spazmodik salgınlara yatkın.
İtalya, Rusya, Fransa ve İngiltere’nin dahil olduğu bir savaş durumunda, İslam inancının bu merkezî bölgesinin tamamının kaosa sürükleneceğine hiç şüphe yok. Barış zorunlu. Dünyada iki yüz milyon Müslüman var. Dört milyon Alman, Polonyalı ve Macar’ı, kendi iradeleri dışında Bohemya Devleti’nin tebaası olarak tutmanın önemiyle karşılaştırıldığında, onların çıkarları ihmal mi edilecek?
Yahudiler ve Avrupa
Günümüzün en evrensel sorunu, Yahudilerin yaşadıkları çeşitli ülkelerle olan ilişkileridir. Modern ilerici uygarlığımız kökenini esas olarak Greklere ve Yahudilere borçludur. Vurgulanması gereken husus ilericiliktir. Çin ve Hindistan, bazı bakımlardan Batı tipinden daha hassas estetik ve felsefi anlayışa sahip yaşam tarzlarına çoktan ulaşmıştı. Ancak bir seviyeye kadar ulaştılar ve orada kaldılar. Grekler ve Yahudiler, Hristiyanlığın başlangıcından önceki ve sonraki birkaç yüzyılda, Mezopotamya’dan İspanya’ya kadar uzanan geniş bir kuşaktaki pek çok halka yayılan ilerici faaliyet unsurunu yoğunlaştırdılar. Buradaki konumuz siyasi istikrar değil. Duyguları şekillendiren ve böylece davranışa dönüşen idealleri ele alıyoruz. Bu ilerici karakter akılda tutulmalıdır. Grekler ve Yahudiler aktif olduğu sürece ilerleme, tekdüzeliğe bürünüp muhafazacılığa dönüşmemiştir.
Roma İmparatorluğu muazzam bir yaratımdı. Ancak hiçbir Romalı, dinde, bilimde, felsefede, sanatta, edebiyatta hatta Roma hukuku olarak adlandırılan şeyde bile yeni bir fikir ortaya koymamıştır. Daimi ilerici faaliyet alışkanlığı, Hristiyanlığın kuruluşundan önceki ve kuruluşunu da içeren o muhteşem bin yıl içinde, Greklerin ve Samilerin keşfiydi.
Grekler ortadan kayboldu. Yahudiler ise var olmaya devam ediyor.
Yahudiler birçok ülkede sevilmiyor. Bu olguda şaşkınlık uyandıracak bir şey yok. İskoç halkı da, 1707 yılında İngiltere ile birleşmelerinin ardından, geleneklerine bağlı kalma eğiliminde olan İngiltere’de, 18. yüzyıl boyunca sevilmedi. İngiltere adına, Hindistan ve Orta Asya’nın batısındaki tüm uluslar için Yahudilerinkine benzer hizmetleri yerine getiriyorlardı. İskoç ve İrlandalıların yaptığı katkılar geri çekilse, 18. yüzyıl İngiliz edebiyatı, düşünce açısından son derece yavan kalırdı. İskoç Gladstone ve Yahudi Disraeli, 19. yüzyıl boyunca İngiliz siyasetine ne büyük bir parlaklık kattı! Ortalama sınırların ötesine geçtiler. Yeteneklerin yanı sıra farklılıklar da önyargı yaratmaya yetiyor.
Dolayısıyla, bugün var olduğu şekliyle Yahudi sorununu değerlendirirken, yaşamın birçok değerini ayakta tutan faktörlerden birini göz önünde bulunduruyoruz. Söz konusu olan mesele belirli bir grubun mutluluğu değildir. Uygarlığımızın kaderidir.
Günümüz uygarlığı, türümüzün toplumsal karakterine ilişkin doktrinin saptırılması nedeniyle tehlike altındadır. Herhangi bir toplumsal sistemin değeri, bireyler arasında teşvik ettiği değer deneyimine bağlıdır. Tek tek Amerikalıların ya da Amerikan yaşamından etkilenen diğer bireylerin çok sayıdaki deneyimlerinden bağımsız olarak tek başına bir Amerikan değer deneyimi yoktur. Topluluk yaşamı, insanlar için bir değer yaratma biçimidir.
Gerçekleşen değerin koordinasyonu ve sonsuzluğuna dair mistik bir his olduğu doğrudur. Burada dinin temel doktrinine yaklaşıyoruz. Bu değer koordinasyonunu sınırlı bir toplumsal gruba atfetmek, barbarca bir çoktanrıcılığa sapmaktır.
Ayrıca her insan, ait olduğu herhangi bir toplumsal sistemden daha karmaşık bir yapıdır. Herhangi bir topluluk yaşamı, her uygar insanın doğasının yalnızca bir kısmına dokunur. Eğer insan tamamen ortak yaşama tabi kılınırsa, cüceleşir. Tüm doğası boşta kalır ve solar. Topluluklar insan doğasının inceliklerinden yoksundur. Bir ailenin güzelliği üyelerinden kaynaklanır. Aile yaşamı bir fırsat sağlar; fakat gerçekleşme bireylerde yatar.
Dolayısıyla toplumsal yaşam, fırsatların sağlanmasıdır. Eğer bu fırsat tek bir topluluğun sınırlamalarına bütünüyle itaat etmek olarak düşünülürse, insan doğası cüceleşir. Sezar’ın hakkını Sezar’a verin. Ancak Sezar’ın ötesinde, koordine edici ilkesi Tanrı olarak adlandırılan arzular dizisi uzanmaktadır. Bu, ne ekonomik ne de tahakküm amacıyla örülmüş herhangi bir basit topluluk yaşamında bulunamaz. Dini bir topluluk bile yetersizdir. Her zaman solus cum solo vardır. Ahlaki bir bireysellik geliştirdik; bu bakımdan evrenle tek başımıza yüzleşiyoruz.
Bu, Amerikan Anayasasının ve diğer çeşitli demokratik yönetim biçimlerinin temelinde yatan liberalizmin, özgürlük tutkusunun gerekçesini oluşturur.
‘Totaliter’ doktrinin nefret uyandırmasının nedeni budur. Yönetimler beceriksiz şeylerdir, vazifelerini yerine getirmekte yetersizdirler. Akıllı bir yönetim, alternatif toplumsal yaşam biçimlerinin iç içe geçmesini sağlar. Hukuk doktrininin en değerli kısmı, Devletin kendi içindeki ve çevresindeki bu belirsiz topluluklar grubuyla olan ilişkisiyle ilgilidir. Böylece, uluslararası bir unsur insan yaşamında temel bir faktör haline gelir.
Bugün, modern tekniklerin devreye girmesiyle birlikte, bu gezegendeki insanların karşılıklı ilişkileri, geçmiş çağlarda, hatta şu anda yaşayan ileri yaştaki insanların yaşamlarının erken dönemlerinde bile hayal edilebilecek her şeyin ötesinde çok önemli bir boyuta ulaşmıştır. Bilim uluslararasıdır ve toplumlar arasında uluslararası ilişkiler gerektirir. Sanat, edebiyat, din ve ticaret uluslararasıdır.
Ortaçağ Avrupası’nda, din adamları ve Yahudiler, yaşamın çeşitliliğini bir ilerleme bütünlüğü içinde bir araya getirmenin temel amaçlarına hizmet ediyorlardı. Din adamları, önceki yüzyıllardaki Greklerin ve Yahudilerin düşünce tarzlarının karşılıklı etkileşiminin temsilcileriydi.
İki buçuk bin yıl boyunca Samiler sürekli olarak öneri, yenilik ve başarı sağlamış, bu sayede Avrupa, bilinçaltındaki ilerleme idealini asla kaybetmemiştir.
Elbette Batı yaşamında ilerlemeyi sağlayan tek faktör Yahudiler değildir. Ancak hizmetleri çok büyüktü. Ayrıca, uzun vadede hiçbir yazılı belge veya sanatsal yapı bu hizmeti yerine getiremez. Örneğin, İncil’i, Grek edebiyatını ve Amerikan Anayasasını ortaya çıktıkları dönemlerin tüm sınırlamalarıyla yorumlamak mümkündür ve neredeyse olağandır. O zaman da geçmişten gelen bu miraslar ilerlemenin temeli olmak yerine ilerlemenin önündeki engellere dönüşür. Bu tehlikeyi öne sürerken, yalnızca cansız belgeleri yorumlamak için yaşayan bir Kilise’nin gerekli olduğu şeklindeki Katolik doktrinini tekrarlıyorum. Geçmişteki dünyaya ilişkin deneyimimizi, yaşanacak olan dünyaya ilişkin idealimize dönüştürmek için birçok canlı vasıtaya ihtiyaç vardır.
Bu nedenle Yahudiler Avrupa medeniyetinin ilerlemesinde paha biçilemez bir faktör olmuşlardır. Her ulusa aitler ama yine de bir enternasyonalizm havası veriyorlar. Tam da bizim unuttuğumuz yerde, ilerlemeyle ilgili kavramlar konusunda istekliler. Mükemmellik ideallerini açığa vuran buyruklara karşı çok az da olsa tepki farklılıkları var. Tarihin her döneminin özgünlüğünü buradan aldığı faktörlerden birini oluştururlar.
Bugün barbarlığa doğru bir geri dönüşe tanık oluyoruz. Bu eğilim her ülkeyi etkiliyor. Ancak merkezi Avrupa’dır. Almanya bu korkunç patlamanın ana merkezidir. Genel karakteri, totaliter devlet idealini üreten milliyet kavramına aşırı vurgudur. Bu bayağılaşmış düşünceden türetilen faaliyet, insan doğasının herhangi bir devlet sisteminden daha üstün olduğunu gösteren uluslararası faktörleri yok etme kararlılığıdır. Devlete tapınmayı reddetmenin ilk örneği Yahudilerdir. Ancak insanlık, bir tanrı-insanda cisimleşen tanrı-devlete boyun eğen küçük yaratıklara indirgendiğinde, dinler, sanatlar ve bilimler önemsizleşecektir. Yaşamın değeri tehlikededir.
Almanya’daki Yahudi karşıtı patlama, acil öneme sahip iki sorunu gündeme getirdi. Almanya’daki Yahudiler nasıl kurtarılabilir? Almanya’dan ve başka yerlerden gelen Yahudiler dünya çapında yeniden nasıl dağıtılabilir?
Savaşın bu karmaşık görevlerin hiçbiri için bir çözüm olmadığı anlaşılmalıdır. Ani bir savaş muhtemelen yüz binlerce Yahudinin katledilmesine ve çeşitli uluslarda milyonlarca insanın katledilmesine yol açacaktır. Avrupa, diktatör devletlerin egemenlik elde etmeye yönelik vahşi tutkuları nedeniyle savaşa zorlanabilir. Demokrasilerin silahlanması ve tetikte olması gerekiyor. Ancak savaş Yahudi sorununu çözemez. Savaş ne kadar başarılı olursa olsun, seksen milyon Alman’ı uygar seviyelerden çok uzak duygularla baş başa bırakacaktır.
Dolayısıyla, ilk görevimizin Yahudileri kabul etmek ve yeni yaşamları için gerekli olan eğitimden sonra başka bir yere yerleşmelerini sağlayacak bedeli üstlenmek olduğu açıktır.
Nihai sorun kalıcı yerleşim yeri sorunudur. Tek bir çözüm yoktur. Farklı bölgelerde çok sayıda yerleşim yeri olması gerekir. Bu tür bölgeleri değerlendirirken, onları bugünün ve geleceğin tekniklerine göre değerlendirmeye ve hayalgücümüzü yok olmuş bir geçmişten gelen imgelerden kurtarmaya dikkat etmeliyiz. Bu uyarı özellikle Afrika’nın Doğu Kıyısındaki geniş bölge için geçerlidir. Şimdiye kadar yolun dışında ve uzaktı. Ancak yarın, uçuş trafiği ilerlediğinde, tüm kıyı şeridi Mısır, Filistin ve Hindistan ile yakından bağlantılı olacaktır. Dünya, demiryollarının devreye girmesi kadar önemli ve devrim niteliğinde bir gelişmenin arifesindedir. Hayalgüçleri geçmiş tarihle zincirlenmiş insanlar tarafından feci hatalar yapılacaktır.
Ancak, başka açılardan bakıldığında, tarih dersini ihmal etmenin yarattığı hata, çözüm sürecini engelleme konusunda kaygı verici işaretler vermektedir.
İslam dünyasındaki Türk egemenliğinin geç yüzyılları, askeri güçleri azalmaya başlamadan önce bile, medeniyette bir gerileme dönemi olmuştur. Konstantinopolis’in ele geçirilmesinin Hristiyanlardan çok Müslümanlar için büyük bir felaket olup olmadığı şüphelidir. Muhtemelen hayır, üç yüzyıl boyunca İslam dünyası, Avrupa’nın ilerici teknikleriyle temas ettiğinde yalnıza Asya’nın ortak kaderini paylaştı.
Bugün gidişat tersine döndü. Asya’nın her yerinde bir canlanma var. Dersler çalışılıyor. Doğu Asya –yani Çin ve Japonya– bu tartışmanın dışında. Güney Asya’dan Burma’ya Malay Yarımadası’ndan, Hindistan’a, İran’a, Anadolu’ya, Suriye’ye, Arabistan’a, Mısır’a, Kuzey Afrika’ya ve Atlantik kıyısındaki Cebelitarık ve Nijerya’ya kadar uzanan alanı düşünün. Nüfuslarını, kültürel etkilerini ve dünya yüzeyinin genişliğini düşünün.
Bu bölgede İngiltere, Fransa ve İtalya çeşitli biçimlerde nüfuz sahibidir. İngiliz etkisi, özellikle nüfus oranı açısından en kapsamlı olanıdır. Yerli askeri güç söz konusu olduğunda ise, en yaygın ve en önemli güç kolaylıkla İslam dünyasındadır. Ayrıca Müslüman uluslar güçlü ve yetenekli yöneticiler yetiştiriyor ve Türkler yakın zamanda Kemal Atatürk gibi bir dehaya sahipti.
İngiliz emperyal etkisi nasıl karakterize edilmelidir? Bölgeden bölgeye ve kıtadan kıtaya değişiklik göstermektedir. Birkaç bölgedeki doğrudan askeri yönetimden ve özellikle Müslüman uluslarla diplomatik dostluğa kadar iki uç noktaya dokunuyor. Başlıca özelliği, ilgili halkların aktif yardımı ve pasif desteği ile sağlandığı durumlar dışında, genel olarak doğrudan askeri zorlamanın bulunmamasıdır. Binlerce kilometrelik toprakları ve yüz milyonlarca nüfusuyla bu geniş bölgenin tamamında İngiliz askerlerinin sayısı yüz bini geçmez. Ayrıca Büyük Britanya’da büyük bir asker rezervi yok, yalnızca birkaç on bin asker vardır. Bu seyrek rezervler, denizler üzerinden nakledilerek hızlı bir şekilde birkaç noktaya aktarılabilir. Asya’daki ve Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerindeki Britanya İmparatorluğu artık, ilgili halklar tarafından aktif olarak desteklenen ya da pasif olarak kabul edilen bir koordinasyon birimine dönüşmüştür. Bir hizmeti bazen iyi, bazen vasat, bazen de çok kötü bir şekilde yerine getirmektedir.
İmparatorluğun nasıl ortaya çıktığı önemli değil. Bugün, geniş halk kitlelerine, uygarlığın ilerlemesinde eski işlevlerini sürdürmelerini sağlayacak sosyolojik alışkanlıkları ve çeşitli koordinasyonları tanıtmaktadır.
Bu İmparatorluk Büyük Britanya’ya başlıca iki açıdan büyük avantaj sağlamaktadır. İlki, bu bölgelerdeki İngiliz ticaretini teşvik ediyor; aslında İmparatorluk bu faaliyetten doğmuştur. İkincisi, eğitimli sınıfların büyük bir bölümüne sivil istihdam sağlamaktadır. Bu tür ailelerin hemen hemen hepsinin bu bölgelere yayılmış üyeleri vardır. Ordudaki subaylar devlet görevlilerine, devlet danışmanlarına, devlet yöneticilerine dönüşüyor.
Nihai ideal, söz konusu hakların her birinin kendi kendini yönettiği geniş ve dostane işbirliğidir. Bu ideal, İngiliz Dominyonları tarafından zaten gerçekleştirilmiştir. Bu, kademeli bir büyüme idealidir; ancak bu yüzyılda İngiliz politikasına hâkim olmuştur.
Filistin ve Araplar
Son olarak, Filistin’deki Yahudi Yerleşimi meselesi incelenmeyi bekliyor. Din, hayata değerli bir amaç duygusu katan ideallerin ana kaynağı olmuştur ve şimdi de öyledir. Genel olarak anlaşılabilir şekillerde ifade edilen dinin dışında, halklar, ufak hafifletmelerle günlük hayatta kalmanın kayıtsız yükümlülüğüne gömülürler. Söz konusu kıtasal bölgenin tamamında Filistin, çeşitli dini inançların bir araya geldiği ideal bir merkezdir.
Filistin’e bu üstün konumu kazandıran şey, Yahudilerin dehası ve dinsel sorunu kavrama konusundaki canlılıklarıydı. Üç Batı inancı, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık oraya işaret eder. Yahudilerin nihai dağılışı MS. 70 yılında Romalıların Kudüs’ü ele geçirmesiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Yahudiler, nüfus içinde baskın bir unsur olarak ülkeyi işgal ettikleri süre boyunca ortalıkta yoktular. Bin sekiz yüz yıl önce Filistin’e ışıltısını veren Yahudi dehasıydı!
Böylece birçok hak iddiası Filistin üzerinde birleşmektedir: Geçmişteki işgal ve yaşayan deha nedeniyle Yahudilerin hak iddiası, asırlardır süren işgal ve canlı birliktelik nedeniyle Müslümanların ve Hristiyanların hak iddiası. Ayrıca şu da unutulmamalı ki, Büyük Savaş sonrasında, Arabistanlı Lawrence’ın Türkiye’ye karşı Arap prenslerini koordine ettiği Arap isyanı olmasaydı, İngilizler Filistin’in komutasında olamayacaklardı. Bu isyanla eş zamanlı olarak Filistin’de, mevcut Arap nüfusunun haklarıyla tutarlı Ulusal bir Yahudi Yurdu kurulması için İngiliz yardımını vaat eden Balfour Deklarasyonu ilan edildi. Bu politikanın hayata geçirilmesi karmaşık bir sorun teşkil etmekle birlikte, tanınma talebiyle Filistin üzerinde birleşen keskin çıkarların karmaşıklığını da ifade etmektedir. Sorunun tamamı Arap liderlerine iletildi ve Barış Konferansı’nda pasif rızaları alındı. Ayrıca, çevredeki devletlerin Arap prensleri ile Mısır ve Türk hükümetlerinin müdahaleden kaçınmak konusunda son derece dikkatli davrandıklarını da belirtmek gerekir.
Ortaçağ kayıtları, İslam üstünlüğünün parlak dönemi boyunca, uygarlığın ilerletilmesinde Müslüman ve Yahudi faaliyetlerinin ortak birlikteliğine dair kanıtlar sunmaktadır. Hristiyan topraklarında bile Ortaçağın doruk noktası büyük ölçüde bu birlikteliğe bağlıydı. Thomas Aquinas Aristoteles’i, Roger Bacon da modern bilimin temellerini buradan almıştır. İtalyan limanlarının ticari sistemi, Karanlık Çağlar boyunca Suriyeliler ve Yahudiler tarafından yürütülen faaliyetlerin birer kopyasıydı.
Tarihin en büyük olgularından biri, modern uygarlığın Yahudilerin İslam dünyası ile olan ilişkisinden türediğidir. Filistin’deki Yahudi yerleşimi, ilk hedefleri açısından başarılı bir şekilde gerçekleşmiştir. Yetenek ve özveri ile desteklenmiştir. Gelinen sonuç, ülkenin daha büyük sayıları destekleyebilecek kapasitede olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Fakat meselenin bu tatmin edici sonucunun bir istisnası var. Filistin’deki Araplar memnun değil; tüm Araplar değil ama açıkça isyan halinde olan büyük bir kesim var. Bu ciddi durum muhtemeldir ki, kısmen İngiliz yetkililerin devlet adamlığı inisiyatifinden yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır. Biraz olsun bir yaratıcılık gerekliydi ama ortaya çıkamadı; belki de olumlu bir yetersizlik vardı. Durum ne onlar tarafından düzeltilebildi ne de İngiltere’den gönderilen iki soruşturma komitesi tarafından iyileştirilebildi.
Ancak bu sorunun felakete yol açabilecek bir başka yönü daha var. Yahudi ve Arap çıkarlarının kaynaştırılması bizzat Yahudiler ve Araplar tarafından gerçekleştirilmelidir. Devlet adamlığının bu temel hedefi, Yahudi otoriteler tarafından büyük ölçüde göz ardı edilmiş gibi görünmektedir. Orta Avrupa’dan gelen göçmen kitlesinden Suriye’deki yaşamın karmaşıklığına dair bir kavrayış beklemek adil olmaz; ancak İngiltere ve Birleşik Devletler’deki otoritelerden temel hedeflere dair bir kavrayış göstermeleri istenebilirdi.
Ne yazık ki, perde arkasında ne yapılmış olursa olsun, kamuoyuna yapılan açıklamalarda, Britanya’nın Filistin’e sınırsız bir Yahudi egemenliği dayatması şeklindeki talep hâkim oldu. Hatta bir keresinde, Yahudi temsilciliklerinin, muhalif Arapların kabul edileceği herhangi bir konferansa katılmayı reddetmesi yönünde bir öneri bile vardı.
Bu tutum sürdürüldüğü takdirde, Filistin’deki Yahudi Yurdu’nun ölüm fermanı –belki bugün değil ama yakın gelecekte– imzalanmış demek olacaktır. Büyük siyasi meselelerde başarı testi iki yönlüdür: hayatta kalma gücü ve uzlaşma.
Tarihçilerin edebi ilgisi geçici parlaklık tarafından yakalanır. Siyasi başarının temel faktörü hayatta kalma gücüdür.
Filistin için Büyük Britanya’nın ısrarlı askeri gücüne dayanan herhangi bir ivedi çözüm başarısız olmaya mahkûmdur. Gelecek yüzyılda, kriz zamanlarında İngiltere’nin yeterli asker sevkiyatı yapamaması ihtimal dahilindedir. Suriye kıyısı boyunca daimi askeri hâkimiyet kurması beklenemez. Geri dönebilir; ancak süreklilik pek olası değildir.
Britanya’nın geniş etki alanı içindeki herhangi bir karışıklık, yalnızca yeterli polis gücünden ibaret olan askeri güç rezervlerini tüketebilir. Bu gerçekleştiğinde Filistin’deki bir sarsıntının kendi yolunda gitmesi gerekir. Ayrıca, o bölgede sarsıntılar meydana gelmektedir. Bu yüzyıl içerisinde Ermeniler tehcir edildi ve Rumlar yaklaşık üç bin yıldır anavatanları olan Anadolu’dan sürüldü.
Britanyalı devlet adamlarının çoğu, kendilerinin öncelikle bir koordinasyon birimi olduklarının, polis kontrolü uyguladıklarının ve özünde hayatta kalma gücüne sahip siyasi yapılar arayışında olduklarının son derece farkındadırlar. Güçlü kararlılığa sahip bazı İngiliz devlet adamları bu rolü unutur; karar vermeye ve dayatmaya çalışırlar. Bunlar, parlak entelektüeller tarafından çok sevilen modern İngiliz tarihinin başarısızlıklarıdır. Cromwell göze çarpan bir örnektir ve Carlyle hayranlık duyulan bir entelektüeldi.
Siyasi başarının ikinci unsuru ‘uzlaşma’dır. Özgürlüğün özü siyasi uzlaşmayı gerektirir. Söz konusu toplumsal sistem amaç farklılığı içerdiğinde çıkar çatışması ortaya çıkar; uzlaşma, toplumsal yaşamın en geniş tatmin yelpazesini sunması adına bu farklılıkları ayarlama çabası anlamına gelir. Uzlaşmadan yoksun siyasi çözümler, devlet adamlığı idealinin iflası anlamına gelir.
Yahudi yaşam geleneği, yayıldığı toplumların siyasi yönetimi konusunda geniş bir deneyim içermez. Yahudi düşüncesi doğal olarak soyut biçimde tasarlanan, uzlaşmadan ve hayatta kalmak için gerekli olan şartlardan yoksun belirli idealler üzerinde yoğunlaşır.
Bu özellik, ırkın yetenekleriyle birleştiğinde, Yahudilerin uygarlığa yaptıkları sayısız hizmetin nedenini oluşturur. Geleneksel alışkanlıkların ötesinde idealler sundular. Bu, aynı zamanda ırkın uzun tarihi boyunca neden istikrarlı siyasi yapılar ortaya çıkarma konusunda başarısız olduklarını da açıklıyor. Yahudi tarihi, tüm tarihlerin ötesinde, trajedilerden oluşur.
Hristiyanlık, dünyanın alışılagelmiş alışkanlıklarının ötesindeki idealleri ilan ederek Kudüs’te kuruldu. Avrupa’ya modern uygarlığını kazandıran Hristiyan Kilisesi, imparatorluk yönetiminin uzun süreli alışkanlığının idealleri acil ihtiyaçlara göre ayarladığı Roma’da konuşlanmıştı. Hristiyanlık dehasını Yahudiye’den, hayatta kalma gücünü ise Roma İmparatorluğu’ndan almıştır. Sonuç olarak Hristiyanlık, Roma istikrarıyla harmanlanmış bir Yahudi yaratımıydı.
Bugünün bir başka trajedisi Yahudi ırkının çarmıha gerilmesidir. Kurtarma çalışmaları kehanet niteliğindeki bir umutla yeniden canlanıyor: tarihinin merkezi bölgesinde bir Yahudi Yurdu ideali.
Tarihsel gerçeklikte vücut bulmaya çalışan herhangi bir idealin başarısı için her zaman bir koşul vardır. Bu durumda söz konusu koşul, İslam dünyasıyla işbirliğidir. Başarıyı ummak için iyi bir neden var: Yahudiler ve Müslümanların parlak döneminde gerçekleşmiş olan işbirliği. İslam dünyasının yeniden şekillenmesinde, Yahudi becerileri tam da halkların ihtiyaç duyduğu yardımı sağlayacaktır: Yahudi tedrisatı İslam tedrisatını modern bilgiyi özümseyecek biçimde şekillendirebilir; Filistin tam da Batı dünyasının Müslüman yaşamına dokunduğu hassas noktada yer almaktadır.
Kudüs Üniversitesi, teknoloji okulları, tarım ve üretim yöntemleri, etkilerini Yakın Doğu’nun her tarafına yaymalıdır. Ayrıca Avrupa hukuk fikirlerinin, yabancı oldukları bir toplumsal hayata gelişigüzel yayılmasından kaçınmaya özen gösterilmelidir. Kişisel mülkiyet veya devlet egemenliği gibi kaba kavramlar, kabile yaşamının inceliklerine uygulanamaz. Çevredeki yaşamın reel olgularına duyarlı bir yanıt verilmesi gerekiyor. Soyut düşüncenin basitliğinden kaçınılmalıdır.
Bu uyarılar sıradan uyarılardır ve ne yazık ki gereklidirler.
Yahudiler ve Arapların uyum sürecinde tek taraflı pazarlıklardan kaçınılmalıdır. Kaçınılmadığı takdirde gelecekte bir felakete yol açar. Devlet adamlarının umudu, karşılıklı hizmet ve alışkanlıkların iç içe geçmesi anlayışını ortaya çıkarmak olmalı, dolayısıyla nüfusların çeşitliliği, yaşama dair çeşitli bilinçaltı isteklerin yerine getirilmesini sağlamalıdır.
Akdeniz’in doğu kıyıları ve Hint Okyanusu’nun batı kıyıları boyunca uzanan, doğmayı bekleyen yeni bir dünya var. Bu dünyanın yaşaması için gereken koşul, her biri kendi becerilerine, kendi belleklerine ve kendi ideallerine sahip olan Müslüman ve Yahudi halklarının kaynaşmasıdır.
Savaş koruyabilir; ama yaratamaz. Savaş, yaratımı engelleyen vahşete katkıda bulunur. Savaş, insanlığın uzak ideallerine doğru uzanan ağır ilerleyişinde kendisine başvurulacak son çare olmalıdır.
Orijinal Başlık: An Appeal to Sanity
Yazar: Alfred North Whitehead
Türkçeye Çeviren: Ulus Sevdi
Editör: Bekir Demir
Redaksiyon: Hatice Demir
* Ana ve alt başlıklar Türkçe çeviri için eklenmiştir. (Ed.)