Demo v1.0

5 Kasım 2024, Salı

Beta v1.0

Savaşın Anlamı: Savaşta Yaşam ve Madde

Bilimi insanların maddi isteklerinin tatminine yöneltme fikri, sanayide ve dolayısıyla ticarette öylesine olağanüstü bir gelişmeye yol açtı ki, eski zenginlik anlayışı tamamen altüst oldu.
Çeviren:
Adnan Akan
Kaynak:
L'Institut de France et la Grande Guerre

“Anlamak ve öfkelenmemek”; bunun felsefenin nihai sözü olduğu söylenir. Ben bunların hiçbirine inanmıyorum ve seçme şansım olsaydı, suç karşısında öfkelenmeyi ve anlamamayı tercih ederdim. Ne mutlu ki, seçim yapmak zorunda değilim. Aksine, canlılıklarını sürdürme ve yenileme gücünü konularını daha derinlemesine anlamakla edinen öfke biçimleri vardır. Bizim öfkemiz de bu türdendir. Eğer bu savaşın anlamını kavrarsak, bize karşı bu savaşı yürütenler için daha fazla dehşet duyacağız. Üstelik, bundan daha kolay bir şey yoktur. Biraz tarih ve felsefe işimizi görmemize yeterli gelecektir.

Almanya uzun bir süre kendini şiire, sanata ve metafiziğe adamıştı. Düşünmek ve hayal kurmak için yaratıldığı söyleniyordu; “şeylerine gerçekliğine dair hiçbir duygusu yoktu”. Yönetiminde kusurlar olduğu, rakip devletlere bölündüğü ve anarşinin zaman zaman telafi edilemez göründüğü doğrudur. Ancak dikkatli bir çalışma, bu düzensizliğin altında, her zaman çok fazla büyümüş olarak başlayan ve daha sonra aşırılıklarını budayan, seçimini icra eden ve kalıcı bir biçim edinen yaşamın olağan işleyişini ortaya çıkarabilirdi. Yoğun olan hükümet faaliyetleri, zaman içinde, özgürlüğü bastırmadan düzeni sağlayacak iyi bir yönetim ortaya çıkarabilirdi. Konfedere devletlerin daha yakın birliğinden, örgütlü varlıkların ayırt edici işareti olan çeşitlilik içinde birliği üretebilirdi. Ancak yaşamın içerdiği şeyi üretmek için zamana ihtiyaç duyması gibi bunun gerçekleşmesi için de zamana ihtiyaç vardı.

Nitekim, Almanya kendi organik gelişimini bu şekilde gerçekleştirirken, içinde ya da daha doğrusu yanında, her şeyin mekanik olarak gerçekleşme eğiliminde olduğu bir halk vardı. Prusya’nın oluşumu yapaydı, çünkü satın alınan ya da fethedilen eyaletlerin kabaca bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştu. İyi monte edilmiş bir makine gibi aynı düzenlilikle işleyen yönetimi de mekanikti. Hohenzollern’lerin dikkatini üzerinde yoğunlaştırdığı ordu da daha az mekanik değildi; hem hassasiyet hem de güç bakımından son derece üstündü. Ya halk yüzyıllar boyunca makineye benzer bir itaat için eğitilmişti ya da fethetme ve yağmalama temel içgüdüsü ulusun yaşamını emmiş, onu basitleştirmiş ve materyalizme yaklaştırmıştı ya da Prusya karakteri bu şekilde yaratılmıştı ve Prusya fikri, krallarının hareketlerinden askerlerinin yürüyüşüne kadar her şey mekanikmiş gibi, vahşet, sertlik ve otomatizm görünümü uyandırıyordu.

Almanya’nın, kendisini mekanik bir şekilde dışarıdan dayatacak olan katı ve hazır bir birleşme sistemi ile doğal bir yaşam çabasıyla içeriden gelecek olan birlik arasında seçim yapmak zorunda olduğu gün gelip çattı.  Aynı zamanda kendisine, –şüphesiz eksiksiz bir düzen, ancak yapay olan her şey kadar zayıf– basitçe uyum sağlamak zorunda kalacağı idari bir mekanizma ile özgürce ilişkilendirilmiş iradelerin kendi rızalarıyla ortaya çıkacağı daha zengin, daha esnek bir düzen arasında seçim yapması önerildi. Bu durumda nasıl bir seçim yapacaktı?

Burada Prusya’nın yöntemlerinin vücut bulduğu bir adamla karşılaşılır; bir dahi, kabul ediyorum, ama kötü bir dahi, çünkü vicdansız, sadakatsiz, acımasız ve ruhsuzdu. Planını bozabilecek tek engeli henüz ortadan kaldırmıştı; Avusturya’dan kurtulmuştu. Kendi kendine şöyle dedi: Prusya’nın merkezileşmesi ve disiplini ile Almanya’ya tüm hırslarımızı ve iştahımızı benimseteceğiz. Eğer tereddüt ederse, konfedere halklar kendi rızalarıyla bu ortak karara varmazlarsa, onları buna nasıl zorlayacağımı biliyorum: Hepsinin üzerinden aynı nefret soluğuyla geçeceğim. Onları ortak bir düşmana karşı savuracağım; kandırdığımız, gözlediğimiz ve silahsız olarak yakalamaya çalıştığımız bir düşmana karşı.  Sonra, zafer saati geldiğinde, ayağa kalkacağım Faust’un Mephistopheles’le yaptığı gibi, kanıyla imzaladığı ve yine Faust gibi ruhunu dünya malları karşılığında sattığı bir anlaşmayı sarhoş Almanya’ya dayatacağım.

Söylediğini yaptı. Anlaşma yapılmıştı. Ama bu anlaşmanın hiçbir zaman bozulmaması için, Almanya’ya, içine hapsedildiği zırhın gerekliliği sonsuza kadar hissettirilmeliydi. Bismarck önlemlerini buna göre aldı. Ağzından çıkan ve yakınları tarafından toplanan sırlar arasında şu açıklayıcı söz vardır: “Sadowa’dan sonra Avusturya’dan hiçbir şey almadık çünkü er ya da geç onunla uzlaşabilmek istiyorduk.” Bu yüzden, Alsas ve Lorraine’in bir kısmını ele geçirerek Fransızlarla uzlaşmanın mümkün olmayacağını düşünüyordu. Alman halkının kendisini sürekli bir savaş tehlikesi altında hissetmesini, yeni İmparatorluğun tepeden tırnağa silahlı kalmasını ve Almanya’nın Prusya militarizmini kendi yaşamı içinde eritmek yerine, kendisini militarize ederek onu güçlendireceğine inanmasını istiyordu.

Bismarck onu güçlendirdi ve makine gün geçtikçe daha karmaşık ve daha güçlü hale geldi. Ama şimdi süreç kendiliğinden, yapıcılarının öngördüğünden çok farklı bir etki yaratacaktı. Bu, süpürgesinin gidip nehirde kendisi için kova doldurmasını sağlamak için sihirli bir büyü kullanan, ancak işinde onu durduracak hiçbir büyü olmadığı için boğulmasına neden olacak kadar mağarasının suyla dolduğunu gören cadının hikâyesidir.

Prusya ordusu, Prusya Kralları tarafından fetih arzularına hizmet edebilmesi için düzenlenmiş, mükemmel hale getirilmiş ve sevgiyle gözetilmişti. Komşuların topraklarını ele geçirmek o zamanlar tek amaçtı; toprak neredeyse ulusal zenginliğin tamamıydı. Ancak 19. yüzyılla birlikte yeni bir şey ortaya çıkardı. O yüzyıla özgü olan, bilimi insanların maddi isteklerinin tatminine yöneltme fikri, sanayide ve dolayısıyla ticarette öylesine olağanüstü bir gelişmeye yol açtı ki, eski zenginlik anlayışı tamamen altüst oldu. Bu dönüşümün gerçekleşmesi elli yıldan fazla sürmedi. 1870’teki savaşın ardından, yeryüzünün mallarına el koymak üzere inşa edilen bir ulusun endüstriyel ve ticari olması kaçınılmazdı. Ancak bunun için, prensipte olduğu halde herhangi bir değişikliğe gitmeye gerek duymayacaktı. Aksine, yapması gereken tek şey, askeri gücünün büyümesini borçlu olduğu disiplin, yöntem, azim, titizlik, kesin bilgi –hadi küstahlık ve casusluk da diyelim– alışkanlıklarını kullanmaktı. Bu şekilde, ordusundan daha az korkunç olmayan ve askeri olarak da işe yarayacak bir sanayi ve ticaret yaratacaktır.

O andan itibaren, fetih ruhuna yanıt olarak ortaya çıkan sanayi ve bu ruhun somutlaştığı ordu, orduya katılan donanma, aynı hızda ve birbirlerine karşılıklı destek vererek birlikte ilerlediler. Sanayi her yöne doğru gelişmiş olabilir, ancak birincil amacı savaştı. Dünyanın daha önce benzerini görmediği dev fabrikalarda binlerce işçi top döküyor, bunların yanı sıra atölyelerde ve laboratuvarlarda, komşuların ilgisiz dehası tarafından icat edilen her şey hemen ele geçiriliyor, kullanım amacından saptırılıyor ve bir savaş makinesine dönüştürülüyordu. Buna karşılık, büyümelerini ulusun artan zenginliğine borçlu olan ordu ve donanma, borçlarını kendilerini bu zenginliğin hizmetine sunarak ödüyorlardı: ticaret kanallarını ve sanayi için çıkış yollarını açıyorlardı. Ama aynı zamanda, kralları tarafından Prusya’ya ve Prusya tarafından Almanya’ya dayatılan hareket, hızlanarak, hızını toplayıp kendini ileri atarken, rotasından sapmak zorundaydı. Er ya da geç kontrolden çıkacak ve uçuruma doğru sürüklenecekti.

Doğrusu fetih ruhu had tanımaz: söz konusu olan sadece bir komşunun topraklarını ele geçirmek olduğu sürece hırslarını sınırlamak zorundadır. Prusya krallarının krallıklarını kurmaları uzun bir savaş dizisini gerektirmiştir Adınız Frederick ya da William olsa bile, bir seferde bir ya da iki eyaletten fazlasını ilhak edemezsiniz; daha fazlasını alırsanız zayıflarsınız. Ancak aynı doymak bilmez fethetme ihtiyacının yeni zenginlik biçimi için de geçerli olduğunu varsayalım:

Şimdiye kadar her biri yalnızca belirli bir alan parçasına değebileceği için kazanımlarını belirsiz bir zamana yayan sınırsız hırs, aniden gözünü kendisi kadar sınırsız bir nesneye diker. Sanayisi için hammaddelerin, gemileri için tamir istasyonlarının, girişimcileri için imtiyazların ya da ürünleri için çıkış noktalarının bulunduğu yerkürenin her noktasında kendisine hak iddia edecektir.

Aslında, Prusya için çok başarılı olan politika, bir çırpıda en hesaplı ihtiyatlılıktan en çılgın pervasızlığa dönüşmek üzereydi. Sağduyusu ilkelerinin mantığına biraz kısıtlama getiren Bismarck, sömürge girişimlerine hâlâ karşıydı; Doğu’nun tüm işlerinin bir Pomeranyalı el bombacısının kemiklerine değmeyeceğini söylüyordu. Almanya ise, Bismarck’ın kendisine verdiği ivmeyi takip etti ve zorunlu olarak doğuya ve batıya açılan iki yöne doğru fırladı: bir yanda Doğu’ya giden yol; diğer yanda deniz imparatorluğu. Ancak bunu yaparken, Bismarck’ın kendisi için ittifak ya da dostluk sağladığı ülkelere fiilen savaş ilan etmiş oluyordu. Dünya egemenliğini elde etmek gibi bir hırsa kapılmıştı.

Dahası, bu hırsı kontrol altında tutabilecek hiçbir ahlaki kısıtlama yoktu. Zaferin, zaferin ona kazandırdığı ve ticaretinin, sanayisinin, hatta biliminin bile faydalandığı prestijin sarhoşluğuyla, Almanya daha önce hiç bilmediği, hayal etmeye bile cesaret edemeyeceği bir maddi refah içine gömülüyordu.  Kendi kendine, eğer güç bu mucizeyi yarattıysa, eğer güç ona zenginlik ve onur verdiyse, bunun nedeninin gücün içinde gizemli, hatta tanrısal bir erdem barındırması olduğunu söyleyecekti. Evet, hile ve yalanlarla dolu kaba kuvvet, dünyayı fethetmeye yetecek saldırı gücüyle geldiğinde, doğrudan doğruya göklerden kaynaklanmalı ve Tanrı’nın yeryüzündeki iradesinin bir göstergesi olmalıdır. Bu saldırı gücünün kendilerine bahşedildiği insanlar seçilmişlerdir, seçilmiş bir ırktırlar ve diğerleri onların yanında köle ırklarıdır. Böyle bir ırka, egemenliğini kurmasına yardımcı olabilecek hiçbir şey yasaklanmamıştır. Kimse ona dokunulmaz haklardan söz etmesin! Hak, bir antlaşmada yazılı olandır; bir antlaşma, bir fatihin galip gelenin iradesini, yani gücünün mevcut yönünü tescil eden şeydir: o halde güç ve hak aynı şeydir ve eğer kuvvet yeni bir yön almaya razı olursa, eski hak tarih olur ve onu koruyup destekleyen antlaşma da bir kâğıt parçasından başka bir şey değildir.

Böylece, kazandığı zaferler, bunların aracı olan kaba kuvvet ve sonucu olan maddi refah karşısında hayrete düşen Almanya, şaşkınlığını bir fikre dönüştürecektir. Ve bu fikrin çağrısıyla, Almanya’nın şairleri ve filozofları arasında uyumaya bıraktığı binlerce düşünce, zaten yapılmış olan inanca çekici veya çarpıcı bir biçim verebilecek olanların hepsi, uykudan uyanmış ve kütüphanelerin tozunu silkelemiş gibi koşarak gelir.  Ve bundan böyle Alman emperyalizminin kendine ait bir teorisi olacaktır. Okullarda ve üniversitelerde öğretilen bu teori, zaten pasif itaate alıştırılmış ve resmi doktrine karşı çıkabilecek daha yüce bir ideali olmayan bir ulusu kolayca kendine bağlar. Birçok kişi Alman politikasındaki sapmaları bu doktrine bağlı olarak açıklamıştır. Ben kendi adıma bu doktrinde, özünde doymak bilmez bir hırs ve gururun saptırdığı bir iradeyi fikirlere dönüştürmeye mahkûm bir felsefeden başka bir şey görmüyorum. Doktrin, nedenden ziyade bir sonuçtur ve ahlaki zilletinin farkında olan Almanya, kendini mazur göstermek için, bazı teorilere çok fazla güvendiğini, hatanın suç olmadığını söylediği gün, o zaman ona felsefesinin sadece vahşetinin, iştahının ve ahlaksızlıklarının entelektüel bir aktarımı olduğunu hatırlatmak zorunda kalacağız. Doktrinler zaten genellikle ulusların ve bireylerin ne olduklarını ve ne yaptıklarını açıklamaya çalıştıkları araçlardır. Ahlaki güzelliğe hayran bir Almanya’nın kendisini Kant’a sadık ilan etmesi, hassas ve duyarlı bir Almanya’nın kendisini Jacobi veya Schopenhauer’in çağrısı altına yerleştirmesi gibi nihayetinde av peşinde koşan bir ulus haline gelen Almanya, kendisine Hegel’i esas alır. Başka bir yöne meyletmiş ve ihtiyaç duyduğu filozofu kendi ülkesinde bulamamış olsaydı, onu yabancılardan edinirdi. İşte bu yüzden, önceden belirlenmiş ırklar olduğunu kendine kanıtlamak istediği gün, okumadığımız bir yazarı, Gobineau’yu alıp şöhrete kavuşturmak için bize [Fransa’ya] başvurdu.

Sapkın hırsın bir kez kuram haline getirildikten sonra, kendini sonuna kadar götürmekte daha rahat hissettiği de doğrudur; o zaman sorumluluğun bir kısmı mantığa yüklenecektir. Eğer Alman ırkı seçilmişse, kayıtsız şartsız yaşama hakkına sahip tek ırk o olacaktır; diğerleri hoş görülen ırklar olacaktır ve bu hoşgörü tam olarak “barış durumu” denilen şey olacaktır. Bırakın savaş gelsin; düşmanın yok edilmesi Almanya’nın peşinden koşması gereken son olacaktır. Sadece savaşçılara saldırmayacak; kadınları, çocukları, yaşlı erkekleri katledecek; yağmalayacak ve yakacak ve bu noktada ideal olan, kasabaları, köyleri, tüm nüfusu yok etmek olacaktır. Teorinin vardığı sonuç budur. Şimdi onun amacına ve gerçek ilkesine geliyoruz.

Savaş iki ulus arasındaki anlaşmazlığın çözümünde bir araç olmaktan öteye gidemediği sürece, çatışma ilgili iki orduyla sınırlı kalmıştır. Gereksiz şiddet giderek daha fazla ortadan kaldırıldı; masum halklar kavganın dışında tutuldu. Böylece yavaş yavaş bir savaş kanunu hazırlandı. Ne var ki, fetih için örgütlenmiş olan Prusya ordusu ilk andan itibaren bu kanunu hoş karşılamadı. Ama artık Alman militarizmine dönüşmüş olan Prusya militarizminin sanayicilikle bütünleştiği andan itibaren, savaşın askeri gücüyle aynı anda hedef alması gereken, düşmanın endüstrisi ve ticareti, zenginliğinin kaynakları, zenginliğinin kendisiydi. Fabrikaları yok edilmeli ki rekabeti bastırılabilsin. Dahası, kendisi sonsuza dek yoksullaşsın ve saldırgan zenginleşsin diye, kentleri fidye olarak alınmalı, yağmalanmalı ve yakılmalıdır. Düşmanın rekabetini ortadan kaldırmak için fabrikaları yok edilmeliydi; onu sonsuza kadar yoksullaştırmak ve kendisini zenginleştirmek için şehirler yağmalanmalı, talan edilmeli ve yakılmalıydı. Her şeyden önce sadece Almanya’nın ekonomik yaşamının çok fazla zarar görmemesi için değil, aynı zamanda ve her şeyden önce askeri gücü, güçten daha üstün bir hakkın bilincinde olarak, kendini destekleyecek ve kurtaracak araçları bulamadığı için savaş kısa sürmeliydi, Maddi gücünün gururundan başka bir şey olmayan manevi gücü de aynı iniş çıkışları izleyecekti: kendini harcadıkça yıpranacaktı. Yıpranması için ona zaman verilmemeliydi. Makine bir anda çalışmak zorundaydı. Halkı terörize edebilir ve ülkeyi felç edebilirse başarılı olacaktı. Bunu başarmak için, çalışma şekli konusunda hiçbir tereddüdü olmamalıydı. Makinenin kendisi kadar ustaca birleştirilmiş, önceden hazırlanmış bir vahşet sistemi işte buradan kaynaklanıyordu.

Önümüzde duran manzaranın açıklaması budur. “Bilimsel barbarlık”, “sistematik barbarlık” duyduğumuz ifadeler. Evet, uygarlığın güçlerini ele geçirerek kendini güçlendiren barbarlık. Burada takip ettiğimiz tarih boyunca, tanık olduğumuz şey, militarizm ve endüstriyalizmin, makineleşme ve mekanizmanın, yozlaşmış ahlaki materyalizmin sürekli çınlayan yankısıdır.

Uzun yıllar sonra, geçmişin tepkisi sadece ana hatlarıyla görüldüğünde, bir filozof belki de bundan bu şekilde bahsedecektir. 19. yüzyıla özgü, maddi isteklerimizin karşılanmasında bilimi kullanma fikrinin mekanik sanatlara tamamen öngörülemeyen bir genişleme sağladığını ve elli yıldan kısa bir süre içinde insanı yeryüzünde yaşadığı binlerce yıl boyunca yaptığından daha fazla aletle donattığını söyleyecektir. İnsan için her yeni makine, -sadece doğal organları uzatan yapay bir organ- yeni bir organ olurken, ruhu aynı anda yeni bedeninin boyutlarına göre genişleyemeden bedeni aniden ve muazzam bir şekilde büyüdü. Bu orantısızlıktan ahlaki, sosyal, uluslararası sorunlar ortaya çıktı ve ulusların çoğu bu sorunları, dünyanın o güne kadar gördüğünden daha fazla özgürlük, daha fazla kardeşlik, daha fazla adalet yaratarak politik bedendeki ruhsuz boşluğu doldurarak çözmeye çalıştı. Şimdi, insanlık bu ruhsallaştırma görevi için kendini seferber ederken, yozlaşmış aşağı güçler –şeytani güçler– insanlık için tam tersi bir deneyimi planlayacaktı. Bilimin insanın hizmetine hazır hale getirdiği mekanik güçler, insanın doğasını kendi doğaları gibi maddileştirmek için onu ele geçirirlerse ne olurdu? Eğer bu mekanizma insan ırkının tamamını ele geçirirse ve halklar, insanların yapabileceği gibi kendilerini daha zengin ve daha uyumlu bir çeşitliliğe yükseltmek yerine, şeylerin tekdüzeliğine düşerlerse nasıl bir dünya olurdu? Mekanik olarak aktarılan bir emir sözcüğüne mekanik olarak itaat eden; bilimini ve vicdanını buna göre yöneten ve adalet duygusuyla birlikte doğruyu ve yanlışı ayırt etme gücünü kaybeden bir toplum nasıl bir toplum olurdu? Bu sefer buradan duyguları, fikirleri, uygarlığı kesin olarak boğacak nihayetinde eski barbarlığın tohum halinde taşıdığı hangi yeni barbarlık ortaya çıkacaktı? Özetle, insanlığın ahlaki çabası hedefine ulaştığı anda rayından çıkarsa ve şeytani bir kurnazlık maddenin ruhsallaşması yerine ruhun makineleşmesine yol açarsa ne olur? Bu deneyi gerçekleştirecek önceden belirlenmiş bir halk vardı. Prusya, kralları tarafından askerileştirilmişti; Almanya, Prusya tarafından askerileştirilmişti; güçlü bir ulus mekanik bir düzen içinde ilerliyordu. Yönetim ve askeri mekanizma, sadece endüstriyel makinelerin ortaya çıkmasını ve onlarla birleşmesini bekliyordu. Bir kez birleşince ortaya müthiş bir makine çıkacaktı. Yapması gereken tek şey, Almanya’nın peşinden aynı harekete tabi, aynı mekanizmanın tutsağı başka halkları sürüklemek için kendini harekete geçirmekti. Almanya’nın savaş ilan etmeye karar verdiği gün savaşın anlamı bu olacaktı.

Bunu yapmaya karar verdi, ancak sonuç öngörülenden çok farklı oldu. Çünkü maddeye en yakın güçler tarafından bastırılması gereken manevi güçler, aniden maddi gücün yaratıcıları olduklarını kanıtladılar. Basit bir fikir, küçük bir halkın kahramanca onur anlayışı, güçlü bir imparatorluğa karşı durmalarını sağladı. Öfkeli adaletin haykırışıyla, o zamana kadar donanmasına güvenen bir ulustan, bir milyon, iki milyon askerin aniden yeryüzüne çıktığını gördük. Karşılaşılan çok daha büyük bir mucize ise, kendisine karşı ölümcül bir şekilde bölünmüş olduğu düşünülen bir ulusun hepsi bir gün içinde kardeş oldu. O andan itibaren mücadelenin sonucu hakkında hiçbir şüphe kalmamıştı. Bir tarafta, yüzeye yayılmış bir güç diğer tarafta, derinlerde bir güç bulunuyordu. Bir tarafta mekanizma, kendi yaralarını onaramayan imal edilmiş eşya; diğer tarafta yaşam, her an kendini yapan ve yeniden yapan yaratılış gücü. Bir tarafta, kendini tüketen şey; diğer tarafta, kendini tüketmeyen şey.

Gerçekten de filozofumuz, makinenin kendi kendini tükettiği sonucuna varacaktır. Uzun bir süre direndi; sonra eğildi, sonra da kırıldı. Ne yazık ki çok sayıda çocuğumuzu altında ezdi; çok doğal ve tamamen kahramanca olan bu genç yaşamın kaderi üzerine gözyaşlarımız dökülmeye devam edecek. Ruhun maddenin direnciyle karşılaşması, yaşamın yaşayanları ezmeden asla ilerlememesi ve büyük ahlaki başarıların çok kan ve çok gözyaşı pahasına satın alınması amansız bir yasadır. Ancak bu kez kurban, güzellik açısından zengin olduğu gibi meyve açısından da zengin olacaktı. Ölümün güçleriyle yaşamın güçleri tek bir yüce savaşta karşı karşıya gelebilsin diye, kader hepsini tek bir noktada toplamıştı. Ve halklar ıssızlıkları içinde sevinçle, yıkımın ve kederin derinliklerinden kurtuluşun şarkısını yükseltirken ölümün nasıl fethedildiğine; insanlığın, sonu olabilecek ahlaki çöküşten maddi acılarla nasıl kurtarıldığına bakın!

 

Orijinal Başlık: Séance publique annuelle de l’Académie des sciences morales et politiques du samedi 12 décembre 1914
Yazar: Henri Bergson
Türkçeye Çeviren: Adnan Akan
Editör: Bekir Demir