Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Marksizm, Tarih ve Sınıf: E. P. Thompson’ın Mirası

Thompson'ın dinamik ve öznel sınıf teorisi, birçok Marksist düşünce akımının ruhani öncüsü olarak hizmet etmiştir.
Çeviren:
Uğur Şen
Kaynak:
Jacobin

3 Şubat Marksist tarihçi E. P. Thompson’ın doğumunun 100. yılıydı. Thompson’ın çalışmaları sınıf bilincinin gelişimine dair hayati içgörüler sunarken, 20. yüzyıl Solunun bazı kesimlerinin yapısal olarak sınıfa odaklanmayı nasıl unuttuğunu görmemize de yardımcı oluyor.

Bazı insanlar nüfuzlu olsalar da çok parlak değillerdir. Bazıları ise çok parlaktır ama hayatları boyunca fark edilmezler. Edward Palmer Thompson’ın akıbeti bu iki türden de değildi. İngiliz Marksist tarihçi, Arts and Humanities Citation Index‘te 1976-83 yılları arasında “20. yüzyılın tüm alanlarda en çok atıf yapılan 100 yazarı” arasında yer aldı. Yaşadığı dönemde bile pek çok kişi sosyal tarihin “Thompsoncı bir bakış açısı”ndan söz ediyordu.

Bunun nedenini anlamak kolay. Thompson entelektüel olarak, tarih mesleğinde uluslararası çapta devrim yarattığına inanılan İngiliz Komünist Tarihçiler Grubu’nda yetişmiştir. Perry Anderson’a göre bu grup, Batı Marksizmi içinde Anglofon hegemonyanın yolunu bile açmıştır. Thompson, yakın arkadaşı Eric Hobsbawm’ın patlayan bir “tarihsel volkan” olarak tanımladığı 1963 tarihli ufuk açıcı eseri İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda, sınıf anlayışını “aşağıdan tarih” şeklinde geliştirmişti. Marx’ın Grundrisse‘sinde sermayeyi tarihin bir öznesi haline getiren “yeniden yapılandırılmamış bir Hegelcilik” tespit eden Thompson, Kapital‘in bir tarih çalışması olmadığını ve sonraki yıllarda Friedrich Engels’in bile Kapital‘in yeterince tarihsel bir karaktere sahip olmadığını anladığını ileri sürdü.

Thompson, Marx’ta kapitalizmin siyaset, hukuk, ideoloji ve değer sistemleri gibi kültürel biçimlere gömülü gerçek tarihine yönelik “gerçek bir sessizlik” gözlemlemiştir. Thompson, Marx’ın “altyapı-üstyapı” metaforunun yaygın kullanımına ve Georg Lukács’ın “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” şeklindeki analitik ayrımına karşı çıkmış; bunun yerine sınıfı, sınıf bilincinin gelişim süreci olarak tanımlamıştır.

Bu durum Thompson’ı bir başka ufuk açıcı çağdaş Marksist düşünür olan Louis Althusser ile karşı karşıya getirdi. Bu Fransız filozof, Thompson’ın geri dönmeye çalıştığı Marksist hümanizmi şiddetle eleştirmiş ve tarihin “öznesi olmayan bir süreç” olduğunu savunmuştur.
Thompson, 1978 yılında Althusser’e karşı yazdığı Teorinin Sefaleti çalışmasında “tarihsel mantığı” ve tarihsel bilgiye teorik yaklaşımı savundu. Marksist tarihçilerin “belirli kavramlar için, diğer alanlarda çalışan Marksistlere uzanan ve onların bulgularından yararlanan genel bir Marksist teoriye borçlu olduklarını” kabul ediyordu. “Zor ama yine de yaratıcı” “geçici kategorileri” ile “Marksizm bize evrensel bir lügat vermiştir” diyordu. Bununla birlikte: “[E]ğer tüm Marksist pratikler için ortak bir zemin varsa, bu zemin Marx’ın bizzat kendisini konumlandırdığı yer, yani tarihsel materyalizm olmalıdır. Bu, tüm Marksist teorinin ortaya çıktığı ve sonunda geri dönmek zorunda olduğu zemindir.” Yine de Althusser’in Fransız yapısalcılığı, Batı Alman devlet-kökenli Marksizmi (burjuva toplumunun devletini, hukukunu, ideolojisini vs. kavramsal olarak kapitalist ekonomik ilişkilerden türetmeye çalışan) benzeri diğer akımlar gibi, Marx ve Engels’te zaten mevcut olan, gerçek tarihi soyut yasalara oturtma eğilimini en uç noktaya taşımıştı. Thompson, “Althusser ve çalışma arkadaşlarının çalışmalarında bu hatanın ulaştığı saçmalıklarla, yani belli bir tür statik, kendi etrafında dönen ‘Marksist’ yapısalcılığın saçmalıklarıyla” alay etti.

Thompson Haklı mıydı?

Daha sonra Perry Anderson ve Ellen Meiksins Wood gibi Thompson’a yakın görüşteki bazıları, onun Althusser’e yönelik eleştirilerini abartılı buldular. Teorinin Sefaleti‘nin yayımlanmasından iki yıl sonra Anderson, Arguments Within English Marxism kitabında Althusser ve Étienne Balibarı kısmen temize çıkarmaya çalıştı. Anderson’a göre, Kapital’i Okumak’ın bu iki yazarının, Marx’ın eğilim yasalarının işlediği kapitalist “üretim tarzını” kapitalizmin gerçek-tarihsel “toplumsal formasyonu” ile eşitledikleri suçlaması haksızdı. Ona göre, Althusser ve Balibar bu kavramsal ayrımı tam da “Marksist literatürde toplumsal formasyon ile onun ekonomik altyapısı arasındaki daimî kafa karışıklığını” sorunsallaştırmak ve tashih etmek niyetinde oldukları için vurgulamışlardı. Anderson’a göre Thompson, “muhaliflerini, ilk kez kendilerinin dile getirdiği bir hatadan mahkûm etmeyi amaçlamıştı.” Daha sonra Meiksins Wood, Thompson’ın eleştirisinin “oldukça talihsiz” olduğunu düşünerek Anderson’ın görüşlerine katılmış ve Thompson ile Althusser’i Marx’ın “altyapı/üstyapı metaforu” sorununu ele almaya yönelik iki farklı girişim olarak görmüştür. Ona göre bu metafor, “insan eylemliliğini yadsıması ve ‘üstyapısal’ faktörlere, ideoloji, kültür ya da politikada somutlaşan bilince uygun bir yer vermemesi” nedeniyle “her zaman faydasından daha fazla sorun teşkil etmiştir.” Thompson çözüm olarak Marksist hümanizmin peşinden giderken, Althusserciler burjuva toplumunun çeşitli “düzeylerinin” “göreli özerkliğini” ve “karşılıklı etkileşimlerini”, “ekonomik” olanın belirlenmesini “son kerteye erteleyerek” teorileştirdiler ve böylece “bir miktar kavramsal kurnazlıkla” gerçek tarihi “toplum biliminden” sildiler.

Yine de Wood, Thompson’ın eleştirisinin bazı kısımlarını muhafaza etmeye de çalışmıştır. Kapitalizm Demokrasiye Karşı’da “Thompson’ın haklı olduğu önemli bir nokta var” diye yazıyor, çünkü Althusser ve Balibar’ın üretim tarzı ve toplumsal formasyon arasındaki ayrımı “düzeltmeyi amaçladıkları altyapı/üstyapı metaforundaki hataları tam da yeniden üretiyordu.” Bu, onların “‘üretim tarzı’ kavramı (…) toplumsal bir totalitenin –ekonomik, siyasi ve ideolojik ilişkilerinin bütünlüğü içinde ‘kapitalizm’in– teorik olarak üretilebileceği bir temel teşkil ettiği ölçüde söylenebilir.”

Thompson’ın Dinamik ve Öznel Sınıf Teorisi

Bir anlamda Thompson’ın Marksizmi (kendisi “tarihsel materyalizm” terimini tercih ediyordu) altyapı-üstyapı modeline ilişkin şüpheci bir noktadan hareket ediyordu. Ona göre “tarihsel materyalizm”, “fikirlerin ve değerlerin maddi bir bağlamda, maddi ihtiyaçların da normlar ve beklentiler bağlamında yer aldığı ve bu çok yönlü toplumsal inceleme nesnesinin etrafında dönüldüğü bir anlayışı” ifade ediyordu. “Bir açıdan bakıldığında bu bir üretim tarzıdır, bir başka açıdan bakıldığında ise bir yaşam biçimidir.” Bu düşünceyle Thompson, “alternatif bir ‘yapı’ ve ‘süreç’ sezgiselliği” çağrısında bulundu ve kendini yapıların süreçsel olan üzerindeki etkisine vakfetti. Thompson tarihsel süreci kolektif insan eyleminden doğan bir süreç olarak tanımlamıştır:

Her eylem, tıpkı bireyin genel olarak dolayımlandığı gibi (piyasa, güç ve tabiiyet ilişkileri vb. aracılığıyla) diğerleriyle ilişki içindedir. Bu eylemler ve ilişkiler, rasyonel bir araştırmanın nesnesi haline gelen değişimlere yol açtığı ölçüde, bu toplamı tarihsel süreç, yani rasyonel yollarla düzenlenmiş ve yapılandırılmış pratikler olarak tanımlayabiliriz…

Bugün Thompson’ın “oluşum” (making) kavramı, Beverly Silver’ın küresel işçi sınıfının “oluşumu”, “çözülüşü” ve “yeniden oluşumu” üzerine yaptığı çalışmalardan Leo Panitch ve Sam Gindin’in Küresel Kapitalizmin Oluşturulması kitabına kadar yaygın olarak kullanılmaktadır. Thompson’ın kitabı yayımlandığında bu böyle değildi; bu nedenle kitabın önsözünde, başlıkta “oluşum” kelimesinin kullanılmasının nedenini, “etkin bir süreci incelemesidir. (…) İşçi sınıfı belirlenen bir zamanda güneş gibi doğmadı. Kendi oluşumunda oradaydı” olarak açıklıyor. Thompson kitabını iki farklı sınıf anlayışına karşı yazmıştır: Marksizm içinde Georg Lukács’ın “kendinde sınıf/kendisi için sınıf” ikilemine karşı ve bunun ötesinde burjuva bilimine karşı. Thompson, Lukács’ın sınıf kavramına ve Althussercilere ve bunların doğasında var olma eğiliminde olan Leninist öncülüğe karşı çıkmıştır:

Bugün sınıfın bir şey olduğunu varsayma eğilimi giderek artmaktadır. Marx’ın kendi tarih yazımında kastettiği bu değildi, ancak bu hata günümüzdeki pek çok “Marksist” yazıyı kusurlu hale getirmektedir. “Onun”, yani işçi sınıfının, neredeyse matematiksel olarak tanımlanabilecek gerçek bir varoluşa sahip olduğu varsayılır; üretim araçlarıyla belirli bir ilişki içinde olan çok sayıda insan. Bu bir kez varsayıldığında, sınıf bilincini eğer “o” kendi konumunun ve gerçek çıkarlarının doğru bir biçimde farkında olsaydı, “onun” sahip olması gereken (ama nadiren sahip olduğu) şey olarak kavramak mümkün hale gelir. Bu farkındalıkların yetersiz bir biçimde ortaya çıktığı kültürel bir üstyapı vardır. Bu kültürel “gecikmeler” ve çarpıtmalar bir baş belasıdır, bu yüzden buradan bir tür ikame teoriye geçilir: sınıf bilincini olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi ortaya koyan parti, mezhep veya teorisyen.

Thompson aynı zamanda burjuva bilimine karşı iki koldan saldırıya geçti. Birincisi, Ralf Dahrendorf ve Talcott Parsons’ın sosyolojideki rol teorisi gibi, sınıfların varlığını kabul eden ancak içkin amacı ücretli emekçilerin “şikayetlerini” sisteme adapte etmek olan dönemin hegemonik burjuva teorilerine karşı. İkinci olarak, işçi bilincine ilişkin nicel yatay kesit çalışmalarında kolektif kimliğe sahip bir sınıf bulamadığı için sınıfların varlığını tümüyle yadsıyan sosyolojik pozitivizme karşı yazmıştır. Thompson bu görüşlere karşı şöyle yazmıştır:

Ancak benzer bir hata ideolojik bölünmenin diğer tarafında da her gün yapılmaktadır. Bir biçimde, bu açık bir olumsuzluktur. Marx’a atfedilen basit sınıf kavramı zorlanmadan yanlışlanabildiğinden, herhangi bir sınıf kavramının kanıtların aksi dayatılarak empoze edilen küçültücü bir teorik kurgu olduğu varsayılır. Sınıfın ortaya çıkmış olduğu reddedilir.

Thompson böylece, dolaylı olarak, sosyalizmi tarihte kendilerini oluşturmuş gerçek sınıfların ideolojik dışavurumundan ziyade entelektüellerin yanıltıcı bir icadı olarak eleştiren Ludwig von Mises ve Friedrich August Hayek’in yükselen neoklasik ve Sağ liberter fikirlerini de hedef almıştır.

Hem Lukácsçı Marksizme hem de burjuva perspektiflerine karşı Thompson sınıfı şu şekilde tanımladı:

Hem deneyimin ham maddesinde hem de bilinçte bir dizi farklı ve görünüşte bağlantısız olayı birleştiren tarihsel bir olgudur. Bunun tarihsel bir olgu olduğunun altını çiziyorum. Sınıfı bir “yapı”, hatta bir “kategori” olarak değil, insan ilişkilerinde gerçekten olan (ve olmuş olduğu gösterilebilen) bir şey olarak görüyorum.

Thompson’a göre, “Sınıf, insanlar kendi tarihlerini yaşarken o insanlarca tanımlanır ve nihayetinde bu onun tek tanımıdır.” Ve “The Pecularities of the English” adlı makalesinde savunduğu gibi, sınıf yalnızca zaman içinde gözlemlenebilir:

Zaman makinesini durduran ve epeyce bir kavramsal oflayıp puflamayla makine dairesine inip bakan sosyologlar, bize hiçbir yerde bir sınıf bulamadıklarını ve tasnif edemediklerini söylüyorlar. Sadece farklı mesleklere, gelirlere, mevkii hiyerarşilerine vb. sahip çok sayıda insan bulabildiklerini söylüyorlar. Tabii ki haklılar, çünkü sınıf, makinenin şu ya da bu parçası değil, bir kez çalışmaya başladığında makinenin işleyiş biçimidir –şu ya da bu çıkar değil, çıkarların sürtüşmesi– hareketin kendisi, ısı, gürleyen ses. Sınıf, soyut olarak ya da tek başına tanımlanamayan, ancak diğer sınıflarla ilişkisi açısından tanımlanabilen sosyal ve kültürel bir oluşumdur (genellikle kurumsal bir ifade bulur); ve nihayetinde, tanımlama yalnızca zaman içinde yapılabilir – yani etki ve tepki, değişim ve çatışma. (…) [S]ınıf bir şey değil, bir olaydır.

Bu anlamda Thompson’ın teorisi dinamik ve öznel bir sınıf teorisi olarak anlaşılabilir:

Sınıf, bazı insanlar ortak deneyimlerin (miras alınan ya da paylaşılan) bir sonucu olarak, kendi aralarında ve çıkarları kendilerinden farklı (ve genellikle karşıt) olan diğer insanlara karşı kendi çıkarlarının özdeşliğini hissettiklerinde ve ifade ettiklerinde ortaya çıkar. Sınıf deneyimi büyük ölçüde insanların içine doğdukları ya da istemeden girdikleri üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Sınıf bilinci, bu deneyimlerin kültürel açıdan ele alınış biçimidir: gelenekler, değer sistemleri, fikirler ve kurumsal formlarda somutlaşır. Deneyim belirlenmiş gibi görünse de sınıf bilinci belirlenmiş değildir.

Thompsoncı Batı Alman tarih sosyoloğu Michael Vester, bu nedenle “proletaryanın ortaya çıkışını” bir “öğrenme süreci” olarak tanımlamıştır. Thompson’a göre, İngiltere’de bu süreç 1780 ile 1832 yılları arasında “İngiliz emekçilerinin çoğu kendi aralarında yöneticilerine ve işverenlerine karşı ortak bir çıkar özdeşliği hissetmeye başladıkları” oranda tamamlanmıştır.

Thompson bu sınıf teorisiyle üç ortodoksiye karşı çıkmıştır. Birincisi, işçi sınıfını yalnızca “bırakınız yapsınlar kapitalizminin pasif kurbanları” olarak gören ve dolayısıyla ona paternalist bir gözle bakan burjuva-sosyalist Fabianizme karşı. İkincisi, işçi sınıfını yalnızca “işgücü, göçmenler ya da istatistiksel seriler için veri” olarak gören burjuva yaklaşımlarına karşı. Her iki yaklaşım da işçi sınıfını pasifleştiriyor ve onun eylemliliğini, tarihsel etkinliğini ve eleştirel psikolog Klaus Holzkamp’ın “eylemlilik kapasitesi” olarak kavramsallaştırdığı şey için verdiği mücadeleleri görmezden geliyordu. Thompson, bunun yerine, işçi sınıfından insanları kendi tarihlerinin eyleyen özneleri olarak yeniden canlandırmak istedi. Bu, en belirgin anlamıyla “aşağıdan tarih” anlamına geliyordu; bu bağlamda Thompson, liberal elit yönetiminin, Frankfurt Okulu’nun yeni “eleştirel eleştirisinin” ve Leninist ve genellikle sekter öncülüğün ötesinde bir radikal demokrattı.

Üçüncü olarak Thompson kendi ilgilendiği erken dönem işçi hareketi tarihiyle, “Refah Devleti’nin öncüleri, Sosyalist Cumhuriyet’in ataları ya da (son zamanlarda) rasyonel endüstri ilişkilerinin ilk örnekleri” olduğu varsayılan “öncüleri” belirlemek için odaklanan akademinin kendi deyimiyle “‘Hacı’nın İlerlemesi’ ortodoksisi” yaklaşımına karşı çıkmıştır. Thompson’a göre, tarihi sanki bu şekilde olmuş olması gerekiyormuş gibi sonundan başlayarak düşünen ve yorumlayan bu yaklaşım sorunludur. Şüphesiz bu, tarihi şimdiki zamanın kavramlarına ve güç ilişkilerine uyarlamak için gerçekte olduğu şekliyle eğip bükmektedir. Ancak Thompson’a göre, Walter Benjamin’i anımsatan bir ruh haliyle, bu aynı zamanda “çıkmaz sokakları, kayıp davaları ve bizzat kaybedenleri” de gözden kaçırmaktır. Buna karşılık, “zavallı çorapçıyı, Luddcu kumaşçıyı, ‘modası geçmiş’ el tezgâhı dokumacısını, ‘ütopyacı’ zanaatkârı ve hatta Joanna Southcott’un aldatılmış müridini gelecek nesillerin muazzam lütfuna eriştirmeye”1Thompson’dan yapılan bu alıntının çevirisi, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ndan (s. 43) alınmıştır (çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim, 2004). – ed. n. çabaladı.

Thompson böylece, ilk kitabı William Morris: Romantic to Revolutionary‘nin ortaya çıkmasına neden olan, entelektüel kariyerinin başındaki romantik-şiirsel damara geri döndü:2İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, s. 43. – ed. n.

Onların zanaatları ve gelenekleri ölüyor olabilir. Yeni sanayiciliğe olan düşmanlıkları geri bir şey gibi görülebilir. Toplumcu idealleri fantazya sayılabilir. Kıyıcı kalkışmalarına çılgınlık denebilir. Ancak onlar, o zamanların keskin toplumsal sıkıntılarını yaşadılar ve biz yaşamadık. Onların idealleri kendi deneyimleri çerçevesinde geçerliydi ve eğer tarihin kaybedenleri oldularsa, kendi yaşamları çerçevesinde kaybedenler olarak suçlanabilirler.

Thompson’ın William Blake üzerine ölümünden sonra yayımlanan çalışması da bu anlamda –yaygın Blake araştırmalarının aksine– Romantik şairin şiirlerinde “canavar krallığı olan modern endüstriyel kapitalizmle en ufak bir suç ortaklığını” reddetme çabasını tespit etmiştir. Yine de Thompson’ın tarihsel olarak başarısız olmuş defansif mücadelelere odaklanmasının bir nedeni de sınıfa dair sistematik bir düşünme biçimidir. Beverly J. Silver’ın da Thompsoncı bir ruhla gösterdiği gibi, tarihteki büyük işçi mücadeleleri dalgalarının çoğu zaman sermayenin otomasyon önlemleriyle bağlantılı olduğu gerçeği bunu haklı çıkarmaktadır. Tarihsel olarak bunlar genellikle yenilgiyle sonuçlanmış ve “daha fazla makineleşmeyi ve buna bağlı olarak ücretlerdeki düşüşü durduramamış” olsalar bile, yine de sınıf bilincinin gelişimi üzerinde bir etkileri olmuştur, çünkü Thompson’a göre sınıf bilincinin ortaya çıkışı, buna denk düşen sınıf mücadeleleri olmaksızın düşünülemezdi. Thompson bu konuda Marx’ın devrimcileri yaratan devrim fikrinden yararlanmıştır. “Eighteenth-Century English Society: Class Struggle Without Class?” [“On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Toplumu: Sınıfsız Sınıf Mücadelesi mi?“] başlıklı makalesinde şöyle yazar: “Sınıf mücadelesinin kahramanları, mücadele sırasında kendilerini birer sınıf olarak keşfederler.” Ona göre, “‘sınıf’ terimine çok fazla teorik ilgi gösterilmiş (çoğunlukla oldukça bariz bir şekilde tarihsel olmayan anlamda), ancak ‘sınıf mücadelesi’ terimine çok az ilgi gösterilmiştir.” Thompson’a göre bu sorunlu bir durumdu çünkü ikincisi “daha evrensel bir kavramdı.” Thompson’ın sınıfın siyasi doğasına ilişkin argümanı, nüfuzlu Polonyalı filozof Leszek Kołakowski ile olan tartışmasında somut olarak görülebilir. 1968’den beri Batı’da yaşayan Polonyalı muhalif Kołakowski, “Sosyalist fikirde yanlış olan bir şey var mı?” başlıklı konferansa hazırlık notlarında şöyle yazmıştı: “İşçi sınıfının (hayali olan değil gerçek olan) şu anda ABD’de tek başına siyasi iktidarı ele geçirmesi halinde ‘proletarya diktatörlüğünün’ ne anlama geleceğini hayal edelim.” Thompson yanıt verdi:

Sorunun saçmalığı (sizin görüşünüze göre) kendi cevabını veriyor gibi görünüyor. Ancak soruya bir an bile tarihsel hayalgücünüzü kattığınızdan şüpheliyim: şu anda olduğu gibi kapitalist kurumlar tarafından toplumsallaştırılmış, şu anda olduğu gibi medya tarafından şaşırtılmış, şu anda olduğu gibi rekabetçi organizasyonlar içinde şekillendirilmiş, öz-etkinliği ya da kendi siyasi ifade biçimleri olmayan bir beyaz işçi sınıfı varsayıyorsunuz: yani kapitalist yapılar içinde boyun eğmenin tüm özelliklerine sahip bir işçi sınıfı hayal ediyor ve daha sonra ne bu yapıları ne de kendisini değiştirmeden iktidarı elde etmeyi “hayal ediyorsunuz”: korkarım ki bu, birçok kapitalist ideolojiyi niteleyen kavram sabitliğine tipik bir örnektir.

Günümüzdeki Etkisi

Thompson’ın dinamik ve öznel sınıf teorisi, birçok Marksist düşünce akımının ruhani öncüsü olarak hizmet etmiştir. Çeşitli uluslararası Marksizm yaklaşımlarıyla uyumluydu. Özellikle, sürekli tarihsel iyimserlik soluyan ve toplumsal analizi sürekli olarak işçi sınıfının eylemliliği, kendi kendini güçlendirmesi ve tarihsel etkinliği ile sermayenin bunu önleme stratejileri perspektifinden gören İtalyan operaismo’suna3İşçicilik. – ed. n. kolayca uyarlanabilirdi. Aynı zamanda Frank Deppe’nin 1981 tarihli Einheit und Spaltung der Arbeiterklasse adlı ufuk açıcı kitabına da ilham kaynağı olmuş, işçi sınıfının varoluşunun karakteristik ve tipik özelliğinin birleşme değil bölünme olduğunu savunmuştur.

Thompson’ın Fransız yapısalcılığıyla olan karşıtlığı abartılmamalıdır. Clyde W. Barrow’a göre, kapitalist devlet üzerine Miliband-Poulantzas tartışması nasıl bir yöntem tartışmasıysa, bu çatışma da Marksist tarihyazımı ile felsefe arasındaki disipliner bir tartışmaydı. Bu durum, Thompson’ın hocası Althusser ile beraber sert bir şekilde saldırdığı Nicos Poulantzas’ın son dönem çalışmalarının Thompson’ın görüşleriyle paralellikler taşımasında da kendini göstermektedir. Nitekim Yunan-Fransız devlet teorisyeni Devlet, İktidar, Sosyalizm (1978) adlı büyük (ve son) eserinde, işçi sınıfının parçalanmışlığını, ancak sınıf mücadelesi yoluyla üstesinden gelinebilecek olağan bir durum olarak tanımlar. Poulantzas bunu “bireyselleşme” kavramıyla ifade eder. İşçiler kapitalist pazarda birbirleriyle rekabet halinde olmakla kalmaz, işlevi egemen sınıfı örgütlemek ve ezilen sınıfları dağınık hale getirmek olan devlet, okul notları ve eğitim dereceleri gibi hiyerarşik mekanizmalar ve üniversiteye giriş yeterlilikleri gibi bariyerler aracılığıyla onları devlet aygıtlarında birleştirir. Bu da işgücü piyasasındaki nesnel rekabeti iki katına çıkarır ki bu da ancak sendikal çıkar grupları ve sınıf temelli sosyalist partilerde örgütlenmeye yönelik olağanüstü çabalarla ortadan kaldırılabilir.

Günümüzde Marksizmin en verimli teorik yaklaşımlarından biri olan ve Thompson’a ilham veren yaklaşım “güç odakları yaklaşımı”dır. Bu yaklaşım ilk olarak Silver tarafından operaist teorik mirasla bağlantılı olarak geliştirilmiş ve daha sonra Almanya’nın Jena Üniversitesi’nde Klaus Dörre ve diğerleri tarafından geliştirilerek dönüştürülmüştür. Emeğin Gücü (2003) kitabında Silver, sermayenin işçi sınıfının mevcut güç odaklarını zayıflatmaya yönelik sürekli girişiminin ve buna karşı direnişinin –Thompson’dan hareketle Silver’ın “emek huzursuzluğu” olarak adlandırdığı– üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin sürekli dönüşümünü nasıl tetiklediğini incelemiştir. Bu da işçi sınıfının güç kaynaklarını etkiler ve aşındırır: “Pazar yeri gücü” (sıkı işgücü piyasalarından kaynaklanan), “işyeri pazarlık gücü” (işçilerin üretimdeki yapısal konumlarından kaynaklanan) ve “örgütlenme gücü” (sendikal örgütlenme ve yoğunluktan kaynaklanan). Kapitalist üretim tarzının yapısal analizini yeniden kuran Silver, böylece küresel kapitalizm koşulları altında (Batı) işçi hareketinin tarihsel krizini anlamak için gerekli olan “sınıf oluşumu” kavramına bir de “sınıfın çözülüşü” kavramını eklemiştir. Yine de neoliberal küreselleşme, bazen sermayenin stratejilerinin istenmeyen sonuçları olarak, işçilerin güç odaklarını ve “emek kargaşalarını” yaratmaktadır. Örneğin, “tam zamanında” üretim koşulları sermayeyi savunmasız ve lojistikteki emek mücadelelerini daha umut verici hale getirirken, bugün “tam zamanında” üretime geçiş emek aktivizminin koşullarını bir kez daha yeniden yapılandırmaktadır.

Özneye Dönüş ama Marksizmden Kopuş mu?

Yine de Thompson’ın Althusser ile olan kavgasından herkes hoşnut değildi. Thompson’ın ölümünden on yıl sonra Hobsbawm otobiyografisinde ona “on yıl sonra artık hiçbir etkisi olmayacak bir düşünür üzerinde çalışmak için muhtemelen çığır açacak tarih çalışmasını yarıda bırakmasının neredeyse bir suç olduğunu” söylediğini yazdı. Ancak Alman sosyolog Jürgen Ritsert, “bazı Fransız teorisyenlerin sözde ‘yapısalcı Marksizminin etkisinin” “o kadar güçlü olduğunu”, ki Thompson’ın “yapısalcı bir teori sefaleti olarak endişe duyduğu şeye karşı bir polemik yazmak zorunda hissetmekte haklı olduğu” görüşünü desteklemiştir. Thompson’ın haklılığı, Althusser ekolünün teorik soyutlamasının sonraki on yıllarda kendi başına bir yaşam sürmesi ve kendisini yalnızca tarihsel gerçeklikten ve toplumsal (yapısal) analizden değil, aynı zamanda işçi hareketi bir yana, genel olarak siyasi pratikten de koparması gerçeğiyle de kanıtlanmaktadır. Yine de bu Jacques Lacan, Jacques Rancière, Michel Foucault, Gilles Deleuze ve ayrıca Jean-François Lyotard, Jean Baudrillard, Jean-Luc Nancy gibi “barok teorilerin” (John Sanbonmatsu’nun terimiyle) radikal-şık estetizmi olarak akademide hüküm sürdü. “Dilbilimsel dönemeç” kuşkusuz bunun doğasında vardı.

Aynı zamanda, Marksist olsun ya da olmasın, ekonomi politik sorunlarından geri çekilme ve Batı Marksizminde –Frankfurt Okulu’nda, 1960’ların ortalarına ve sonlarına kadar Antonio Gramsci’nin yorumlanmasında, Stuart Hall’da ve ayrıca Thompson’da– kültüre dönüş, zaten tarihsel öznel yenilgilerin (1933’te faşizme karşı, 1945’ten sonra anti-komünist hegemonyaya karşı) bir ifadesiydi. Paul Sweezy ya da Ernest Mandel gibi Marksist iktisatçılar istisna olma eğilimindeydi. “Kültürel dönemeç” işçi sınıfı temelli devrimin neden başarısız olduğunu açıklamaya yönelikti. Teorisyenler, kapitalizmin neden bu kadar dayanılmaz derecede sağlam göründüğünü ve nasıl yeniden üretildiğini anlamak için kültüre döndüler. “Kültürel dönemeç”, ister Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi kültür endüstrisinin kitle iletişim araçlarıyla (reklam, film, televizyon, popüler kültür) birlikte devletin idari aygıtları aracılığıyla olsun, ister Althusser’de olduğu gibi, baskıcı devlet aygıtları ile Fransız yapısalcının arasında sendikaları dahi saydığı ideolojik devlet aygıtlarının birleşimi yoluyla olsun; ya da Foucault’da olduğu gibi, öznelere ve kişiler arası ilişkilere sızan ve makro-iktidarın bir biçimi olarak anlaşılan, sosyalizmi ve sosyalistlerin devleti ele geçirmesini içeren “büyük anlatısını” yok eden “yarı-faşist” iktidar olsun; işçi sınıfının kapitalizme az çok tam entegrasyonuna ve sermaye-emek karşıtlığının bastırıldığına ilişkin yaygın bir yanlış kavrayışın bir parçasıydı ve kendisi de bu yanılsamayı pekiştiriyordu.

Politik ekonominin terk edilmesi, Sol görüşlü radikal teorisyenlerin, geçici olarak rekor kâr oranlarına ve tarihe geçecek şekilde yükselen reel ücretlere izin veren Keynesyen düzenlemeler altındaki Fordizmin özgül tarihsel koşullarını, gelişmiş kapitalist toplumun genel koşullarıyla karıştırmalarını daha kolay hale getirdi. Kültürle birlikte bu, her şeyi bir arada tutan ve kapitalist güç ilişkilerinin sağlamlığını açıklaması gereken bir tutkal olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, radikal Sol teorisyenlerin tümünün hâlâ statükodan memnun olmaması ve mevcut koşulları temelden reddetmesi nedeniyle, “tamamen farklı bir şeye duyulan özlem” (Max Horkheimer) ve teori ile pratiğin birliğine ve toplumsal değişime duyulan ihtiyaç, en azından Alain Lipietz’in “Althusser’in asi evlatları” olarak adlandırdığı kişiler arasında ya da Hans-Jürgen Krahl ve Jürgen Habermas gibi Theodor Adorno’nun pratiğe dönük öğrencilerinde devam etti. Başlangıçta, bu değişim arzusu uç gruplara yönelen stratejilere yöneldi: Herbert Marcuse’de kapitalist iş ahlakına karşı isyan eden hippiler; Foucault’da (ve Pier Paolo Pasolini’de) akıl hastaları, mahkûmlar, adi suçlular ve cinsel azınlıklar; bizzat Adorno ve Horkheimer’da ise aydınlanmış entelektüelin iletişim aklı. Daha geniş ölçekte böyle bir pratik yönelim için fırsat, 1968’deki “epifani”den doğdu; Barrow, Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar’dan (1968) Devlet, İktidar, Sosyalizm‘e (1978) “postyapısalcı” dönüşümünü bununla açıkladı. “Kültürel Marksizm”in diğer referans teorisyenleri de bu büyük uyanış deneyimini yaşadılar; özellikle de Karşıdevrim ve İsyan kitabındaki pratik-politik düşünceler uğruna toplumdaki hareketsiz antagonizma içindeki Tek Boyutlu İnsan teorisini terk eden Marcuse.

“Paris 1 Mayıs’ı” gibi Batı Almanya’daki vahşi grevler de “geç-kapitalist” toplumun çelişkilerden uzak olmadığını ve sermaye-emek karşıtlığının siyasi, ideolojik ve kültürel etkenler ve kurumlar tarafından ortadan kaldırılmadığını göstermişti. Batılı komünist partilerde örgütlü daha ekonomi-politik odaklı geleneksel Sol, radikal Sol tarafından “reformist” olarak kınanırken, 1968’i esasen ekonomik durgunluk ve kitlesel işsizliğin bir sonucu olarak savaş sonrası kapitalizmin büyüme potansiyelinin tükenmesi ve sınıfsal ve bölüşümsel çatışmaların belirli bir şekilde yoğunlaşması olarak görüyordu. Ancak radikal Solun çeşitli “kültüralist” ve buna bağlı olarak elitist-öncücü (vanguardist) akımları 1968’i; Paris’ten Prag’a, Kaliforniya’dan Vietnam’a bir “dünya devrimi” olarak yorumladı. Daha çok akademik yönelimli olan bu son grup için bu intiba – hatta bir uyanış hissi olarak – tam da o zamana kadar pratiği büyük ölçüde imkânsız ilan ettikleri için ortaya çıkabildi. “Sistemin“ ancak “dışarıdan”, öncü “uç grupların” bir tür devrimci eylemiyle, “kitle bilincinde” (”öznel faktör”) bir değişimle ya da Maocuların “devrimci özne” olarak tanımladıkları gelişmekte olan ülkelerdeki “savaşan halklar” gibi bir dış güç tarafından değiştirilebileceğini öne sürüyorlardı.

Kaçınılmaz olarak tüm bunlar, kültürel kökleri öğrenci çevrelerinde ve 60’ların kültürel devriminin “Yeni İnsan” fikirlerinde bulunan örtük avangart kavramlarla bağlantılıydı. Temelde bu akımlar, “Keşke kitleler de bizim kadar aydınlanmış ve düşünsel olarak özgürleşmiş olsalar, keşke bizim etrafımızda toplansalar, o zaman gerçek bir devrim yapabiliriz!” şeklindeki avangart tutumlarıyla “Genç Hegelciler”in radikal Soldaki hortlaklarını temsil ediyordu. –Marx bunlarla “eleştirel eleştiri” diye alay etmişti.

1968 olaylarının ne kadar devrimci olduğu öne çıkarıldıkça –radikal sol entelektüeller burjuvazinin gelecekteki işlevsel elitlerinin üniversitelerdeki isyanının önemini ne kadar abartırsa, ki bu kaçınılmaz olarak kendi becerilerinin abartılmasını da ifade ediyordu– 1968’in kaçınılmaz olarak bir yenilgi olarak görülmesi gerekiyordu. Daha emek odaklı Batılı komünist partilerdeki aktivistler 68 sonrası dönemde –Batı’nın Sovyetler Birliği ile yumuşama politikası, Doğu Almanya’nın uluslararası alanda tanınması, üniversitelerin demokratikleşmesi, Marksist profesörlerin işe alınması ve sendikaların yeni faaliyet alanlarını içeren– hareket etme güçlerinde bir genişleme yaşarken, öğrenci topluluklarındaki öncücü akımlar bunun yerine bir yenilgi olarak algıladıkları şeyin nedenlerini aramaya koyuldular. Bu sosyalist gruplar içinde, (grevdeki) işçiler ile Solcu öğrenci hareketi arasındaki bağın eksikliği genellikle bu yenilginin nedeni olarak tanımlandı. Bu nedenle, özellikle Maoist yönelimli güçler “profesyonel devrimciler” olarak büyük bir şevkle fabrikalara yöneldi.

Aynı zamanda, bu spektrumda (yeniden) kazanılan pratik perspektifi, gerçek, mevcut kitle hareketlerine odaklandı. Bu hareketler gittikçe artan bir şekilde sendikal ve geri çekilen işyeri mücadeleleri değil, Almanya’da Frankfurt Havaalanı’ndaki “Batı Pisti”ne, nükleer enerji santrallerinin inşasına vs. karşı verilen mücadeleler gibi, esas olarak “yeni küçük burjuvazi”den (Poulantzas) devşirilen kitlesel sivil toplum protestolarını kapsıyordu.

Althusser’in aksine Thompson’ın Marksizmi Maoist olmaktan uzaktı. Fabrika zemininin ötesindeki kitle hareketlerine yönelimi İngiliz barış hareketiyle bağlantılıydı. Thompson tek taraflı Sovyet yanlısı akımlardan kopuşun önderlerinden biri olsa da, başında bulunduğu Nükleer Silahsızlanma Kampanyası (CND) da komünist işçi hareketiyle daha doğrudan, tarihsel-klasik bir bağlantı içindeydi. Bu durum, Praglı öğrenci lideri ve daha sonra Çek Dışişleri Bakanı ve BM Genel Kurulu Başkanı olacak olan Jan Kavan gibi muhalifler tarafından (da) beslenen Doğu Avrupa barış hareketleriyle bağlantı kurmak isteyen Avrupa Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’nın (END) CND’den ayrılmasında da kendini göstermiştir.

Bununla birlikte, Alman tarihçi Bernd Hüttner’in işaret ettiği gibi, Thompson’ın “aşağıdan tarihi” ile işçi sınıfından, sınıf analizinden ve dolayısıyla Marksizmden uzaklaşılması arasında bir bağlantı vardı. Hüttner’in belirttiği gibi, “aşağıdan tarih” bilhassa Almanya’da üç aşamada gelişti. 1950-60’larda yaygın olan ve tarihi seçkinlerin kararlarının sonucu olarak anlatan “Büyük Adam Tarih Teorileri”nin eleştirisi –kısmen Thompson’ın çalışmalarının yeni yeni kabul görmeye başlamasının da etkisiyle– 1972’de Batı Alman Tarihçiler Zirvesi’nde (”Historikertag“) bir bölünmeye ve kendisini sosyal tarihe, kapitalizmin analizine ve dinamik sınıf gelişimine adayan “tarihsel sosyal bilim olarak tarih”in (Hans-Ulrich Wehler) gelişmesine yol açtı. Ancak Thompson’ın kapitalizm teorisinin yerine “eylemlilik” merkezli bir analiz koyan yaklaşımı, bu tür analizlerin “yeni toplumsal hareketlerin” eylemliliğine odaklanması için bir alan bırakmıştır.

Devrimci ya da reformist değişimin yeni tarihsel öznesini belirleme arzusundan hareketle, işçi sınıfının eylemliliğinden yeni toplumsal hareketlere doğru yaşanan bu kayma iki dinamiğin etkisiyle kolaylaştı: Birincisi, (eski) öğrenci hareketi devrimcilerinin büyük kısmının fiilen var olan işçi hareketiyle çok az bağlantısı varken, yeni toplumsal hareketler neredeyse yalnızca entelektüellerin kendilerinin de mensubu olduğu “profesyonel orta sınıflar” tarafından yönlendiriliyordu. İkinci olarak, neoliberal karşı devrimin 1970’lerin kitlesel savunma grevi dalgalarını ortadan kaldırmış olması da kamuoyunun ilgisinin yeni toplumsal hareketlere kaymasını akla yatkın hale getiriyordu, zira akademik kariyerler de bu şekilde yapılıyordu. Ancak teorik düzeyde bu durum kapitalist toplumun yapılarının analizinden uzaklaşılmasını daha da pekiştirdi; zira esasen yeni toplumsal hareketlerden neşet eden yeni “gündelik olanın tarihi” (“Alltagsgeschichte”), hâlâ bir ölçüde yapısalcı olan “tarihsel sosyal bilimi”; bireyleri, gündelik hayatı ve münferit yorumlama biçimlerini kapsamadığı için eleştirmişti. Bu yapısalcılık karşıtı epistemolojik bireyselleştirme, esasen tekil işçinin emek piyasası rekabeti yoluyla kapitalist tecridinin teorik olarak iki katına çıkarılmasıydı. İşçi sınıfının neoliberalizmden kaynaklanan ekonomik ve siyasi zayıflığı böylece teorik olarak pekiştirildi ve sağlamlaştırıldı.

Örgütlü emeğin zayıflığının neoliberal dönemde eşitsizliği ve sosyal adaletsizlikleri daha da kötüleştirdiği açıktır. Ancak, yapısal analizden uzaklaşılması ve epistemolojik bireyciliğin yükselişi, mağduriyetlerin ancak kimlik siyaseti ile ele alınabileceği anlamına geliyordu. Birkaç istisna dışında, sınıf ilk başta akademik araştırmalardan ve kamusal söylemden neredeyse tamamen silindi. 2010’larda tekrar gündeme geldiğinde, sınıfın “tanınmaya” ihtiyaç duyan ayrımcılığa uğramış başka bir kimlikten öte –Marx ve Thompson’ın kastettiği gibi– sömürüye dayalı bir sosyal ilişki olduğu kavranmadan ele alınması zordu.

Ellen Meiksins Wood’un 1987’de Althusser’in “Marksizmin krizi” olarak adlandırdığı şeyin etkisi altında genel bir “sınıftan kaçış” olarak teşhis ettiği şey, neoliberal dönemecin işçi hareketinde bugün de devam eden bir kriz anlamına geldiği ölçüde açıkça devam edebilirdi.

Thompson’ın kendisi sınıftan kaçmadı. Hayatının sonuna kadar Marksist araştırmalara ve sosyalist siyasete sadık kaldı. Ancak bu, etkilediği diğer kişiler için geçerli değildi. Yalnızca ikinci değil, birinci Yeni Sol’un ve dolayısıyla Thompson’ın da kuşkusuz ilişkilendirildiği “kültüralizm” ve “eylemlilik yönelimi” yalnızca öznel bir tarihsel yenilginin ifadesi olmakla kalmadı, aynı zamanda neoliberal karşı-devrim karşısında arzulanan toplumsal değişimin aktörleri olarak yeni toplumsal hareketlere bel bağlayan bir siyasi aktivizme de alan açtı. Teori açısından zayıflayan bu akım, 1980’lerin başında ortaya çıkan ve teori ve tarih yoksunluğunu “dogmatik olmayan Sol”un bir göstergesi olarak sunan “Yeşiller” gibi hem teorisiz hem de tarihsiz toplumsal hareketler ve parti projeleri tarafından emildi.

SSCB’nin çöküşünden sonra 1990’larda yeni toplumsal hareketler merkez Sol hükümetlerin bir parçası olarak siyasi iktidarı elde ettiler ve toplumsal, ekolojik ve kültürel modernleşme hedeflerini hayata geçirmeye çalıştılar. Ancak bunu, hızlandırılmış kapitalist küreselleşme nedeniyle işçi hareketinin muazzam ölçüde zayıfladığı bir dönemde yaptılar. Artık işçi sınıfı, feminist ya da çevreci talepleri maddi olarak temellendirebilecek tek ya da en azından en güçlü güç olmaktan çıktığı ölçüde, sonuç olarak yasal, kültürel, söylemsel ve sembolik zaferler; ekonomide gerekli olan ekolojik yeniden yapılanma ya da çok ihtiyaç duyulan ücretsiz halk kreşleri, yaşlılar için ücretsiz halk evleri vb. uygulamalar feda edilerek kazanılmıştır.

Aksine, Bill Clinton, Tony Blair ve Gerhard Schröder’in özelleştirme ve deregülasyon planları ve refah devletinin bir “istihdam programı” devletine dönüştürülmesi, işçi sınıfının yukarı doğru hareketliliği için gerekli geleneksel merdivenlerin yıkılması anlamına geliyordu. Bu da sağ popülizmlerin ihanete uğrayanları ağına takmasının önünü açtı. Clinton’ın “Yeni Demokratları”, Blair’in “Yeni İşçi Partisi” ve Schröder’in “Neue Mitte”sindeki “yeni”, eski toplumsal hareketi, yani işçi hareketini yıkmak ve örgütlerini sermaye karşısında daha da geri bir konuma itmekti. 1990’ların ilerici neoliberalizm yıllarında yeni toplumsal hareketin sınırlı zaferlerinden öğrenilebilecek olan şey, örgütlü emek olmadan gerçek bir toplumsal ilerlemenin mümkün olmadığıdır. İşçi sınıfının yenilgileri için Thompson ve Yeni Sol’u suçlamak korkunç bir felsefi idealizm olurdu. Yine de bu yenilginin teorik yansımasının sınıf analizinden uzaklaşma olduğu ve bunun hem Althussercilerin giderek daha soyutlayıcı bir teorisizme kayması hem de Thompsoncıların kapitalizm ve sınıfın yapısalcı analizlerine karşı isyanı sayesinde çok daha kolay hale geldiği göz ardı edilemez.

 

Notlar

(1) Thompson’dan yapılan bu alıntının çevirisi, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ndan (s. 43) alınmıştır (çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim, 2004). – ed. n.

(2) İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, s. 43. – ed. n.

(3) İşçicilik. – ed. n.

 

Orijinal Başlık: E. P. Thompson Saw the Unmaking of the Working Class
Yazar:
Ingar Solty
Türkçeye Çeviren:
Uğur Şen
Editör:
Eren Yılmaz