Martin Hägglund: Siyaset teorisi ve felsefesi alanındaki akademik çalışmalarınızın çoğu şu kilit soruları yanıtlamaya çalışıyor: Özgür olmak ne demektir? Hangi sosyal, tarihsel ve kurumsal koşullar özgürlüğe elverişlidir? Hangi koşullar buna engeldir? Özgür: Her Şey Parçalanırken Büyümek adlı son kitabınızda, Arnavutluk’ta büyüme deneyiminizi somut bir tarihsel anlatımla kaleme alarak bu sorulara yaklaştınız. Bu kitabı yazmak özgürlük sorununu farklı bir açıdan incelemenizi nasıl mümkün kıldı?
Lea Ypi: Başlangıçta liberal ve sosyalist gelenekler arasındaki benzerlikleri ve özgürlük fikirlerini araştıran bir kitap yazmak istiyordum. Uzun zamandır süregelen uğraşlarımdan biri, Marksizm, eleştirel teori ve sosyalist teori ile bağlantı kurarak, sosyalizmin en iyi biçimde tarihte bir özgürlük teorisi olarak düşünülebileceğini göstermekti. Pek çok insan sosyalizmin eşitlik ya da dayanışmayla ve eşit ve dayanışmacı bir toplumu teşvik etmenin koşullarıyla ilgili bir kaygıdan kaynaklandığını düşünme eğilimindedir. Aslında ben her zaman sosyalizmin temel kaygısının liberal özgürlük fikrinin radikalleştirilmesi olduğunu düşünmüşümdür. Kapitalizmin Marksist ve sosyalist eleştirilerinin başlangıç noktası, liberal kapitalist sistemin içerdiği özgürlük taahhüdünü yerine getiremediğini göstermektir; siyasi temsil sisteminin ekonomik yapıya bağlanma biçimi nedeniyle, bu tür bir kapitalist ekonomik sistem içindeki iç çelişkiler nedeniyle, iktidarın paylaşılma biçimi nedeniyle ya da zenginlik ve değerin nasıl üretildiği ve dolaşıma sokulduğu vb. nedenlerle. Liberal kapitalist toplumun bu özellikleri yüzünden, insanların birbirleriyle kendi başlarına birer amaç olarak ilişki kurmaları çok zordur. Kant’ın ‘amaçlar krallığı’ fikrinden ve birbirimiz için sadece araç olmadığımız düşüncesinden ilham aldım; metalaşma ile şekillenen bir toplumda bu düzeyde bir özgürlüğü hiçbir zaman tam olarak hayata geçiremeyiz. Bu nedenle kapitalist bir sistem asla radikalleşemez, dolayısıyla sosyalist bir ideal bu noktada başlamalıdır.
Ancak bu konu hakkında soyut somut tarihsel gerçeklikten kopuk bir şekilde yazmak istemedim. Fikirler hakkında tarihsel bir perspektiften düşünmek, bu fikirlerin kurumlarda nasıl cisimleştiği ve kurumların bu fikirlerin içerdiği bağlılıkları ne şekilde (ve ne ölçüde) desteklediği üzerine kafa yormak her zaman faydalıdır. Sosyalist ve liberal toplumlardan örnekleri düşünmeye başladığımda, hepsi bir şekilde Arnavutluk’tan geliyordu. Ben de Arnavutluk’tan geliyorum ve hayatımın ilk 18 yılının yarısında orası ‘sosyalist’ bir toplumdu, ikinci yarısında ise (Komünizmin çöküşünü takiben) ‘liberal kapitalist’ bir toplum. Ne zaman her iki sistemdeki kusurları, kurumların işleyiş biçimlerini, korumak istedikleri bağlılıkları ve her ikisinin de özgürlüğü hayata geçirmek için vaat ettikleri farklı yolları düşünsem, Arnavutluk’taki çocukluk hikâyelerime geri döndüm.
Sosyalizmi düşündüğümde aklıma Arnavutluk’un geldiğini söylediğimde pek çok insan şaşkın ve pasif-agresif bir şekilde tepki gösterdi. İnsanlar “O gerçek sosyalizm değil, o sayılmaz” gibi şeyler söylüyorlardı. Yine de gerçek bir sosyalist sistemden bahsederken, hem bu sistemi şekillendiren bağlılıklardan hem de karşılaştığı sınırlardan bahsetmek istedim. Bu sınırlar kısmen Arnavutluk’un tarihsel deneyiminin sınırlarıdır, ama aynı zamanda tek bir ulus-devlet içinde sosyalizmi hayata geçirmenin, küresel ve ulusötesi olması gereken ama nihayetinde tek bir ulusun yaşamına yansıyan bir kapitalizm eleştirisi inşa etmenin de sınırlarıdır. Böylece örneklerim giderek daha somut hale geldi, bu hikayeleri anlatma ya da özgürlük hakkında yazma biçimim daha kişiselleşti ve kullandığım teknikler daha edebi bir hal aldı.
Kitap daha sonra bir bireyin tarihi ile bir ülkenin tarihi arasında paralellik kuran bir tür olgunlaşma hikâyesine dönüştü. Birey, çocukluktan yetişkinliğe geçişin eşiğindedir ve kişisel düzeyde özgürlükle ilgili sorularla yüz yüze gelir, ancak bu sorular, o kişinin altında yaşadığı kurumların özgürlüğüyle ilgili sorulara kök salmıştır. Benzer bir şekilde, sosyalizmden liberalizme geçiş bize olgunluğa geçiş olarak sunuldu; ‘geri kalmış’ ve birçok yönden kusurlu olan bu kurumlara sahiptik ve sonra bu olgun özgürlük, ‘gerçek’ özgürlük vaadi vardı. Arnavutluk, sosyalist kurumlara sahip olduktan sonra kriz ve ardından liberal kurumlara geçiş süreci birçok açıdan diğer sosyalist ülkelere kıyasla daha sert olduğu için ilginç bir uç örnektir. Bir vaka çalışması olarak, özgürlük fikirleri gerçek hayatlara karıştığında ve bir bakıma tarih haline geldiğinde neler olduğunu göstermektedir.
Bu yaklaşımı benimsemek, okuyucularla akademik yazılar aracılığıyla genellikle kurduğumuz bağlantıdan farklı bir düzeyde bağlantı kurmamı sağladı. Daha açık bir sohbet söz konusu ve okuyucu belirli hikayelerle ve ortaya konan belirli yaşamlarla bağlantı kurarak diyaloğun içine çekiliyor. Kitaptaki birçok fikrin tartışmalı olduğu düşünüldüğünde bu özellikle önemli görünüyordu. Arnavutluk’ta sosyalizmin ne olduğu ve sosyalist bir toplumda yaşamanın nüansları üzerine teorik bir konu olarak düşünmek son derece zor çünkü insanların peşin hükümlü çok katı görüşleri var. Arnavutluk’ta sosyalizm hakkında nasıl düşündüğümüze, neyin yanlış gittiğine ve bundan ne öğrenebileceğimize kafa tutmak istedim ama buna doğrudan kafa tutamadım. Buna ancak kitapta bu yazarlık işini benim yerime yapacak baskın bir sese sahip olmak yerine hikâyeler anlatarak, karakterlere ve diyaloglara yer vererek kafa tutabilirdim. Bu, okuyucunun bu tarihsel gerçekliklerin nüanslarıyla gözü korkmadan ilgilenmesini sağlıyor.
Martin Hägglund: Bu tür bir hikâye anlatımı, felsefenin yaşanmış, somutlaşmış, tarihsel deneyimlerle nasıl ilişkilendirilebileceğini örneklendirmenin harika bir yolu. Bir yazarın görevi budur: görünüşte en soyut felsefi sorular ile en güncel ivedi gerçekler arasındaki yakın bağı aktarmak. Bu aynı zamanda Hegelci somut evrensel fikrini cisimleştirmenin de bir yoludur. Bir taraftan, evrensellik iddiasında bulunan bir tür yol gösterici norm olmadan hiçbir şey yapamaz ya da düşünemeyiz. Ama öte yandan, herhangi bir yol gösterici norm da ancak tarihsel pratik biçiminde, tarihsel olarak somutlaşarak var olabilir. Lea’nın Free: Coming of Age at the End of History [Özgür: Her Şey Parçalanırken Büyümek] kitabının pek çok meziyetinden biri, kitaptaki tüm aktörlerin tarihsel özgünlüğüne öylesine uyum sağlamış olması ki, kimse tek taraflı kalmıyor ve biz de gerçek tarihsel karmaşıklığı içeriden yaşıyoruz; burada mesele tüm bu çelişkiler hakkında nihai hükmü vermek değil, onlara biçim vermek, hayat vermek, içlerinde yaşamamıza izin vermek. Bu Özgür‘ün inanılmaz güçlü bir yönü.
Kitap boyunca, tartıştığınız görüngülerle diyalektik bir ilişki içinde olmaya ve diyalektik bir eleştiri sunmaya dikkat ediyorsunuz. Arnavutluk’un o dönemdeki yaşanmış sosyal gerçekliğine yerleşerek, bu ulus-devletin kendini anlama biçiminin, aslında tarihsel gerçeklerle çelişen gerçek özgürlük arzuları ve idealleriyle nasıl şekillendiğinin canlı bir anlatımını elde ediyoruz. Bu diyalektik eleştiri aslında o dönemde Arnavutluk’a içkindi. Arnavutluk örneğinin ‘gerçek’ bir sosyalizm örneği olmadığını, dolayısıyla bundan öğrenilecek bir şey olmadığını savunan Batılı solcuların bir eleştirisi de var. Arnavutluk’ta yaşanan sosyalist deneyimle hemhal olarak ve bu çelişkileri, arzuları ve başarısızlıkları anlayarak ne öğrenebileceğimizi düşünüyorsunuz?
Lea Ypi: Bu kitapta karşı çıkmak istediğim şeylerden biri de başarısızlığın bireyselleştirilmesiydi. Arnavutluk’ta neyin yanlış gittiğine dair anlatabileceğiniz pek çok hikâye var: örneğin kimileri baştakilerin gerçekten kusurlu bireyler olduğunu, acımasız, kana susamış ve zalim olduğunu söyleyecektir. Çalışmalarımı Arnavutluk kamuoyuna sunduğumda bu eleştiri sık sık dile getiriliyor çünkü deneyimin tamamına duyulan kızgınlık ve düşmanlık hala çok yüksek. Ancak bana öyle geliyor ki, bir sistem ne kadar baskıcı olursa olsun, liderler ne kadar zalim olursa olsun, sadece acımasızca baskıcı oldukları için değil, aynı zamanda farklı saiklerin bir arada bulunma şekli nedeniyle de kabul görmeyi garantilerler. Hegel’in ‘aklın kurnazlığı’ dediği şeyi düşünün. Tarihsel sonuçlar sadece kilit bireylerin saiklerine atfedilemez. Elbette bu, önemli bir anda yönetimde kimin olduğunun fark etmeyeceği anlamına gelmiyor, ancak Arnavutluk sosyalizmi deneyimini bir tür dikta rejiminin iktidar birikimi olarak açıklamak istemedim. Meşruiyet iddiasında bulunma girişimleri vardı ve başlangıçta makul ve değerli olabilecek bir ideale bir çeşit bağlılık vardı. Bu sürecin nasıl olup da iktidarın tek elde toplanmasına, demokrasi yoksunluğuna, sansüre ve benzeri şeylere yol açtığını görmek istedim.
Bağlı olduğum sosyalist gelenek siyasi özgürlükle yeterince ilgilenmedi. 1989’un muhaliflerini eleştiren pek çok kişi, demokrasi ve demokratikleşmenin siyasi düzeyde neleri gerektirdiği üzerine düşünmek için yeterince gelişkin bir çaba sarf edilmediğini ileri sürdü. Bu deneyimin tarihsel olarak başarısızlığa uğraması, hem teori hem de pratik düzeyinde siyasi özgürlükler ve liberal özgürlüklerin –örgütlenme özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü gibi– geliştirilmesi ile yeterince ilgilenilmemesine bağlanabilir. Bunlar her zaman, içinde yerleşik oldukları sistemle birlikte ortaya çıkan ve sosyalistlerin hiçbir şey öğrenemeyeceği ‘burjuva özgürlükleri’ olarak düşünülmüştür. Siyasi demokrasiye gereken önemin verilmemesi ile ekonomik yönetim ve ekonomik iktidar hakkında belirli bir düşünme biçiminin bir araya gelmesi hatalara sebep oldu; sadece hatalar değil, gerçek insanların nasıl etkilendiğini düşündüğünüzde ahlaki trajediler de üretti. Bu, devlet sosyalizmi içerisindeki toplumların deneyimlerinden çıkarılması gereken önemli bir derstir.
Kitapta, Arnavutluk’ta neler yaşandığını anlatırken, aynı zamanda özgürlük söyleminin ne olduğunu, Arnavutluk’un ne yaptığını düşündüğünü, neyi taahhüt ettiğini ve ülkenin nasıl tamamen izole hale geldiğini –kısmen ideallerin saflığına olan bu bağlılık sayesinde– göstermek istedim. Hikâyenin ikinci kısmı Batı sosyalist geleneğiyle bağlantılıdır ve siyasi ve ekonomik demokrasinin birlikte nasıl işlediğine gereken önemin verilmemesiyle ilgilidir. Batı’da, Doğu Bloku’nun, Doğu’daki sosyalist toplumların deneyimleri her zaman bu yarı-liberal paternalist yolla göz ardı edildi; neredeyse Doğu toplumları sosyalizmi tekrar deneseydi, işlerin çok daha iyi yürüyeceğine inanıyorlardı: gücün tek elde toplanması, bireye yönelik baskı, sansür ihtiyacı vb. artık olmayacaktı. Aslında, bu sorunların hepsi yapısal faktörlerden kaynaklanıyor gibi göründüğünden, geçmişin başarısızlıklarıyla gerçek bir ilişki kurulmazsa, gelecekte işlerin daha iyi gideceğinin hiçbir garantisi yoktur.
İşte tam da bu noktada, liberal bir geleneğe ve liberal kurumlara sahip liberal bir toplumun, tarihin akışına bir şekilde ayak uydurmaya çalışan ‘yerel halktan’ daha iyisini bildiğine dair neredeyse kibirli bir varsayıma sahip olmaları nedeniyle solcularla liberallerin kesiştiğini hissettim. Kitabımın ikinci bölümü, bir ülkenin liberalleştirilmesi sürecinde soyut reçetelerin uygulanmasından kaynaklanan başarısızlıkları tartışıyor. Başarısızlık sadece kapitalizm ve serbest piyasa toplumlarındaki temel sorunlardan ve bu sistemlerin bireylere fayda sağlayıp sağlayamayacağından kaynaklanmıyor; daha spesifik bir şekilde, bu tür girişimler başarısız oluyor çünkü bağlamın nüanslarını dikkate almadan tepeden inmeci bir şekilde dayatılıyorlar.
Kitap hem sosyalist hem de liberal kapitalist Arnavutluk’ta yaşanan ahlaki trajedilerle dolu. Kitabın ikinci bölümünde atıfta bulunduğum örneklerden biri babamın hikâyesi. Muhalif bir aileden geliyordu ve anlamlı bir özgürlüğe sahip değildi: istediğini yapamıyordu, yapmak istediği mesleği icra edemiyordu vb. Sonunda, liberal kapitalizm altında, Dıraç Limanı’nın CEO’su oldu. Bu onun hayatının en büyük hayaliydi, bu liberal özgürlüğü gerçekleştirmek. Yaratmayı ve içine girmeyi arzuladığı yeni liberal toplum tarafından özgürleştirildiğini düşünüyordu. Ardından, Dünya Bankası’nın talimatıyla, yüzlerce Roman işçinin işten çıkarılmasını ve işsiz bırakılmasını içeren yapısal reformlar yapması istendi.
Bu ahlaki trajedinin tipik bir örneğidir çünkü burada iyi olmak isteyen, baskının ne olduğunu bilen ve tüm hayatı boyunca özgür bir aktör olmak isteyen biri var, ancak bu kişi için özgür olmanın anlamı başka aktörlerin özgür olmamasına yol açmaktan sorumlu olmaktır. Bu ahlaki bir trajedidir çünkü birinin sömürmek ya da kötü olmak istemesiyle ilgili değildir; daha ziyade, içinde yaşadığı sistemin doğasında var olan çelişkinin bir ürünüdür. Bu hem öngörülebilir hem de kaçınılabilir bir durum olmakla birlikte, bu sistemin içinde yer alan belirli bireyler için geçerli değildir; yalnızca bu sistemin neleri gerektirdiğine dair yeterince gelişmiş bir düşünceye sahip olanlar için geçerlidir. Örneğin, belli ideallere kendini adamış bir devlet görevlisinin, sırf içinde çalıştığı sistemin yapısal teşvikleri nedeniyle başka bireylere korkunç şeyler yaptığı, istemediği bir zarara yol açtığı başka durumlar da vardır.
Martin Hägglund: Arnavutluk deneyiminize dayanarak siyaset ve ekonomi arasındaki ilişki hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz? Sizce bunlardan biri ya da diğeri, liberal ya da Doğu Bloku komünizmi bakış açısından, sosyalizm heveslisi ülkeler için daha büyük bir zorluk teşkil ediyor mu?
Lea Ypi: Bence bu diğer bağlamlara da uygulanabilecek bir soru. Arnavutluk uç bir örnekti çünkü otarşik bir toplumdu, diğer ülkelerle önemli bir ticaret akışı olmadan çok izole bir durumdaydı. Daha genel olarak, demokratik olarak örgütlenmiş bir ekonomiyi düşünüyorsanız, insanların bu ekonomiyi dikkate almalarını sağlamanın tek yolu onların siyasi güce de sahip olmalarıdır. Eğer siyasi güce sahip değillerse, o zaman vatandaşlar ve üretim arasında bir kopukluk olur. Kapitalist sistemde, kapitalistler için üretirsiniz ve paranın dolaşımı ve değerin üretilme biçimi nedeniyle yabancılaşırsınız. Siyasi özgürlüğün olmadığı sosyalist bir sistemde, esasen parti seçkinleri için üretirsiniz ve siyasi olanla ekonomik olan arasındaki bu kopukluk sadece sansür, siyasi temsil, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü sorunlarını tetiklemekle kalmaz, aynı zamanda nihayetinde ekonomiyi de iflas ettirir. Bence bu ikisi birbiriyle çok derinden bağlantılı; siyasi özgürlük olmadan ekonomik düzeyde demokratik özgürlüğe sahip olamazsınız.
Martin Hägglund: Bu konular hakkında düşünürken, insan doğası ve erdemleri hakkında ne tür varsayımlarda bulunuluyor? Sosyalizm ve liberal kapitalizm insan doğası ve erdemleri hakkında farklı varsayımlarda mı bulunuyor?
Lea Ypi: Bence her sistemin insan doğası üzerine düşünme biçiminde temel farklılıklar var. İnsanlar meşhur deyişle ‘rasyonel hayvanlardır’; ancak asıl soru şu: Biz daha çok hayvan mıyız yoksa daha çok rasyonel mi? Eğer siz de benim gibi sosyalist ve bir tür Kantçı Marksistseniz, rasyonelliğin tarih boyunca ortaya çıkan bir şey olduğunu düşünürsünüz ve bu tarihsel süreçlere dahil olduğunuzda, rasyonelliğiniz bir bakıma giderek daha çok ortaya çıkar. İnsanlar her zaman gelişebilir ve politik olarak da hayata geçirilebilen bir ahlak sistemi kurulabilir. Bence bu sosyalizmin nihai ütopyasıdır. Bu anlayışa çok daha kuşkuyla yaklaşan insanlar “homo homini lupus” [“insan insanın kurdudur”] derler. Başka bir deyişle, insanlar her zaman saldırgan ve bencil olacak, karşısındakinden üstün olma, hatta onu öldürme içgüdüsüne sahip olacaktır. Buna göre, insanın içinde bir tür içsel kötülük vardır. Bir sosyalist ile bir liberal arasındaki fark da budur: Liberal bu kötülüğün insan doğasının temelinde olduğunu ve değiştirilemeyeceğini düşünür. Sosyalist ise bu kötülüğün asli olmaktan ziyade tarihsel olduğunu düşünür ve bir şeylerin değişebileceğini umar; tarihsel koşulların kendilerini giderek daha rasyonel bir yöne çevirmesiyle insan doğasının en iyi yönünü ortaya çıkaracağımızı düşünür.
Her iki durumun da bir garantisi yoktur. Hiçbirimiz insanın tarihin akışı içinde nihai olarak ne olacağını gerçekten bilmiyoruz. Bu daha ziyade bir inanç sıçraması, insan doğası hakkında temelde ne düşündüğünüze ilişkin bir seçimdir. Bu açıdan bakıldığında, neden özcü olalım ve insanların her zaman kötü olduğunu varsayalım? Belki de değillerdir!? Bu pozisyondan yola çıkarsanız, siyaset felsefeniz ve siyasi taahhütleriniz, insanların her zaman birbirlerini kazıklayacağını söyleyen taraftan tamamen farklı bir şekil alır.
Martin Hägglund: Hem benim hem de sizin çalışmalarınıza karşı, duygudaş okuyuculardan bile gelen yaygın bir itiraz, insan doğası denilen şeyin özünde kötülük olduğuna dair tam da bu varsayımdan yola çıkıyor. Bu varsayıma karşı çıkmak, farklı bir hayvan türü olduğumuzu, yani rasyonel hayvanlar olduğumuzu inkâr etmek anlamına gelmiyor. Bununla birlikte, hayvanlık biçimimiz kendi başına özgürlüğümüzü hayata geçirmemizin önünde bir engel değildir. Rasyonelliğimiz geliştikçe hayvanlığımızı aşmıyoruz. Rasyonel hayvanlığımız, rasyonelliğimizin hayvanlığımızın üzerine eklendiği çok katlı bir pasta biçiminde değildir. Aksine, rasyonel bir hayvan olmak, farklı türde bir potansiyele sahip farklı türde bir hayvan olmaktır.
Nasıl yaşaması gerektiğini bilmeyen tek hayvan türü biziz. Rasyonel bir hayvan olmanın bu kadar zor olmasının ve sancılı tarihsel deneyim biçimlerini gerektirmesinin nedeni budur. Tarihimiz, toplumsal özgürlüğün gerçekten rasyonel bir biçimine ulaşma olanağını içerir, ancak özgürlüğün hayata geçirileceğini garanti eden hiçbir şey yoktur. Hatta hayata geçse bile, her zaman bizim tarafımızdan sürdürülüp geliştirilmesi gerekecektir. Başarısız olma tehlikesi sadece olumsuz bir kısıtlama değildir; özgürlüğümüzü, sorumluluğumuzu, toplumumuzu ve yaşamlarımızı oluşturan şeyin kurucu bir yönüdür. Özgürlüğümüzü kapitalizm altında doğallaştırdığımız patolojik özellikleri sergilemeyecek şekillerde hayata geçirebiliriz, ancak bu yine de doğası gereği talepkâr ve yaşaması zor olacaktır. Yine de bu, eninde sonunda üstesinden gelinebilecek nedenlerle kendimizle çelişmenin bu tarihsel olarak belirlenmiş trajedisi olmayacaktır.
Kendinizden Kantçı bir Marksist olarak bahsettiniz; bu da hem Kant’ın içsel bir özgürlüğe –doğru olanı yapma özgürlüğüne– sahip kurucu özgür aktörler olduğumuza dair açıklamasına hem de Marx’ın kapitalizm altında özgürlüğümüzü hayata geçirme olanağımızla çelişen yapısal engellere dair analizine bağlılığı kapsıyor. Kendimi bunun yerine Hegelci Marksist olarak adlandırıyorum: bu ikisi aynı şeyin adları mı yoksa aralarında önemli bir fark var mı? Kitabınızı, tarihsel deneyimin sonuçlarını kurtarma ve dönüştürme sürecinde, özgürlüğün bizden ve kurumlarımızdan ne talep ettiğini ancak tarihsel başarısızlıklar yoluyla öğrenebileceğimizi vurgulayarak son derece Hegelci bir şekilde okumak mümkün. Bunun sizin Kantçı içsel özgürlük vurgunuzla uyumlu olup olmadığını sormak istiyorum. Size göre Kant’ın içsel özgürlük kavramı, koşullar ne olursa olsun doğru olanı yapma özgürlüğü mü, yoksa tarihsel deneyim yoluyla gerçek özgürlüğün bizden ne talep ettiğini öğrenme özgürlüğü mü?
Lea Ypi: Bu tutumun temelde Kantçı olan yanı, ahlaki otoritenin kaynağının akıl olduğundan şüphe edilemeyeceği düşüncesidir. Dolayısıyla Kantçı soru, “Yapılması gereken doğru şey nedir?” sorusundan ziyade, “‘Yapılması gereken doğru şey nedir?’ sorusunu sorarken otoritenin temel kaynağı nedir?” sorusudur. Ahlaki bir bakış açısıyla otoritenin kaynağını belirledikten sonra, bu otoritenin tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını görmeniz gerekir; hangi tür kurumların ve hukuk sistemlerinin yaratıldığını, ne tür toplumların ortaya çıktığını ve bu toplumların birbirleriyle nasıl ilişki kurduğunu. Hegel’den (ve bazı açılardan oldukça Hegelci olduğunu düşündüğüm Rawls gibi çağdaş yazarlardan) ayrıldığım nokta, bunun tarihsel olarak nasıl işlediğini anlama süreçlerinin çabucak devletlere, yasalara, politikalara ve yasal kurumlara odaklanmasıdır. Bu resmi yasa yapma ya da tarih yapma süreçlerine dahil olmayan dış aktörlere çok az yer vardır. Bununla birlikte, sistemin olası eleştirileri ya da toplumu kavramanın alternatif yolları üzerine düşünürken, sanat, kültür ve karşı hareketlerin mobilizasyonu gibi, Geist’ın bütününü dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum. Kantçı teorinin sunduğu şey, tarih içinde tamamen çözülmemiş bir tür normatiflik fikridir; bu da bize toplumun daha fazla eleştirilmesi ve alternatiflerin dile getirilmesi için bir zemin sağlar.
Martin Hägglund: Kurumsal rasyonaliteyi yalnızca devlet üzerinden düşünen ana akım Hegelci ve Rawlsçu eğilime karşı görüşünüzü paylaşıyorum. Buna karşılık, gerçek bir Hegelci Marksizm için, yaşam biçimimizin rasyonelliği ya da irrasyonelliğinin yaptığımız her şeyde geçerli ve mevcut olduğunu vurgulamak isterim. Akıl meselesi tüm pratiklerimizde açıkça kurumsal düzeyde olmasa da, somutlaşır; nasıl yemek yediğimizde, maddi üretim biçimlerimizle geçimimizi nasıl sağladığımızda ve yaşam faaliyetlerimizin tüm düzeylerinde birbirimizi nasıl tanıdığımızda.
Bununla bağlantılı olarak, kitabınızın sonlarına doğru annenizin ‘proletarya diktatörlüğü’ hakkında makaleler yazmanızdan duyduğu endişeden bahsediyorsunuz. Yakın tarihli bir makalenizde, Marx’ın meşhur proletarya diktatörlüğü kavramını ‘demokratik diktatörlük’ bağlamında tartışıyorsunuz. İlkesel olarak, yasaları bir dayatma olarak değil, kendi rasyonel irademizin ifadeleri olarak deneyimlediğimiz bir tür özgürlüğe ulaşabileceğimizi savunuyorsunuz. Kantçı özgürlüğün ya da Hegelci özgürlüğün sosyo-tarihsel olarak tam anlamıyla hayata geçirilmesi bir geçiş aşaması gerektiriyor. Proletarya diktatörlüğünü neden ele aldığınıza dair annenizin dile getirdiği endişeye yanıtınızı paylaşır mısınız ve bu çabanızın neden anti-liberal bir kavram olmaktan ziyade liberal fikirlerin radikalleşmesine hizmet ettiğini düşündüğünüzü?
Lea Ypi: Sanırım annemin kaygısı hayatını şekillendiren ve bir yönüyle Arnavutluk’ta insanların nasıl bir baskı altında yaşadığını tanımlayan kurumlarla ilgiliydi. Proletarya diktatörlüğü üzerine Marx’ı okurken, bunu geçiş dönemi hükümeti hakkındaki liberal düşünce geleneğini radikalleştiren bir tür radikal demokratik kurum olarak yorumladım. Felsefi açıdan mesele, devrimci meşruiyet için kurumların ortaya konmasıydı, ki bu bazı açılardan çok zor bir meseledir çünkü her tarihsel devrimde her zaman ezenler ve ezilenler vardır (ve olmuştur). Devrim adalet adına gerçekleşse ve ezilen çoğunluğa özgürlük getirse bile, her muzaffer rejimde kişisel çıkarları –ideolojik nedenlerle veya önyargı, manipülasyon vb. nedenlerle– insanlığın çıkarlarıyla aynı doğrultuda olmayan ‘kaybedenler’ olacaktır.
Rawls ‘adalet duygusu’ndan bahsederken benzer bir şey söyler. Adalet duygusunu hayata geçiren bir toplumda bile, bunun kendilerini motive etmeye yetmeyeceği bazı bireylerin çıkabileceğini, dolayısıyla bunların bencil kalmaya devam edeceklerini söyler. Bir Kantçı olarak benim için bu her zaman tarihsel olarak olumsal bir şeydi. Özünde adil olan, adaleti gerçekten hayata geçirmiş olan ve adaletin hitap ettiği ve motive ettiği kişiler ile bir hukuk ve ceza sistemine ihtiyaç duyduğunuz kişiler arasında her zaman bu farka sahip olan bir toplum tasavvur etmek mümkün değildir. Marksist gelenekte en çekici bulduğum şey, bu geçiş dönemi meşruiyetini anlamak için Marx’ta ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak adlandırılan bir mekanizma tanımlamış olmasıydı. Bu görüşe göre, hala devlete ihtiyaç duyduğunuz ve hala yönetenler ile adalet bulamayanlar arasında bu ayrımları yaptığınız her toplumda, sistem tam olarak görevini yerine getirmiyor demektir. Sistem adaleti gerçekten sağladığında, artık diktatörlüğe ihtiyacınız kalmaz; aslında artık devlete bile ihtiyacınız yoktur. Devlet ortadan kalkar ve geriye insanların doğru olanı sadece doğru olduğu için yaptığı bir tür toplum kalır.
Bu ütopyada, Kantçı ‘amaçlar krallığı’ ideali kurumların egemenliği haline gelir. Bu noktada, artık baskıcı kurumlara ihtiyacınız yoktur. Dolayısıyla benim için Kantçı amaçlar krallığı ile bu post-komünist ütopya arasındaki bağlantı, en azından teoride, çok açıktı. Demokrasi ve meşruiyet teorileri açısından bunu ele almak çok ilginçti. Kendilerini ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak adlandıran bu komünist ya da sosyalist toplumlarda pek çok şey yanlış gitti. Yanlış giden ilk şey parti ile halk arasındaki kopukluktu; partinin kurumları ile tabandaki halkın kurumları arasında bir kopukluk vardı. Bunun sonucunda, proletarya diktatörlüğü değil, aslında proletarya için diktatörlük oluşuyor; başka bir deyişle, proletarya parti iktidarının pasif bir alıcısı oluyordu. Proletarya asla bir temsilci değildir, asla temsil edilmez ve asla kendi başına, kendi eylemliliğine sahip bir karar verici değildir. Bu toplumlar proletarya diktatörlüğü kavramını kullanır, ancak belirli bağlamlarda özellikle acımasız olan bir baskı mekanizması üretir.
Martin Hägglund: Söylediklerinizin bir boyutunu vurgulamak istiyorum: Proletarya diktatörlüğünün özgür olmayı öğrendiğimiz bir geçiş dönemi olması gerekliliğinin bir nedeni de özgürlüğün bilfiil mümkün olmasıdır; bu sadece bir düzenleyici (regulative) fikir değil, prensipte bir yaşam biçimi şeklinde tarihsel olarak başarılabilecek bir şeydir. Eğer yasalar bizi tamamen özgür kılacak olsaydı, aynı zamanda bizi yasaları uygulayan bir zor otoritesine olan ihtiyaçtan da kurtarırdı. Bu, Marksist arzunun gerçek siyasi ufkudur. Ayrıca, Hegelci bir şekilde, özgür olmanın ne anlama geldiğini a priori olarak bilmesek de, özgürlük sorununun bizim için a priori olarak gündemde olduğunu dikkate alır. Özgür olmanın ne anlama geldiğini acı verici tarihsel deneyimlerle öğrenmek zorundayız ve bu sürecin sonucu asla garantili değildir, ancak prensipte, yasa ve irade arasında hiçbir karşıtlığın olmadığı bir yaşam biçimine asla ulaşamayacağımızın mutsuz bilincine sıkışıp kalmayız. Bence bu, tartışmaya gerçekten önemli bir giriş noktası; bu vizyonun radikalliğine ve felsefi tutarlılığına epey ihtiyaç var.
Lea Ypi: Yasa ve irade arasındaki bu ilişki –ya da benim deyişimle amaçlar krallığı ve etik topluluk arasındaki ilişki– siyasi bir ideal olarak Kant’ın din üzerine yazılarında en açık şekilde ifade edilen şeydir. Kant, insanların birbirleriyle kendilerinde amaçlar olarak ilişki kurdukları ve amaçların karşılıklılığı fikrinin temel oluşturduğu bu etik topluluk kavramından bahseder. Proletarya diktatörlüğünü güçlü bulmamın nedeni (ve kısmen isteyerek kışkırtıcı olmak için ‘proletarya diktatörlüğü’ terimine bağlı kaldım), benim için temelde radikal eşitlikçi demokratik bir cumhuriyeti temsil etmesidir. Ancak hala bir cumhuriyete, hala hukukun ve devletin belli bir şekilde işlemesine ihtiyacı var. Özgürlüğün gerçek ufkunun, demokrasiye aracılık etmek için zorlayıcı kurumlara duyulan ihtiyacı aştığınız yerde olduğuna inanan bir yan var içimde. Bence Marksist ya da sosyalist geleneği liberal gelenekten ayıran da budur.
Martin Hägglund: Bu husus çok önemli çünkü Marx’a göre amaç, evrensel kurtuluş adına proletaryanın kendi kendini ortadan kaldırmasıdır. Arnavutluk bağlamında ders çıkarabileceğimiz gerçek hatalardan biri, Arnavutluk’un sabit bir işçi devleti olarak görülmesidir. Kitabın bir yerinde babanız şöyle diyor: “Bana entelektüel diyorlar ama bu işçi devletinde hepimiz işçiyiz”. İşçi devletini ve proletaryayı kendini aşması gereken bir şey olarak düşünmek yerine, proletaryanın tam da olması gereken şey haline geldiği –herkesin proleter ve işçi olması gerektiği– kabul ediliyordu. Doğu Bloku’nun tüm arzularını ve öz anlayışlarını tek taraflı olarak bir kenara atmaya karşı haklı olarak uyarıda bulunsanız da, burada proletaryayı kendini aşması gereken tarihsel bir hareket olarak kavramakta başarısız olan, proletaryayı tarihin sonu ile birleştirme durumu söz konusuydu.
Lea Ypi: Tarihsel olarak, bu eğilimin devletlerin şeyleştirilmesine ve Arnavutluk deneyiminden de görebileceğiniz gibi, ulus-devletin özgürleşmenin aracı olarak görülmesine yol açtığını düşünüyorum. Ulus-devletin hiçbir zaman dönüşümün aracı olmaması gerekiyordu, ancak böyle oldu. Bu durumda devlet dünya tarihinin aktörü olarak düşünülüyor, ki bu da beni devletin resmi süreçlerine dahil olmayan dış aktörlere yer açmayan teorilerle ilgili daha önce dile getirdiğim endişelerime geri götürüyor.
Martin Hägglund: Proletarya diktatörlüğünün geçiş döneminde nasıl özgür olacağımızı öğrenmemiz gerekiyorsa, özgürlüğe yönelik öncelikli itki –özgürleştirici arzumuz– nereden geliyor?
Lea Ypi: Eğer şunu soruyorsak, “Özgürlük nereden gelir? Onu ne zaman görürüz? Gördüğümüzü nasıl anlarız?” Kanımca, baskıcı bir sistemle karşı karşıya kaldığımızda her birimizin ortaya koyduğu direnişte ortaya çıkıyor özgürlük; öznenin kurumlara ya da içinde yaşadığı koşullara yönelik eleştirel eylemlerinde ortaya çıkıyor. İşte bu yüzden bunun sadece kurumlara ya da yasalara indirgenebileceğini düşünmüyorum. Kitapta büyükannemin karakteri üzerinden anlatmaya çalıştığım hikâye de kısmen bu. Büyükannem farklı sistemler içinde yaşadı: Osmanlı İmparatorluğu’nda çok ayrıcalıklı, aristokrat bir arka plana, çok fazla güce ve zenginliğe sahip bir yaşamı vardı, sonra da Komünizm altında yaşadı ve sonunda sınır dışı edildi. Hayatı boyunca her zaman özgür bir aktör olduğunu ısrarla vurgulamıştır, ki bunu anlamlandırmak zor görünmektedir: Bu baskıcı koşullar altındayken kendinizi nasıl özgür bir aktör olarak düşünebilirsiniz ki? Bence onun asıl kastettiği, her baskıcı durumda, içinizde son derece ahlaki olan bir şeyin var olduğu ve bu şeyin, “Ben buna katlanmıyorum” diyen özgür aktörü yönlendirdiğiydi.
Orijinal Başlık: “What is Hegelian Marxism?” and “Socalism and Freedom”: Martin Hägglund and Lea Ypi in Conversation
Yazar: Martin Hägglun, Lea Ypi
Türkçeye Çeviren: Uğur Şen
Editör: Bekir Demir
Redaksiyon: Hatice Demir