Demo v1.0

16 Eylül 2024, Pazartesi

Beta v1.0

Merleau-Ponty’nin Düşünce Çemberleri

Merleau-Ponty'nin tamamlanamayan eseri "Görünür ile Görünmez"de, yarım kalan bir kitabın eksikliği pek hissedilmez. O, tamamlanmayı pek önemsemeyen bir yazar olmasına rağmen, görünmez olanın temelinde daha fazla düşünce olmasını isterdi. Geride bıraktığı sayfaları bir bütün olarak değerlendirmek, onu yanlış anlamak olurdu.

Merleau-Ponty ani ölümüyle çalışma masasını dağınık bırakır. Görünür ile Görünmez (1961) eseri tamamlanmamış olsa da, eksik olduğu duygusunu pek yaratmaz.1Merleau-Ponty (2023). Görünür ile Görünmez, çev. Hanife Güven, Ankara: Doğu Batı. Düşünürün arkasında bıraktıklarını toplayanlardan Claude Lefort, dostunun sadece giriş kısmını yazdığını söylese de, metinde bundan fazlasıyla karşılaştığımızı fark ederiz. Merleau-Ponty çalışma notlarıyla çok daha fazla sayfa vaat eder fakat tüm notlarına mevcut metinde yine de temas eder. Bir yandan da onun yapıtına aşina okur bu notlarla beraber yapıtın nereye doğru uzayacağını az çok kestirebilir. Onun için felsefe ucu açık bir deneyim olduğundan, tamamlanmamış bir kitap tam da onun yapıtıyla uyumlu bir sondur. Bir şeyleri tamamına erdirmeyi en az yakıştırabileceğimiz yazarlardan birisidir. Ama yine de görünmez olanın esası konusunda daha fazla cümle kurması memnuniyet verirdi.

Merleau-Ponty’nin bu son sayfalarında bir yandan da önceki yapıtlarını tashih etmeyi arzuladığını fark edebiliriz. Onun gibi müphemlikten çekinmeyen bir düşünürün arkasında bıraktıklarına eksik demek zordur. Düşüncenin hareketine hazır meyiller sunan eğilimlere karşı olduğundan, yazdıkça biçimlenecek bir yapıt böyle bir noksanlıkla işaretlenemez. Çünkü tamam olanın bir ölçü değerini kazanması için o işin öncelikle tamamlanması gerekir. Bu durumda düşünür en son satırı veya çalışma notunu eklediği anda tamamına ermiş bir yapıttan söz etmek daha yerindedir. Arkasında bıraktığı sayfaları yargılayacak bir bütünden söz etmek onu yanlış anlamak demektir.

Merleau-Ponty ne zaman ölse yapıtını yarım bırakıp gidecekti zaten. Tanrıyı, doğayı, insanı “hakikatin kökenine” yerleştirmeyen, bizzat canlı ifadenin, üretimin kendi nedenlerini ve sonuçlarını yarattığı bir zemin ve zamanda onun her zaman yapacak daha fazla işleri olacaktı. Çünkü ne kökene ne de ereğe temas etmeyen, hep “ortalarda” bulunan bir düşüncenin hareketini takip eder. Claude Lefort onun yapıtı için, “filozof kararlı bir şekilde bu orta yere konumlanmayı ve herhangi bir noktadan hareket etmeyi kabul eder” şeklinde yazar (369). Görünür ile Görünmez boyunca düşüncesinin hep bir “çember”i takip ettiğini belli eder. Dolayısıyla anlamak için çok çaba gösterdiği bu dünyayı terk ettiğinde aynı çemberin diğerinden farksız bir noktasından, defalarca katettiği duraklardan birisinden ayrılacaktı. İleri geri gitmekten ziyade, nedenlerin hemen sonuçlara dönüştüğü bu çemberin yörüngesinde yükselmek ve derinlere inmek esas çabasını oluşturur. Böyle bir devinim içinde tüm filozoflar zamandaş şahsiyetler halini alırlar. Lefort, bu kadar eserine “hükmetmekten hoşlanmayan” dostunun yine de yarım bıraktığı bir işinden söz etmesi kısmen çelişkili görünür. Yazıda henüz sınanmamış olanı bir ölçü saymak özellikle onun için geçersizdir. Doğa, tarih veya Varlık, üzerine düşünüp yazdıkça belirli bir ufukta beliren olumsal hakikat alanlarıdır. Resimlenmeden önce bir manzaradan söz etmek olanaksızdır. Merleau-Ponty de kendi eserini bir “irtifa bakışıyla” değerlendiremez zaten. Arayışlarına çok önem verdiği Cézanne’ın her sabah Sainte-Victoire dağına karşı yerleşmesi gibi onun yapıtı da bitmeyen bir tablo gibi genişler. Kuramda bir kez güvenceye alınıp kenara konulamaz.

Lefort, noksan bir eserden söz ederken bir yandan da bu varsayımla uyuşmayan cümleler kurar: “Kendini asla önceden yazılmış, önceden düşünülmüş bir anlamın güvenliğine bırakmaksızın bütünüyle şimdi ve burada söylenmesi gerekeni göz önüne alması gerekiyordu.” (370) Yani geçmişte yazdıkları gibi gelecekte yazması muhtemel satırlar o anda yazılanları belirlemez. Geçmiş ve gelecek şimdi kurulan sözün ufkunu oluştursa da, ona kesin sınırlar tayin edemez. Mevcut söz “iki sessizlik arasında” kurulur. Merleau-Ponty basılı kopyaları elinde olsa da, yine de tamamlanmamış bir eserden söz ederdik. Görünür ile Görünmez’de hâlâ Algının Görüngübilimi’ni tadil etme uğraşı bunun bir belirtisidir. Çalışma notlarını bile eserin bir parçası gibi okumak bu nedenle mümkündür.

Dünyanın Kalınlığı

Bir çember üzerinde birbiri peşindeki düşünceler hem diğerine temas eder hem de ondan ayrılır. Bu sırada açılan bir “aralık”ta bazı ikilikler hem bitişir hem de ayrışır, üçüncü bir başka şeye karışırlar. Duyum ve düşünce, ben ve başkası, Varlık ve dil birbirini bu çember boyunca sarmalar. İkici ve tekçi düşünceler bu aralıktan uzak dururlar. Merleau-Ponty eleştirisini yaptığı sorunlu ikiliklerden herhangi birisine öyle yakın bir temas kurar ki, betimlemesi ve eleştirisi sıklıkla birbirine karışır. Örneğin eleştirdiği ampirizmi karikatürleştirmez, belli ölçülerde makul olmasa savunamayacağını bilerek yaklaşır. Ama bu sırada okuru müşküle düşürebilir.

Merleau-Ponty dünya üzerinde açılan bir çember boyunca birbirini kovalayan ikilikler üzerinde durur. Görünür ve görünmez şeyler hiçbir zaman böyle bir ikilik içerisine yerleşemezler. Bir çeşit tersinirlik içerisinde diğerine dönüşürler; şimdi ve burada karşıt görünseler de biri diğerinin arka yüzü olmayı sürdürürler. İkicilik veya tekçilik de bu sırada geçersizleşir. İki şey tek bir şey olmak isterken bazı taraflarını gösterir veya göstermez. Tek olan kendi içinde ayrılırken yine aynı hareketi sürdürür. Ancak bu karmaşa sırasında sadece algımızdan şüphe etmez, “algısal inancı” yitirmeyiz. Descartes’ın düşüncede bulduğuyla Merleau-Ponty’nin algıda bulduğu benzeşir. Düşünce çemberi üzerindeki hareketi başlatan da bu inançtır. Bana görünen dünyadan, beden ve zihnimle parçası olduğum bu “dünyanın teniyle” kesiştiğimden kuşkulanmam. Bunun dışında hep çelişkiler, tutarsızlıklar içerisinde duyar, düşünür, devinirim. “Dünyanın aşikârlığı” en açık hakikat olarak belirlenir. Dünyanın şüphe götürmeyen bir “naifliği” vardır. Bu yalın, “yabanıl” mevcudiyet askıya veya ayraç içerisine alınamaz.

Dünyayı görmek “öğrenilen” bir yetidir ve her öğrendiğimizle ufkumuz ileri taşınır; görünmez olanın bir kısmı görünürlük kapsamına girer. Felsefe de bir bakıma görmeyi öğrenme çabasıdır. Her an kendisini “yeniden kuran” dünya karşısında bağnazlaşmadan yol almanın zeminini hazırlar. Dünyayı görmek ve bilmek bu öğrenim sırasında birbirini takip ve tashih eder. Gördükçe bilir ve sonra bildiğimizle kurulan ufuk yeni bir görüşle genişler veya daralır. Biraz da bu dinamik sebebiyle herhangi bir yapıtın tamamlanması olanaksızdır. Dünyanın yoğunluğu içerisinde görür, işitiriz. Kavramlarla algılarımız keşişip, duyu ve düşünce etkinliği karıştıkça dünyanın aralandığını fark ederiz. İrtifa bakışıyla yukarıdan izlendiğinde bir çemberin etrafında dönsek de, bu çok boyutlu güzergâhın kesitinde yükseklik ve derinlikler bulunur. Sadece duyusal bir etkinlikle değil, hayal kurarak, akıl yürüterek veya hatırlayarak da bu yoğunluğu aralayabiliriz. Zihinsel ve bedensel yetilerimiz dayanışma içine girdikçe görünürün ufku genişler.

Beni varlığa bağlayan da aynı dünyadır. Hep onun teni üzerinde, onun sayısız dolayımı, açılıp kapanan köprüleri üzerinden öteye beriye yol alır, görünmezi görünür, görünürü görünmez kılarız. “Dünya deneyimi” bu geçişlilikten ayırt edilemez. “Naif gerçekçilik” de böyle bir hareketi önceden belirleyen herhangi bir varsayıma güvenmemek demektir. Dünya deneyimi, kendi-için-varlıkla kendinde-varlık gibi varoluşçu bir ikiliğin kesişmesinin sonucudur. Dünyanın ikiliklere müsaade etmeyen sorgulanamayacak varlığı Merleau-Ponty’nin metin boyunca Sartre’a yönelik eleştirisinin de temelini oluşturur.

Hem ikici hem de tekçi düşünceler aralıklardan, kesişmelerden, ilişkilerden, karşılaşmalardan, geçişlilikten uzak dururlar. İki farklı tabiat arasında dinamik, diyalektik veya semiyotik etkileşim zorlaşır. Bir nesnenin kendisiyle temsili arasını bulmak mümkün olmaz. Nesnenin özneyle münasebetini, “önümdeki masanın benim gözlerimle ve benim bedenimle tuhaf ilişkisini” temalaştırmak zorlaşır. Bu kapsamda kaldığımızda, Merleau-Ponty’nin “tuhaflık”, “şey”, “belirsizlik”, “karanlık”, “anlaşılmazlık” gibi nitelediği durumlar analitik değer kazanırlar. Özellikle konumlu ve bedenli varoluşun yarattığı müphemlik görmezden gelinemez. Zihin ve Varlık dolayımlardan kurtulmuş gibi söyleşemez. Arada dünyanın, bedenin, dilin ve başka etkilerin yarattığı bir “kalınlık” bulunur. Zihnimle Varlık arasına giren dünyanın parçaları da onun teniyle aynı yapıda sayılmalıdır. Felsefenin bu kalın katmanlara dair fikirler üretmesi de beklenir. Bu astarı aradan kaldırmak mümkün değildir. Astar bir hata payı değil, bizzat hakikati üretir.

Zihin ve madde, düşünen ve yer kaplayan şeyler arasındaki etkileşimi bulgulamak, onların temas aralığı içerisinde muhtemel bağlantıların tabiatı üzerine, kavisler çizerek, tekrarlara düşmekten çekinmeden duymak ve düşünmek Merleau-Ponty’nin tüm yapıtında temel önerilerinden birisidir. Felsefecinin hemen bir senteze ulaşmadan, Adorno’nun “negatif diyalektik” kapsamında denediği gibi, nihayete ermeyen bir analizi sürdürmesi beklenir. İki farklı tabiattan nesneyi bir sentezde güvenceye alıp acilen bir başkasına indirgememelidir. Dünya deneyimi iki farklı şeyin senteziyle ortaya çıkmaz: “Başka bir katman veya örtünün gelip şeylerle arama yerleşmesi söz konusu değildir. Tıpkı iki gözüm sinerji içinde çalıştığında, tek gözle görülen imgelerin işe karışmaması gibi.” (22) Sinerjik algı, tek camlı gözlük veya monoküler imgeyle ilişkisizdir. Algılarken iki gözün sentezi bir tabloya bakmam; “başka bir düzlem” orada açılır, monoküler imge kaybolur. Tek gözün görüş alanı gerçek görüşün “taslakları ve karalamaları” gibi anlaşılabilir; “Bu bir sentez değildir, bir başkalaşmadır.” Algı da bedenimle şeyler arasında cereyan eden bir “tuhaflığın” sonucudur. Bu sırada algı ve şeyler birbirine girer; biri diğerine “batar”. Algı, belirsizlikleri “yöneten” bedenin etkinliklerinden sadece birisidir. Fakat algıda beden silinir; “bedenin sığınağında” gelişen bu yeti onu inkâr etmedikçe işleyemez; gören gözlerimi görmemem gibi. Bu anlamda algı aklımda bulunmaz, bedenlerin ve şeylerin üzerinden “kayarak” gerçekleşir.

Dünyanın Teni

Merleau-Ponty’nin bir tipleme gibi tasvir ettiği felsefeci, şeyin kendisi veya onun zihinsel tasarımından ziyade, öncelikle algıdaki nesnenin “duyumsal” varlığından söz etmelidir. Duyumsallık, duyulur ve düşünülürün kesişmesi gibi anlaşılabilir. Gözlerimle şeyin iletişimi veya zihnimde gerçekleşen bir sentez değil, bir karşılaşma, kesişme, ara yerde ve zamanda iki nesnenin buluşmasıdır; dünyanın tenini paylaşan iki varlığın ilişkisidir. Bu şekilde “ortak duyumsanır dünyaya sahip olmamız” dışında bir sahicilik, hakikat, kesinlik katmanı aranamaz. Algılarken hem duyup hem de düşündüğüm bir başkasıyla “ortak yaşam bloğuna” dâhil olurum. Bu duyumsanır dünyada duyulur ve görünür olanla düşünülür ve görünmez olan sırt sırta verir. Görüşlerimizi, düşüncelerimizi “ayakta tutan” aynı dünyanın yapısıdır. Her varlık dünya paydaşı olarak onun teninden kendisine bir giysi kesip diker. Tüm görünür şeylerin giysisi dünyanın teninden bazı kesitler sunar. Zihni ve bedeni kapsayan tüm kıyafetlerin zeminini oluşturan dünya paydaşları birbirlerini algılayıp, temas ettikçe öncelikle diğerinin görünür varlığına dokunur; onu görür, işitir.

Özne veya nesne gibi varlık kazananlar, “Büyük Nesne’nin taraf veya anları” olarak duyumsal bir kesişmenin içerisine katılırlar. Büyük Nesne ile “Mutlak Zihin”, görünür ile görünmezin sınırlarını oluşturur. Beden, cisim, madde veya zihin taşıyan her nesne onların muhtemel karşılaşmalarının sonucu bazı kesişmeler ve sayısız nesnellik biçimi üretirler. Nesnenin her zaman görünür ve görünmez, bedensel ve zihinsel tarafları bulunur. Büyük Nesne veya Mutlak Zihin’den aldığı paya ya da Spinoza gibi söylenirse, onları ifade derecelerine göre ufkunu genişletir veya daraltır. Her nesnenin umumi manzarayı seyrettiği içeride ve dışarıda iki farklı ufku bulunur. Ufukların kesiştiği bedenler yüzeyde, tende açığa çıkar. Hakikatin üretildiği böyle yüzeylere irtifa bakışıyla yaklaşılamaz. Bu yüzeysel, tensel oluşuma yönelen felsefeci de, sanatçı veya bilim insanı gibi, dünyanın teniyle “sarmalandığında” “hakikatin özünü”, kökenini ifade edebilir. Görünür ve görünmezin kesişmesi olumsal bir ufuk çizer; felsefeci oraya doğru kendisinden “uzaklaşan bir yola” bakar. Gözün erimi bu kadarına izin verir. Manzara ufka kadar genişler.

Spekülasyonlar marifetiyle, akıl yürüterek ufkun berisini ötesini düşünmek isteyebiliriz. Fakat zihnin görünenin sınırlarını, ufkunu zorlaması bir çeşit metabasis’e yol açabilir. Bu esnada tarihçinin anakroni dediği bir ihlal meydana gelebilir. Böyle düşüncelerin dünyanın teniyle uyumsuzluğu er geç ortaya çıkar. Felsefeci, bilimin bulgularına sırtına dayadığında da aynı ihlali gerçekleştirebilir. Algı da bu tür bir katı nesnellik içerisine yerleşemez. Spekülasyonun belli bir biçimi ve bilimsellik iki farklı yoldan nesneye baskı uygulayarak görünmezi kestirmeden görünür kılmaya çalışır. Her iki yaklaşım da ufkun ötesindeki kayıp nesnelliği veya karanlık nedenselliği acilen doldurmaya çalışır. Heidegger’in tekniğin “açığa çıkmaya zorladığı” şeylerin başına gelenler gibi “tehlikeli” bir girişim içerisine girer. Oysa “algının üzerinde açıldığı dünya, yani ufukların ve uzakların muğlak alanı” böyle zorlamalara cevap vermez.

Örneğin nükleer deneyler böyle bir zorlamanın peşindedir. Ancak bu çalışmalar dünyanın sonunu getirse de, büyük yıkımın ontolojik anlamda kıymetli olduğu söylenemez. Algının ötesine geçen her oluşum Merleau-Ponty için şüphelidir; orada bir kesişmeden ziyade “yırtılma” vuku bulur. Algı bizi dünyaya “sıkı sıkıya bağlı” kılmaya devam eder. Duyulur ve düşünülür dünya hiçbir zaman birbirine sırtını dönmez. Algı, bedenimiz üzerinden dünyaya “gizlice bağlı” olduğumuz yetiler topluluğudur. Algıyla ve çoğunlukla yavaşça açılan bir dünyanın bilgisi için Merleau-Ponty “bilim adamlarının felsefesinin bizi içine soktuğu kafa karışıklığından kurtulmayı” gerekli görür. Bilim biraz da metabasisler yardımıyla ilerler. Bir çeşit anakronizm, şok doktrini hayata geçtikçe teknik ve bilimsel zemin kurulur.

Dünya içerisinde onun bir sakini gibi hareket etmeyen bilimci, irtifa bakışıyla dünyayı kurulan değil de önceden oluşmuş bir nesnellik olarak ele alır. Onunla kesişen failin etkisiyle değişen bir dünya varsayımından uzaktır. Bilim, “bilgi ile varlık” arasında bir korelasyonu, bağdaşıklığı önden varsayar. “Oysa felsefe sorular kümesidir, orada sorgulayanın kendisi bir soru tarafından sorgulanır.” (45) Kuantum dünya görüsü bilim dünyasında nitel bir değişime yol açmış görünse de, devamında nükleer etkinliklere ve teknobilimsel baskıya yeni boyutlar kazandırır. Donna Haraway’in “mütevazı tanık” adını verdiği pozisyonu sağlamlaştırır; bedensiz, konumsuz irtifa bakışı farklı şekillerde güçlenerek devam eder. Nesnesinden kendini ayrı gören, dünyanın tenine katılmaktan geri durma çabası genişler. Bilim insanı bu tavrıyla mütevazı, tarafsız, hakikatin tarafında durduğu iddiasıyla en kibirli davranışı üretir. Oysa algısal inanç “dünyaya bağlanıştaki kesinlikle” bilime önceliklidir. “Bedenimizde, dünyada, tüm benliğimizle hakikatte ikamet etme deneyimimiz” temel ölçü olur (40). Algısal inanç bilgiyi önceler. Çünkü algılayan fail her duyumsal edimde dünyayı ve kendisini değiştirir ve geri dönerek bu değişen dünyayı anlamayı dener. Bilim insanı gibi onu sadece ifşa etmez, gizlenmiş varlığını keşfetmez; gerçekliği yaratır ve bu yaratılmış olanı kavramayı dener. Öznenin nesneyle, benim dünyayla bu şekilde kurulan münasebetim ikimizden ayrı üçüncü bir “şey” yaratır.

Notlar

(1) Merleau-Ponty (2023). Görünür ile Görünmez, çev. Hanife Güven, Ankara: Doğu Batı.