Kübra adlı Afşin Kum romanının sinemaya neden uyarlanamadığı sorusu herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir konu olabilir. Bu soruya yanıt verme çabası hem yaşadığımız çağı ve ülkemizi anlamayı sağlayabilir, hem de temel ulusal sorunlarımıza bir yanıt getirebilir, belki. Taylan Kardeşler yapay zekâ hakkında yazılmış nadir eserlerimizden birini hakkıyla bir televizyon dizisi haline getirmeyi neden başaramadı? Mümkündü, roman bunun için, yani bir yapay zekâ ve siber uzay filmi yapmak için her türlü fırsatı sunuyordu, ama ortaya çıkan dizi uyarlaması mevcut haliyle romanla uzaktan yakından alakası olmayan tuhaf bir siyasi-dini-metafizik göndermeler yığını olarak duruyor. Filme o kadar apaçık ve apaçık olduğu için de anlaşılmaz olan göndermeler daha doğrusu imalar serpiştirilmiş ki insan bunun yapılmış olacağına inanamıyor.
Açıkçası, dizinin ilk sezonunda bu hisse kapılmamıştım; yine de bir umut, buradan bir şey çıkabilir, kahramanın gelişimi ölçülü kurgulanmış, yapay zekâ ile seçilmiş insanın ilişkisine fazla da olsa iyi ağırlık verilmiş diye düşünmüştüm. İlk sezonda romanın diğer yönünü, inanç gruplarının oluşma dinamiklerini, inanmanın mekanizmasını sorgulayan yanını ele almışlar hatta bunun için romanın kendi anlatı mantığını, kurgu yapısını kırmışlar, ikinci sezonda romanın asıl yenilikçi yönüne, onu bir bilimkurgu romanı yapan yönüne gelecekler diye düşünmüştüm.
Ama hayır. İkinci sezon ilk sezonda kurulan yapıyı sürdürmeyi, bu sefer de inanç grubunun dağılışını tasvir etmeyi yeğlemiş –hikâyenin temel ögesi olan yapay zekâ ya da akıllanan bilgisayar ağı, ilk sezondakinden de beceriksiz hale gelmiş, bir iki kez kamera görüntülerine ulaşmaktan, gizli kamera kayıtları saklamaktan başka işlevi olmayan bir varlık olmuş. İşler o kadar tuhaf hale gelmiş ki oyuncular bile oynadıkları role inanmamış bence, o yüzden de alabildiğine abartılı oynayarak role bir canlılık katmaya çalışmışlar. Zehirli meyve suyuyla sevgiliyi deniz kıyısında suya sokarak öldürmek mi? Aynı yere dönüp kendini ondan kalan meyve suyu paketiyle öldürecekmiş gibi yapıp sonra orada kendini kurşunlatarak öldürmek mi? Bütün şehirde, ülkede aranan koca mahalle halkının ilk dizideki olayların geçtiği futbol sahasının altındaki geçitlerde saklanması, bulunamaması mı? Neler oluyor? Kübra’nın yaratıcısı olan yazılımcı neden o kadar özgüvensiz, neden plaza ağzının taklidi bir konuşmayla yerli yersiz bağırıp duruyor, neden delirmiş anlaşılmamış küstah bir dahi rolünü bu kadar abartıyor –bu adamın önemli bir yazılım yarattığına kim inanır? Zavallı yapay zekâ-Kübra kendini kurtarmak için son bir çabayla telefonlara, mobil ağa yaydığında bile film kendini kurtaramıyor –romanda hiç olamayacak bir figürün, tekrar tekrar öne çıkarılan o grubun lidere inancının artması eksilmesi sahnelerinin ana figürü haline gelen sarkık bıyıklı karakterin oyuncağı oluyor. Eline silah alıp grubun kriz anlarını yönetmeye çalışan bu karakter de hem ülkemizin siyasetine dair (romana ait olmayan) dolambaçlı göndermeleri cisimlendiriyor hem de yazılımcının anlaşılması güç devrim ihtirasıyla birleşince silik bir Stalin iması haline geliyor. Bu sonuncu tabii en iyi yorum –filmin sonunda yazılımcının genç yardımcısı ile bıyıklarını kesen sarkık bıyıksız karakterin hacker kılığında güçlerini birleştirip mobil ortama yayılmış Kübra’yı kullanacağını ima eden sahne bir siyasi korku filmi sahnesi gibi.
Kübra’dan bir Tron filmi çıkabilirdi, iyi bir yapay zekâ, siber uzay filmimiz olabilirdi. Bu roman bir siberpank atmosfer geliştirmiyor belki, ama Kübra’nın ortaya attığı şeyi, yani yerli bir sanal uzay fikrini alıp gerekirse geliştirerek kullanmak mümkündü. Film yapay zekânın iç yapısına, teknolojik arkaplanına, romanın bilimkurgu yönüne odaklanabilirdi. Üstelik yazarı Afşin Kum’un diğer romanı Sıcak Kafa’nın ekran uyarlaması bilimkurgu atmosferinin romandan daha ayrıntılı görselleştirmeleri ve atmosfer kurgularıyla bu yönde önemli bir adım atmışken –evet, Sıcak Kafa’nın ekran uyarlamasında birçok sahne yabancı siberpank film kalıplarından ödünç alınmıştı ama iyi yerleştirilmeleriyle akılda kalıcı bir bilimkurgu ortamı yarattı bunlar. Zayıf yanları vardı ama yine de iyi bir adımdı. Her koşulda, romanı romandan daha fazla görselleştirmenin başarılı bir örneğiydi. Kübra filmiyse her tür görselleştirmeden uzak tasarlanmış –mahalle, şehir manzarası, futbol sahası, karakol, plaza odası, başka bir şey yok. Romanda da böyleydi denebilir, ama sonuçta bir roman seyretmiyoruz. Basit birkaç bilgisayarlı çalışma ortamı, yz-Kübra’nın siber uzay mimarisinin görselleştirilmesi, yazılımcılığa dair ikonik sahneler filmi kalıcı hale getirirdi. Yeter ki amaç bu olsun, sanırım bu amaçlanmamış.
Ama o zaman amaç neydi? Hikâyenin bir yapay zekâ ve sanal evren hikayesi olmaktan çıkıp iyi anlatılmamış, ama kalıplaşmış bir inanç ve din tartışmasına dönüşmesi bir tesadüf değil belki de. Belki de biz bir türlü bu sınırların ötesine çıkamıyoruz. Romanın teknoloji hikâyesini merkeze alan bir yönetmen uzun yıllar kalacak ya da bu tip filmlerde önemli bir aşama sayılacak bir film çıkarabilirdi. Romanın buna olanak veren bir hikâyeyi yaratabilmiş olup olmadığı önemli değil. Böyle bir filmin ortaya çıkmaması kültürümüzün birçok alanında olan şeylere benziyor kanımca, aynı sebeplerden besleniyor; bugünlerde bizde felsefe var mı, felsefecilerimiz kimler gibi bir soru sorduğunuzda konu ısrarla, döne dolaşa teoloji tartışmalarının alevlenmesine yol açıyor. Bir çekiciliği olduğuna inanılıyor bu eğilimin; seyircinin, okurun dikkatinin burada toplandığı varsayılıyor. Oysa günümüzün teknolojilerinin, büyük dil modelleri, kodlama dilleri, yapay zekâ, artırılmış gerçeklik, hep analitik felsefeden çıkıyor ve bizim de bu çalışmalara özgün katkılarımız olduğu ortada. Buna karşılık neden Rusya gibi, Çin gibi internet arama motorları, sözlük programları, hatta çeviri programları geliştiremediğimiz, yazılım teknolojisi alanındaki görünürlüğümüzün Steam piyasasına çıkan, cep telefonlarına giren oyunlar geliştirmeyle sınırlı kaldığını açıklamak zor. Uzun yıllardır Microsoft, Google, Facebook gibi küresel şirketlerde çalışan uzmanlarımız olduğu halde. Bu uzmanlardan hangisi Kübra filmindeki yazılımcıya benzetebilir kendini? Kübra’dan bir yapay zekâ filmi çıkaramayışlarının altında bu tuhaf durum yatıyor olabilir mi acaba; belki de romanda yurtdışından gelip burada bir şirkette çalışan bir uzman kurgulanmış olması uyarlamayı krize soktu? FED’de çalışan bir ekonomi uzmanının gelip Merkez Bankasının başına geçmesi nasıl krizle sonuçlandıysa, belki burada da böyle bir kriz söz konusu oldu. Yerel bir şirkette çalışan bir yazılımcının yapay zekâ yaratması fikrini görselleştirmek imkânsız geliyor belki de –bu sadece bir Amerikan şehrinde yapılabilecek bir şey gibi geliyor? Açıkçası son dönemde bilgisayar uzmanlarından bir grupla bir bilgisayar modeli geliştirmeye çalışırken ben de böyle yakınmalara tanık oldum; elimizde yeterince güçlü merkezi işlem birimi (CPU) yok, yeterince, çok veri yok, elimizdeki verileri işlemek için ulusal sisteme yüklememiz gerekiyor, o da yetmiyor, yabancı küresel sistemlere, şirketlere başvurmamız gerekiyor gibi yakınmalarla karşılaştım. Üstelik bundan yakınanlar yabancı şirketlerde ev-ofis çalışıp şirketlerin sattığı ürünlerin yapay zekâsını geliştirmek üzere çalışabiliyorlar.
Kübra’nın romanında veri sorunu konu olmuyor, çözülüyor, herhangi bir telefon şirketi kadar çok veriye ulaşıyorlar. CPU ve diğer altyapı sorunları da uzun uzadıya tartışılmıyor. Film uyarlamasında dolayısıyla bu konular ele alınmamış; Kübra arasıra kişisel banka hesaplarına giriyor, ama bankamatiklerden para saçıyor. Bunu düşünürken Kübra’da Mr. Robot filmindeki kadar bile kod yazılmadığı geçiyor aklımdan; ama kapüşonlu kara giyimler iki filmde de var. Günümüzde iyi bir yapay zekâ geliştirmek için veri, CPU ve diğer altyapı sorunları göründüğünden daha ciddi görünüyor, çünkü geçtiğimiz günlerde İş Bankası ile Turkcell’in yapay zekâ uzmanlarının kendi ChatGPT’lerini geliştirmek üzere yaptıkları çalışmaları anlattıkları bir toplantıda, iki şirket uzmanı da, müşterilerden gelen veri kaynaklarına ve teknik olanaklarına rağmen hızla çıkan yeni sistemlere uyum sağlamakta güçlük çektiklerini söylediler –yapılan şey hızla eskiyor. Bu da bizi diğer konulara getiriyor: İnternet erişimi ve mobil iletişim çok pahalı; şirket ekosistemi güçlü değil –tasarımının burada yapıldığı, altyapısının ucuz işgücü olan ülkelerde hazırlandığı teknoloji ürünleri yok; Koç’un, Sabancı’nın vb. bir Silikon Vadisi hamlesi yok, çip üretimi konusundaki çalışmalar yeterince ilerlemiş değil. Yani uzayın fethi bir yana, sanal uzayın fethi konusunda atılabilecek adımlar sınırlı gibi görünüyor. Böyle bir ortamda seyirciyi delice bir hayalle yormayalım diye düşünmüş, romanda da bu hayali destekleyecek altyapı bulamamış olabilir yönetmenler.
Ya da bunu yapmayı eğer olursa, üçüncü sezona bırakmış olabilirler. Çırak yazılımcıyla bıyıksız-inançlı-inkılapçı birdenbire bir yığın bilgisayarla dolu bir laboratuvarda ya da son moda nöral işlem birimleriyle (NPU) donanmış bir dizüstüyle ortaya çıkıp bizi şaşırtabilir. Bu durumda, kurgusal küresel şirketlerden biriyle ilişkiye geçmiş, onun Ortadoğu bölge yönetiminde bir konum elde ederek tesislerinden yararlanıyor mu olacaklar; yoksa büyük ve küresel etki yaratacak bir dizi ürünle yeni bir başlangıç yapan yerli bir girişim olarak bir garajda yeni bir başlangıç mı yapacaklar –göreceğiz. Belki Netflix çok ilginç görsel etkilerle dolu bir siber uzay yaratmalarına uygun bir prodüksiyon bütçesi çıkartır.
Ama bu, yani bizzat Netflix de başlı başına o garip siber uzay, yapay zekâ, sanal gerçeklik vb. modeli değil mi zaten? Televizyon kanallarının ve sinemaların yerine geçen bir internet sitesi değil mi? Çok değil, otuz yıl öncesine kadar sinemamızın başlangıcını, ilk filmi (Ayastefanos heykelinin yıkılışı) ve ilk sinema salonlarını konuşuyorduk –on iki küsur yıl önce onlardan biri olan Emek Sineması için gösteriler yapıyorduk. Fiili binası olan ve fiili çalışanları olan televizyon kanallarının varlığından, onlarda gösterilecek dizi ve filmler için çalışan bir sektörün varlığından bahsediyorduk. Şimdi, Türkiye’ye kapılarını birkaç yıl önce açmış bir internet sitesinden, bir sanal sinema salonundan bahsediyoruz. Uyarlama üretimlerine (prodüksiyon) para yatıran bu şirket sitesi yapay zekâ Kübra’nın ta kendisi bir bakıma.
1969’da çekilmiş ilginç bir film var (Tenis Ayakkabılı Bilgisayar): ABD üniversitelerinden birine gelen dev bilgisayarın elektrik akımına kapılan bir genç bilgisayarın bütün bilgisine belleğine alıyor ve o kadar akıllı oluyor. Bilgisayarın bilgi bantlarına kaydedilen her şeyi biliyor. Filmi 1995’te, aynı isimle tekrar çekmişler: Bu sefer bilgisayar küçük, renkli ekranlı, fareli, klavyeli bir şey ve internete bağlı – ama bu internet küresel değil, o zamanki ABD interneti. Yine bir genç bu bilgisayardan elektrik akımına kapılıyor ve bu internetteki her şeyi biliveriyor. Yani bir bakıma yapay zekâlı bir doğal varlık haline geliyor. İki filmde de içindeki bilgilerle birlikte bilgisayara, makineye önemli bir rol verilmiş. Bilgisayar kullanıcılarının insanlığın ya da en azından ülkenin bilgi birikimine sahip olacağı fikri işleniyor. Bu filmlerde bile bilgisayarın, yapay zekânın görselleştirilebilmiş olması, filmde yer edinebilmiş olmaları bir yana, ilginç bir konu daha var. İlk film Cahit Arf’in “Makine düşünebilir mi ve nasıl düşünebilir?” ve Hilmi Ziya Ülken’in “Sanat Düşünce ve İçtimai Bünye” makalelerinden on yıl sonra çekilmiş. Cahit Arf makalesinde yakın geleceğin hangi ilkelerle ortaya çıkacağını, yeni bilgisayarların nasıl inşa edileceğini öngörüyor, ama olmayacağına inanıyor:
Atom içinde cereyan eden olaylar böyle makinelerin işleyişinde müessir hale getirilebilirse, makinelerin estetik bakımdan da insan beynine benzetileceği ümit edilebilecektir. Böyle bir makine, mesela filân müzik parçasını güzel bulmadığını söyleyebilecektir. Fakat bu işin uzun yıllar sonra bile belki de hiçbir zaman yapılamayacağını zannediyorum.
Ülken’se makineleşmenin kültür tarihindeki etkisini ayrıntılı bir şekilde çözümlerken, robotlardan ve sibernetikten de bahsediyor:
Vakaa modern iş bölümünün yüksek derecede farklılaşması, bilgi ihtisaslarının son derecede artması, değerlerin ayrılması, yüksek ve orta tabakalarda fertliklerin ifrat derecede gelişmesi, kapi- talizmin aşın büyümesi yüzünden büyük şehirlerin son derecede kesifleşmesi, sınıflar muvazenesinin bozulması, itikatların çözülmesi, makineleşme, roboto’ların hakiki şahsiyetler yerini alması bu yeni çözülüşün başlıca vasıflarıdır. … şahsiyetsiz, cevhersiz, temelsiz, varlıktan mahrum bu gölge alem ve gölge insanların yaşıyan ve tesir eden hakiki şahsiyetler yerine roboto’lar halinde dünyaya hükmettiğine inanılıyordu. Bu yeni teknik insan yerine makineyi koymaya çalışırken cyhernetique diye garip bir ilmin doğuşunu da haber veriyordu. Artık illusion’lar içinde yaşıyan idealsiz ve imansız insan, kendisi gibi birtakım makineler icadetmek suretiyle dünya buutlarını sonsuzca genişletebilecekti.
Makalenin sonunda daha karanlık bir öngörüde bulunuyor:
Aletinin üstünlüğü iptidaiye bir nevi kudret veriyor: Refleksleriyle yaşıyan ve yalnız davranışlardan ibaret insan, her şeyi derhal değiştireceğine inanıyor. Onda bir nevi ‘makineleşme mistiği’ teşekkül ediyor. Her şeyi kolay inkar ediyor. ‘İthal edilmiş’ şeyleri kolay benimsiyor. Fakat onları yaratacak kültür seviyesine erişemiyor. Bu yüzden Garp cemiyetinin ve kültürünün gelişmesini takip edemiyor. Onu daima daha geriden, hazan çok geriden takip etmeğe mahkum bulunuyor.
Ahmet İnam’ın gözünden kaçmış olmalı; onun teknoloji tartışmalarında Ülken’in robotlarla ilgili tartışmalarından bahsettiğini hatırlamıyorum. Belki benim gözümden kaçmıştır. Her koşulda: Yoksa, ve acaba, Ülken’in bu son vurgusu doğru mu, bu kadar küreselleşmeye rağmen Doğuda kalan bizlerin bir felsefesi olmadığı gibi makinesi, yapay zekâsı da olmayacak mı?
Cahit Arf yukarıdaki alıntıdan bir iki satır önce buna yanıt veriyor, dönemin büyük küresel şirketinden bahsediyor:
…düşünen makinelerden çok karışık hesaplar yapan ve matematik problemleri çözenler araştırma müesseseleri tarafından kendi hususî işleri için yapılmakta ve kullanılmakta olduğu gibi Türkiye’de de mümessili bulunan I.B.M. müessesi tarafından da ticarî maksatla yapılmakta ve kiralanmaktadır.
Öyleyse garip bir durumdayız. Bu sözlerden 65 yıl sonra bilgisayar, yapay zekâ ve diğer teknik donanımlar için hâlâ Türkiye’de mümessilleri bulunan müesseselere bağlıyız. Hatta görece özgür işletim sistemleri bile kullanmaya yönelmemiş, toplumsal kültür hayatımızı yine ecnebi müesseselerle, ilk kullandığımızda toprağa bağlılığımızdan kurtulmanın hazzıyla karışık bir teknik özgürleşme hissi yaşadığımız sosyal medya müesseselerine kaptırmış durumdayız. Ve bu müesseselere ait makinelerin (gpt’ler vb) bizim yapacağımız kültürel işleri daha hızlı yapmasına sevinçli korkuyla karışık hayret nidaları atıyoruz; daha da güçlendirmek üzere oynuyoruz, çalışıyoruz onlarla. Diğer yönden de durum aynı, Ülken yazısında döneminin yazarlarını referans veriyor (Pierre-Maxime Schuhl, Machinisme et philosophie,1938; P. Ducasse, Les Techniques et le Philosophe,1958 vb.) –bunlar da bir bakıma dönemin kendine has düşünsel IBM’leri. Şimdi bunların çoğu eskidi, günümüzün Ülken’leri esin verici yeni müesseseler buluyorlar. Ama paradoks çözülmemiş olarak kalıyor: Ülken’in görkemli ve hacimli çabası bir felsefe okuluna dönüşmeden kalmış durumda; bu haliyle o da film uyarlamasında asıl özelliği olan yapay zekâsını, yeniliğini gösterme fırsatını kaybetmiş Kübra romanına benziyor. Belki abartılı bulanlar olabilir ama bu tuhaf uyarlama krizinde bir kaza değil, temel ve çözemediğimiz bir çağı yakalama (modernleşme) sorunumuzun semptomu var gibi geliyor bana. Beni ürküten bir şey de şu: Film uyarlaması başarılı olsaydı yani çok iyi, kalıcı bir bilimkurgusal sanal uzay ve yapay zekâ atmosferi ortaya çıkarılsaydı, bütün bunlar “ithal edilmiş” diye şikâyet eder miydik bu sefer? Belki de Durul ile Yağmur’un yapabileceği bir şey yok, çağı asla yakalayamayacak ya da önüne geçemeyeceğiz.
Editör: Özlem Kırtay