Kuyutorman ve Uygunluk-Doğrultusu
Tolkien’in Hobbit‘ine aşinaysanız, Kuyutorman’ın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu söylememe gerek yok. Ormanda yollarını bulmaya çalışan ve tuzaklarına düşen Thorin ve arkadaşları için ne kadar kötü hissediyorsak, kendimiz için de bir o kadar kötü hissetmeliyiz. Dünyamız da tehlikeli ve zor bir yer, ama farklı bir açıdan. Dünyamızdaki örümceklerin daha küçük olması biraz rahatlatıcı olsa da, Kuyutorman’da seyahat etmek neye inanacağımızı bilmekten daha kolaydır. En azından iş Kuyutorman’da yol bulmaya geldiğinde yönler nettir.
İnançlar, dünyadan-zihne uygunluk-doğrultusuna sahiptir ve inançlarımız, dünyayı doğru şekilde yansıtmıyorsa kötü inançlara sahibiz demektir.
Frank Ramsey’nin belirttiği gibi, inançlar “rotamızı çizen haritalar”dır. İnançlar yön belirlememize yardımcı olur, çünkü sahip olduğumuz diğer tutumların aksine, inançlar dünyayı olduğu gibi temsil etmeyi amaçlar. G. E. M. Anscombe’in etkileyici bir argümanına göre, inançlar genellikle diğer zihinsel tutumlardan uygunluk-doğrultusuyla (direction of fit) ayırt edilirler. Arzular, gerçekleşmemiş olsalar ya da dünyayla uyuşmasalar bile, yine de arzular olarak kabul edilirler; öte yandan, inançlar, dünya ile uyuşmalı ve dünyayı olduğu gibi temsil etmelidir. Anscombe bu meseleyi, bir dedektif tarafından takip edilirken marketten alışveriş yapan birinin örneğiyle gösterir. Bu durumda iki liste bulunmaktadır: alışveriş yapanın dükkandan satın almayı planladığı ürünlerin listesi ve dedektifin, onu takip ederken alışveriş sepetinde ne olduğuna dair listesi. Eğer alışveriş yapan, listesindeki bir şeyi almamaya karar verirse, listesini düzenlemesine gerek yoktur. Ama eğer, dedektif, alışveriş yapanın sepetine girmeyen bir şeyi listeye dahil ederse, listesini düzenlemek zorundadır. Alışveriş yapanın listesi arzularının bir listesidir –Anscombe’nin deyişiyle, zihinden-dünyaya bir uygunluk-doğrultusudur (mind-to-world direction of fit). Arzular dünya üzerine yalnızca bir çeşit haritadırlar çünkü zaten arzularımızın birçoğu gerçekleşmez. Öte yandan, dedektifin listesi inançlarımızı temsil eder. İnançlar dünyanın haritalarıdır. Anscombe’in de iddia ettiği gibi, inançlar dünyadan-zihne bir uygunluk-doğrultusuna sahiptir ve inançlarımız dünyayı doğru bir şekilde yansıtmıyorsa kötü inançlara sahibiz demektir.
Descartes’ın Hatası
Şimdi, şunu sorabiliriz: İnançlarımızın doğru bir şekilde dünyayı yansıttığından nasıl emin olabiliriz? Bunun bir yolu, inançlarımızın doğru olduğunu savunmak için, bunların dünya ile uyumlu olduğu ölçüde doğru olduğunu savunmaktır; yani kanıtlarla örtüşmelidir. Bu yol inançlarımızı dünyaya güvenilir bağlantılarla bitişik tutar. Ancak, bu yaklaşımın çok meşhur bir sorunu vardır: Kanıt bizi yalnızca belli bir yere kadar götürür ve sıklıkla yanılabilir. Örneğin, bir şeylerin bize nasıl göründüğü biçimindeki kanıt, kusurlu olmakla nam salmıştır. Descartes’in Meditasyonlar’da uyardığı gibi, duyularımız aldatıcıdır. Düz bir çubuk su bardağının içinde kırık gözükebilir. Bu şüpheyi daha da ileri götürecek olursak, duyularımızın dünya hakkında söylediği herhangi bir şeye gerçekten güvenebilir miyiz? Bu tip şüpheler, dünyayla olan güvenilir bağlantımızı sarsar ve neye güvenle inanabileceğimizi merak ederiz. Descartes, bu tür kuşkucu şüphelerle mücadele edenlere birtakım çareler sunar. Mesela, kesin olarak bilebileceğiniz bir şey var: var olduğunuz! Bu sağlam temel üzerinden, Descartes daha fazla bilgiye ulaşmak için yolumuzu kurabileceğimizin sözünü verir.
Gelgelelim, Descartes tarafından örneklenen bu türden bir bireyci epistemolojinin de önemli zorlukları bulunmaktadır. Thorin ve arkadaşlarının Kuytuorman’daki yolculuğundan bunu görebiliriz. Günlerce yolculuk ettikten sonra, önlerindeki ormanın sonunun gözükmemesinden artık bıkmışken, Thorin birisinin ağaca tırmanmasını ve önlerinde daha ne kadar orman olduğuna bakmasını önerir. Gruptaki en zayıf kişi olarak Bilbo en yüksek ağaçların tepesine tırmanır. Haberler, ne yazık ki, iyi değildir. Tolkien’in yazdığı gibi, “Ne yana bakarsa baksın, uçsuz bucaksız ağaç ve yaprak dışında hiçbir şey göremiyordu.” Umutsuzluğa kapılan Bilbo bu haberi cücelere iletir. Ancak Tolkien’in yazdığı gibi, Thorin ve beraberindekiler aslında “ormanın sınırından çok da uzakta değillerdi; şayet Bilbo’nun görecek aklı olsaydı, tırmandığı ağaç, uzun olmasına uzundu ama, geniş bir vadinin dibindeki bir uzun ağaçtı, böylece tepesinden büyük bir çanağın kenarları gibi her tarafa doğru kabarıyor gibiydi ağaçlar ve ormanın ne kadar uzandığını görmeyi bekleyemezdi.” Bilbo’nun gözden kaçırdığı şey ormanın şeklidir. Descartes da benzer şekilde meydan okumanın gerçek şeklini kavrayamaz. Dünyayla olan bağlantımız yalnızca duyularımız, yani yanıltabilen duyularımız aracılığıyla değil, aynı zamanda yanıltabilen diğer insanlar, kurumlar ve tarih aracılığıyla gerçekleşir. Sosyal kurumların nasıl aldatıcı olabileceğine dair önemli bir örnek vermek gerekirse, sistemik baskı bizimle dünya arasında bir perde işlevi görebilir. Charles Mills’in belirttiği gibi, Kartezyen çeşitlilikteki bireyci epistemolojiler, “sınıfsal, ırksal veya toplumsal cinsiyete dayalı konumlanışın olası bilişsel sonuçlarına kayıtsız kalarak” sistemik baskıyı göz ardı etme eğiliminde olacaktır.
Sistematik baskı nedeniyle büyük resmi nasıl göremeyeceğimizin önemini anlamak için, Melville’in novellası Benito Cereno‘dan Charles Mills’in anlattığı aşağıdaki örneği ele alalım. Romanın kahramanı Amasa Delano, San Dominick adlı köle gemisine bindiğinde gerçekte neler olduğunu göremez. Etrafındaki her şey geminin “yük olarak taşınan köleler tarafından ele geçirildiğinin ve beyaz mürettebatın rehin tutulduğunun” kanıtıdır. Ancak “aşağı siyahların böyle bir şeyi başarmış olmasını düşünmek oldukça güç olduğu için… Delano, hapsedilen beyazların görünüşteki tuhaf davranışlarının olası her türlü alternatif açıklamasını arar.” Delano’nun bir insan ırkının aşağılık olarak görmesine olan inancı, neler olduğunu gerçekten göremediğine işaret etmektedir. Mills’in de belirttiği gibi, “Kavramlar bizi dünyaya yönlendirir ve bu kalıtsal yönelime direnebilenler nadir bireylerdir.”
Dilediğimiz şeye inanarak pervasızca dünyaya giremeyiz çünkü inanç müşterek bir nesnedir.
Burada W. K. Clifford’un bir uyarısının yankılarını duyuyoruz: İnançlarımız “çağdan çağa biçimlendirilen ve mükemmelleştirilen ortak bir mülktür; sonraki her neslin değerli bir emanet ve kutsal bir emanet olarak devraldığı, bir sonrakine değişmeden değil ama genişletilmiş ve saflaştırılmış olarak, uygun el işçiliğinin bazı açık işaretleriyle devredilecek bir yadigârdır.” İnançlarımız konusunda dikkatli olmamız gerekir çünkü inançlarımız ortak mülke dönüşür, gelecek nesillere aktarılır ve miras kalır. Clifford’a göre bu, hiçbir inancın önemsiz olmadığı anlamına gelmektedir. Kabul ettiğimiz her inanç bizi aynı türden inançlara hazırlar. Eğer tembelsek ve yetersiz kanıtlara dayanarak inanıyorsak, bu tembellik, karakterimizde bizi gelecekte kötü şekillenmiş inançlara sahip olmaya daha elverişli hale getiren bir damga bırakır. Clifford’a göre bu tembellik sadece kişisel bir başarısızlık değildir, bize güvenen başkalarını da yüzüstü bırakırız. Dilediğimiz şeye inanarak pervasızca dünyaya giremeyiz çünkü inanç müşterek bir nesnedir. Sonuç olarak Clifford, hiç kimsenin “inandığımız her şeyi sorgulama evrensel görevinden kaçamayacağını” belirtiyor.
Görünüşte Rasyonel Irkçı Problemi
Bununla birlikte, ne kadar dikkatli olsak da, tüm inançlarımızı rasyonel bir incelemeye tabi tutsak da ve yalnızca en iyi kanıtlara dayanarak inandığımızdan emin olsak bile, yine de hedeften şaşma riski var. Jessie Munton’ın da uyardığı gibi, dünyanın adaletsiz yapılarının, bireyin maruz kaldığı düzenlilikleri ve kanıtı, ırkçı ve cinsiyetçi inançları pekiştirecek şekillerde “uyarladığını” (gerrymandered) düşünmemiz için geçerli sebeplerimiz var. Sonuç olarak, ahlaki açıdan sorunlu inançlar için pek çok kanıt ortaya çıkabilir. Çalışmalarımda buna görünüşte rasyonel ırkçı problemi (the problem of the seemingly rational racist) adını veriyorum. Bu sorunun halini görmek için aşağıdaki iki olguyu göz önünde bulunduralım. Irkçı inançlar kötü inançların bir paradigmasıdır, ancak ırkçı bir dünya bireylere ırkçı inançlarını destekleyecek önemli kanıtlar sunacaktır. İnsanların klişeleri/kalıpyargıları genellikle, “klişe doğru olmasaydı – dünyada klişeleri haklı çıkaran gerçekten bir şey olmasaydı– klişe diye bir şey var olmazdı” şeklinde savunduğunu göz önünde bulunduralım. Şayet klişeler/kalıpyargılar dünyadaki gerçeklerle örtüşüyorsa, klişeyi mantık yürütmemizde kullanmanın nesi bu kadar kötü olabilir ki? Ancak bu mantık yürütme sebebiyle yine büyük resmi kaçırıyoruz.
Irkçı inançlar kötü inançların bir paradigmasıdır, ancak ırkçı bir dünya bireylere ırkçı inançlarını destekleyecek önemli kanıtlar sunacaktır. Asyalı Amerikalıların yüksek eğitimli olduğuna dair sözde “olumlu” kalıpyargı örneğini ele alalım. Herhangi bir bağlam olmaksızın bu kalıpyargının nesinin olumsuz olduğunu açıklamak zor olacaktır. Sonuçta, yüzeysel okuduğumuzda Asyalı Amerikalıların yüksek eğitimli olduğunu söylüyor ve bunun nesi kötü olabilir ki? Ancak tarihe yakından bakarsak, bu kalıpyargının nasıl zararlı bir ideolojinin parçası olarak çalıştığını görebiliriz: yani model azınlık mitinin. Emily S. Lee’nin yazdığı gibi, model azınlık olarak Asyalılar kavramı 1966 yılında sosyolog William Petersen tarafından, göçmenlik yasalarının Asya’dan yüksek eğitimli profesyonellerin göçüne izin verecek şekilde değişmesinden sadece bir yıl sonra oluşturulmuştur. Sadece yüksek eğitimli Asyalıların Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesine izin veren bu göçmenlik uygulamaları hakkında bilgi sahibi olmadan, Asyalı Amerikalılar arasındaki yüksek eğitim başarısını açıklayan şeyin sadece gerçekten çalışkan olmaları veya eğitim başarısını teşvik eden bir kültüre sahip olmaları ve böylece diğer azınlıklar için bir başarı modeli teşkil edebilecekleri düşünülebilir. Bu kalıpyargı, tarihsel bağlamından koparıldığında, Asyalı Amerikalı göçmenler Amerika’da “başarabiliyorsa” herkesin başarabilmesi gerektiğini savunmak için kullanılabilir. Yani, eğer siz de o kadar çok çalışırsanız, siz de başarılı olabilirsiniz. Dolayısıyla, eğer Afrikalı Amerikalılar o kadar başarılı değillerse, bu kalıpyargı bunun mutlaka onların kişisel bir başarısızlığından kaynaklandığını beyan eder. David Haekwon Kim’in belirttiği gibi, bu kalıpyargı “bir sosyal tabakalaşma veya siyasi tahakküm aracı” olarak işlev görmekte ve azınlıklar arası çatışmayı teşvik etmektedir. Bu kalıpyargı, Asyalı Amerikalıların yüksek eğitim başarısına sahip olduğu gerçeğiyle örtüşse de, büyük resmi görememeyi kolaylaştırır (diğer kusurların yanı sıra).
İnanma Sorumluluğu
Sorumlu bir inanç oluşumu, tüm bunların sonunda, bireyden çok şey istemekte gibi görünüyor. Kuyutorman ormanından geçmek zordur ama en azından bir yol vardır; büyük ölçüde adaletsizlikle şekillenen bir dünyada, belirli risklerden tamamen uzak bir yol olmayabilir. Neye inanmanız gerektiği konusunda verilebilecek çelişkisiz net bir tavsiye yok. William James’in de belirttiği gibi, sıra neye inanmamız gerektiği sorusuna geldiğinde, birbiriyle rekabet içinde olan iki talep arasında seçim yapmak zorunda kalırız. Bir yönden gerçeğe inanmamız tavsiye edilir; sonuçta doğru inançlar dünyaya yanlış olanlardan kesinlikle daha iyi rehberlik eder. Ancak diğer yandan hatadan kaçınmamız tavsiye edilir; ne de olsa yanlışa inanmanın bedeli oldukça ağır olabilir. Ancak neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemek zor olabilir ve ne kadar miktarda kanıtın yeterli olduğuna, sorgu modunu ne zaman açıp ne zaman kapatacağımıza ve benzeri şeylere dair seçimler yapmamız gerekir. Dolayısıyla inanç söz konusu olduğunda cesur olabiliriz ve hata riskine rağmen inanabiliriz ya da tedbirli olup aynı hata riskinden dolayı inanmaktan kaçınabiliriz. James’in belirttiğine göre, bu rekabet halindeki talepleri nasıl dengelemeyi seçtiğimiz “tüm düşünsel yaşamımızı farklı bir şekilde renklendirebilir.” Yine de, tüm risklere rağmen, seçimlerimizin sorumluluğunu üstlenmeliyiz. Çevremizi kuşatan tuzaklar var; baskı ve adaletsizlik geleneği tarafından kurulmuş tuzaklar ve bu yollarda nasıl ilerlemeyi seçtiğimiz sadece karakterimizin bir yansıması olmayacak, aynı zamanda bu seçimleri yaparken sadece kendimize değil, başkalarına da hesap vereceğiz.
Orijinal Başlık: Belief
Yazar: Rima Basu
Türkçeye Çeviren: Devrim Pişkin
Editör: Bekir Demir