Hayvanların kaderini gerçekten kimler önemsiyor? Felsefe profesörü Audrey Jougla, Cause(rie)s Animals kitabında, eleştiri oklarını doğrudan kitleye yöneltmeden hayvanlara karşı davranış biçimlerimize dair aydınlatıcı bir tablo ortaya koyuyor. Bu tabloda, hayvanın doğasına ayna tutarak insanlığı sorguluyor.
Özellikle Montaigne, Kant ve Köpeğim eserinizde ve diğer birçok eserinizde ele aldığınız meseleye neden yeni eserinizde de yer vermeyi tercih ettiniz?
Aslında amacım hayvan hakları hakkında farklı bir bakış açısı sunmaktı. Çünkü bu mesele genelde ya aktivizm çerçevesinde ya da bilimsel yaklaşımla ele alınıyor, ama iki yaklaşım da meseleyi yeterince derinleştiremiyor ve yüzeysel kalıyor. Bir yanda olan biteni saldırgan bir tutumla eleştiren öfkeli bir yaklaşım, öte yanda ise hayvanların davranışlarını yalnızca tanımlamakla yetinen etolojik bir araştırma anlayışı mevcut. Benim amacım ise ne medyada ne de konuyla ilgili yayımlarda rastlamadığım, meseleye daha bütüncül ve derin sorularla yaklaşmaktı. Hayvanların masumiyeti ya da insanların gelişen teknolojiyle birlikte hayvanlar üzerinde tahakküm kurmasıyla ilgili sorular gibi, hayvanlara karşı sistematik şekilde uygulanan sömürünün kökenini anlamak için sorulması gereken elzem sorular… Bu meseleye derinlik kazandırmanın kamuoyundaki sözde tartışmaların içinde bulunduğu çıkmazı kıracağını düşündüm: Aslına bakarsanız ortada gerçek bir tartışma bile yok çünkü taraflar hayvan hakları meselesinde oldukça yüzeysel ve tek taraflı bakış açılarına dayanan tutumlarında ısrar ediyorlar. Bu noktada yalnızca kapitalist sistemi ve hayvan yetiştiricilerinin duyarsızlığını eleştirmek sorunun derinine inmek için yeterli olamaz.
Öyleyse suçu alışveriş yapan tüketiciye atmanın da mantıklı bir yanı yok, değil mi?
İronik bir durum olacak ama gerçekten de kitabımın bir bölümünün başlığını ‘Suçu alışveriş sepetine at’ şeklinde yazmıştım. Çünkü belirli ürünler tüketicilere düşük fiyatlarla sunulduğu zaman, onlardan burunlarının dibindeki ürünü satın almaktan vazgeçmelerini istemek durumu zorlaştırıyor. Bu suçlamayı onlara yöneltmek tam anlamıyla bir çelişki olurdu. Günümüzün tarım sistemi hayvan proteinlerinin kitlesel üretimine dayalı olduğu için hayvanlara düzgün bir şekilde davranılmasına engel olmaktadır. Doğru ve örnek teşkil eden sistemler de mevcut ama yalnızca istisnai ürünlerle sınırlılar. Şu anda etkili bir şekilde devreye sokulabilecek tek etken, ekolojik tehlike ve kamu sağlığına yönelik tehdit olmalı çünkü bu durum doğrudan tüketiciyi ve dolayısıyla yasama organını etkilemektedir. Sağlık tehlikesi her zaman halkın ilgisini daha çok çekmiştir. Geçtiğimiz günlerde, ton balığında cıva bulunmasıyla ilgili olarak ortaya çıkan ve kamuoyunda büyük tepkiye yol açan skandal bu durumun çarpıcı bir örneğidir.
Oysa siz ‘hayvanlar âlemini’ sessiz bir dünya olarak tanımlıyorsunuz. Bu ifadenizle Komutan Cousteau’nun yalnızca denizaltı yaşamını tanımlamak için kullandığı ‘sessizlik dünyasına’ mı atıfta bulunuyorsunuz?
Ed Yong’un yakın tarihte çıkardığı kitaplardan birinin başlığındaki gibi, hayvanlar âlemi gerçekten de uçsuz bucaksızdır (Devasa Bir Dünya, 2023). Fakat bana göre bu âlem bütünüyle sessizlikle kaplı bir âlemdir. Hayvanlar sözcüklerle iletişim kurmaktan yoksun olduğu için onlarla kurabileceğimiz her türlü ilişki önemlidir. Üstelik hayvanların sessizliği, daha doğrusu o güven veren ‘sözsüz varlık hali’, engelli bireylere sağlanan duygusal destekten adli süreçte mağdurlara yardım eden köpeklerin varlığına kadar her tür hayvan destekli deneyimde aranan bir durumdur. Çünkü hayvanlar konuşmak yerine bize çözüm sunarlar. İnsan ve hayvan arasındaki tüm farklılıklara rağmen aramızda anlık ve kendiliğinden gelişen, sessiz olduğu kadar güçlü olmaya bağlı bir anlaşma şekli vardır.
Böyle bir anlaşma yalnızca tek taraflı olabileceğine göre ‘anlaşma’ derken neyi kastediyorsunuz?
Açıkçası tıpkı vahşi hayvanların olmadığı gibi, besi hayvanlarının da tercih şansları yoktur. Bu sebeple hayvanlara karşı vicdani bir sorumluluğumuz olmalı ve bu sorumluluk yalnızca kötü davranmaktan kaçınmakla sınırlı olmamalı, aynı zamanda hak ettikleri saygıyı ve daha iyi yaşam koşullarını sağlamamızı da gerektirmektedir. En azından özellikle, köpeklerin huzurevlerine getirildiği dernek projelerinde olduğu gibi insanlar için ‘çalışan’ hayvanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurabiliriz. Bu şekilde, hayvana kendi ‘hayvanlığı’ içinde saygı duymayı ve onlarla sömürüden uzak bir ilişki kurmayı mümkün kılabiliriz. Aynı durum, antropomorfizm yoluyla bazen pelüş oyuncak gibi görülen bazen de duygusal ihtiyaçları karşılama aracına indirgenen evcil hayvanlar için de geçerlidir. Bu kesinlikle onların görevi değildir! Bir de bunun yanı sıra bazı hayvanların sevimli görünüşlerini sömüren sosyal medya araçları onları öyle bir nesneleştiriyor ki, bu yaklaşımlarıyla sağlıksız bir eğilime sebep oluyorlar.
Peki sizce hayvanlarla kurduğumuz duygusal ve çocuksu bağ, onlara hak ettikleri ciddiyetle yaklaşmamızı zorlaştırıyor olabilir mi?
Hayvanlar âlemine yönelik algımızda çoğunlukla çocukluğa özgü saf ve duygusal bir bakış açısı söz konusu, çünkü bu âlemi huzur veren ve hayranlık uyandıran bir kaynak olarak kodladık. Bu sebeple çocuklar hayvanlara karşı yakın bir bağ hissederler ve yetişkinlikte de bu bağı genelde içimizde taşırız. Görüştüğüm farklı kişilerin çoğunun, hayvanlara onlardan aldıkları yardımı minnettarlıkla bir şekilde geri vermek gibi ortak bir motivasyonları vardı. Hayvanlar âleminin ya da en azından hayvanlar âlemi imgesinin bilincimizdeki yerinin, çocukluk döneminde ne kadar bizimle iç içeyken, ergenlik döneminde ne ölçüde azaldığını ve yetişkinlik dönemine geldiğimizde neredeyse yok olduğunu fark etmek oldukça dikkat çekicidir. Fakat bu hayranlık hissi çocukça görülmemeli ve yetişkinlikte de korunmalıdır.
Bir hayvanı tam anlamıyla anlamak, radikal bir ötekilik deneyimiyle yüzleşmek anlamına mı gelir?
Evet, ancak hayvanların karşısında yüzleştiğimiz bu radikal ötekilik yeni yeni sorgulanmaya başlamıştır. Hayvanların aracılığı ve sundukları destek sayesinde oldukça yeni bir farkındalık gelişmeye başladı. Bu farkındalığı, geleneksel hayvanat bahçelerinden farklı olarak yeniden tasarlanan hayvan barınaklarında veya artık hayvansız olan sirklerde görebiliyoruz. Artık bir sirkte kaplan ya da hipopotam barındırıp aynı zamanda onlara saygı duyduğumuzu iddia etmenin hiçbir mantıklı yanı olmadığını fark ettik.
Hayvanlar konuşamasa da aslında çok şey ifade ettiklerini vurguluyorsunuz. Kendinizi onların anlatmak istediklerini aktarmaya çalışan bir tür sözcü olarak mı görüyorsunuz?
Bu şekilde düşünmek benim açımdan haddimi aşmak olurdu. Birinin sözcülüğünü yapmak çok çelişkili bir durum çünkü ister istemez anlatılmak isteneni çarpıtırız. Benim amacım elimden geldiğince zayıf kalmış bir düşünceye katkıda bulunmak. Kaldı ki meseleye nüans eklemek ve insanları sorgulamaya sevk etmek hayvanları savunmamak anlamına gelmez. Hayvanlara yönelik sömürüyü kavrayabilmek için bu sorgulama şart, zira kimse hayvanlara kötü davranmayı veya onları incitmeyi istemez. Ama ne yazık ki bu sömürü sistematik bir yapıya dönüşmüş durumda. Olaya daha gerçekçi bir şekilde yaklaştığımızda, sadece ‘hayvan sömürüsüne son verilmeli’ diye haykırmanın bu devasa çarkı durdurmak için yeterli olamayacağını görüyoruz. Burada asıl sorgulamamız gereken şey nasıl bu noktaya geldiğimiz ve her birimizin nasıl farkında olmadan bu çarkın bir parçası haline geldiğidir, çünkü hayatımız tam da bu görünmez düzen üzerine kuruludur. Benim hayvanların sesi olma yöntemim, bilgi eksikliğini gidermeye çalışmak ve tartışma zemini oluşturarak farklı bakış açılarıyla bu meseleye ışık tutmaktır çünkü bu meseleyle ilgili bilgi eksikliği olduğu kadar ilgi eksikliği de bulunmaktadır. Mesela balıkçılık sektöründe sanki bitkilerden bahsediyormuş gibi balıkları “toplamak” (récolte) teriminin kullanıldığını duyan bilen kaç kişi vardır? Bunun az bilinmesi aslında şaşırtıcı değil, çünkü balıkları bize çok uzak varlıklar gibi görürüz ve onların kaderine çoğu zaman boyun eğeriz.
Eserinizin alt başlığı ‘Mağdurlar İçin Küçük Bir İnceleme’ şeklinde fakat bunun tam anlamıyla bir inceleme olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü hikâyeler, anekdotlar ve farklı katılımcılarla yaptığınız görüşmelerin diyalogları iç içe geçmiş durumda gözüküyor.
Bu şekilde, Condillac’ın Hayvanlar Üzerine İnceleme (1755) eserine atıfta bulunmak ve bunun yanı sıra farklı perspektifleri bir araya getirerek çeşitli bir yaklaşım sunmak istedim. Röportaj yaptığım besi yetiştiricilerinin söylemleri arasında farklılıklar mevcuttu ve bu sayede okuyucular da, onların karşılaştığı koşullara bağlı olarak yaptıkları tercihlerin çeşitliliği ve bu çeşitlilikler arasındaki çelişkili yönleri karşılaştırma imkanı bulabildiler. Ayrıca, hayvanlara dair algı biçimimiz hakkında örneğin, bu algı biçimini şekillendiren dini bakış açısı ve bu alanla ilgilenen fakat az bilinen bir disiplin olan ‘hayvan teolojisi’ kapsamında daha geniş sorular sormak istedim. Onlar insanların hizmetine sunulmuş varlıklar mıdır yoksa saygıyı hak eden Tanrı’nın dilsiz kulları mıdır veya onların ruhları var mıdır gibi sorularla din, hayvanlara dair algıyı etkileyen güçlü bir unsur olmuştur.
Sanırım siz de özellikle hayvanların cennette bir yerlerinin olup olmadığını merak ediyorsunuz…
Evet, açıkçası bu soru üzerine uzun süredir kafa yoruyordum ama rahibin verdiği cevap çok manidardı: Çünkü tereddütleri olmasına rağmen, insanın Tanrı ile üzücü bir yüzleşme yaşamasını düşünmeyi reddediyor ve hayvanların ‘eşsiz bir yaşama sevinci ve güzellik’ getirdiğine inanıyordu.
Orijinal Başlık: “On commence seulement à prendre la mesure de l’animalité de l’animal”
Yazar: Audrey Jougla
Fransızcadan Çeviren: Feyzanur Tokmak
Editör: Bekir Demir