Demo v1.0

3 Aralık 2024, Salı

Beta v1.0

Göçün Ekonomi Politiği

Emek göçünün sefaletini sona erdirmek için küresel bir perspektif ve emperyalizme karşı mücadele gereklidir. Ekonomik krizlerin yoğunlaşacağı, savaşların ve iklim değişikliğinin insanları göçe zorlayacağı bir dünyada göçmen işçilik artacaktır. Ancak göçmen işçiler Küresel Kuzey içinde anti-emperyalist bir Truva Atı olabilirler.
Çeviren:
Melis Şensöz
Kaynak:
Monthly Review

Giriş

Göç kalıpları, değişen uluslararası iş bölümü nedeniyle kapitalizmin tarihi boyunca değişmiştir. Yoksulluk ve daha iyi bir yaşama duyulan özlem, kutuplaşmış bir dünya sisteminde göçü tetiklemiştir. Bu süreç, ulaşım ve iletişimin gelişmesiyle kolaylaştırılmış, sınırların varlığıyla sekteye uğratılmıştır. Sermaye birikimini optimize etme amacıyla köylüleri, vasıflı ve vasıfsız işçileri ve eğitimli uzmanların beyin göçünü kendine çekmiştir. Uluslararası işgücü göçünün modern büyümesi, 1970’lerin ortalarında neoliberalizmin ortaya çıkışı ve üretimin küreselleşmesi ile aynı döneme denk gelmiştir. Immanuel Ness’in yeni kitabı Migration as Economic Imperialism’de [Ekonomik Emperyalizm Olarak Göç] yazdığı gibi:

Amerika Birleşik Devletleri’nin tartışmasız baskın ekonomik ve askeri küresel güç olarak ortaya çıkması… kapitalist kalkınma stratejistleri, tam da kuzey ekonomileri imalattan hizmet sektörlerine kayarken, odaklarını düşük ücretli güney emeğine kaydırmaya başladılar. Böylece uluslararası işgücü göçü 1990’larda Küresel Kuzey’de tarım, inşaat, kentsel hizmetler, imalat ve evde bakım gibi sıkıcı işlerde çalışmak isteyen düşük ücretli işçi açığını azaltmak için çarpıcı bir şekilde genişledi. (5)

Neoliberal politika, işçileri ve köylüleri iş aramak için ülke içindeki kentsel bölgelere ve uluslararası yerlere göç etmeye itti. 2022 Dünya Göç Raporu’na göre, küresel göç 150 milyondan (2000) 281 milyona (2020) çıkarak yirmi yılda yüzde 45 oranında arttı. Başlığından da anlaşılacağı gibi, Ness’in kitabı emperyalizmin ekonomi politiğinde emek göçünü çerçeveliyor: “Bu kitap, göç araştırmacıları arasında, göçmen dövizlerinin1Yabancı ülkelerde çalışmaya giden işçilerin ana yurttaki ailelerine gönderdikleri paralar. ekonomik, sosyal, kültürel ve politik yararları konusundaki abartıyı düzelten bir kitaptır. Neoliberal göç ve emperyalizmin katı gerçekliğini ve bunun, son üç yüzyıl boyunca Avrupa’nın sömürgeci kaynak çıkarma projesinden kaynaklanan Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasındaki eşitsiz alışverişten kaynaklanan sürekliliğini kavrıyor.” (16)

İlk bakışta, emeğin göçünü, bu kitapta olduğu gibi, Arghiri Emmanuel, Samir Amin, Ruy Mauro Marini ve diğerleri tarafından önerilen eşitsiz değişim teorileriyle ilişkilendirmek tuhaf görünebilir. “Eşitsiz mübadele”, emek sömürüsünün gerçekleştiği varsayılan üretim alanı yerine dolaşıma -uluslararası ticarete- odaklandığı için sıklıkla eleştiriliyor. Ancak bu algı hem eşitsiz değişim teorisi hem de genel olarak Marksist sömürü teorisi açısından yanlıştır.

Karl Marx’ın kapitalist üretim tarzında değer anlayışını karakterize eden şey, kullanım değerleri ne kadar farklı olursa olsun, metaların ortak bir noktaya sahip olmasıdır. Bu ortaklık, Marx’ın “değer” dediği şeydir ya da farklı metalar arasındaki, bunların üretimi için toplumsal olarak gerekli çalışmaya dayalı niceliksel ilişki olarak tanımlanan daha spesifik değişim değeridir. Ancak bu değişim değeri, üretim sırasında metaya eklenen fiziksel bir madde değildir. Marx’ın belirttiği gibi, “Şimdiye kadar hiçbir kimyager ne bir incide ne de bir elmasta değişim değeri keşfetmedi.”2Karl Marx, Capital, vol. 1 (Moscow: Progress Publishers, 1962), 53. Değerin kaynağı üretim sürecindeki insan emeğidir; ancak değişim değerinin özgül belirlenimi, dolaşım alanında satıcı ve alıcı arasındaki ilişkiler tarafından tanımlanır. Değişim değeri terimi rastgele seçilmemiştir.

Marksist değer kavramı, eşitsiz mübadele teorisinin merkezinde yer alır.3Torkil Lauesen, “Marxism, Value Theory, and Imperialism,” in The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism, eds. Immanuel Ness and Zak Cope, 2nd ed. (Cham: Springer International Publishing, 2021), 1751–65. Bir yanda emeğin küresel değeri, diğer yanda tarihsel kapitalizm, dünya sistemini bir merkez ve bir çevre olarak kutuplaştırmış ve buna bağlı olarak yüksek ve düşük ücret seviyeleri ortaya çıkmıştır. Emeğin fiyatındaki bu fark, metaların dünya sisteminin merkezi ile çevresi arasında değiş tokuş edilmesi sırasında fiyat yapısında gizli olan bir değer aktarımını gerektirir. Burada önemli olan değişim değil, emeğin küresel değeri ile emek gücünün farklı fiyatları arasındaki farktır.

Değer kavramı, her ikisi de kapitalist birikim için gerekli olan üretim ve dolaşım alanlarını birleştirir. Marx, sermayenin değerlenmesinde üretim ve dolaşım arasındaki ilişki konusunda çok netti: “Sermaye dolaşımdan doğamaz ve dolaşımdan ayrı olarak ortaya çıkması da aynı derecede imkansızdır. Kökeni hem dolaşımda olmalı hem de dolaşımda olmamalıdır.”4Marx, Capital, vol. 1, 268. Elbette, üretim alanındaki emek gücü artı değerin ön koşuludur, ancak artı değeri kâra dönüştürmek için malların piyasada satılması, yani sermayenin gerçekleşmesi ya da değerlenmesi gerekir.

Emeğin küresel değeri ile emeğin farklı fiyat düzeyleri arasındaki fark, eşitsiz değişim teorisinin merkezi noktası olduğundan, bunu emeğin göçüyle ilişkilendirmek çok mantıklıdır. Göç, yalnızca insanların coğrafi olarak transferi değil, aynı zamanda emek gücünün de transferi, dolayısıyla değer yaratılmasıdır. Değer, düşük ücretli ülkeler yüksek ücretli ülkelerle mal alışverişinde bulunduğunda fiyat yapısı yoluyla aktarılabilir, ancak değer aynı zamanda yerleşik işçi sınıfının kazandığından daha düşük bir ücretle mal üretmek ve hizmet sunmak için emeğin çevreden merkeze göçü yoluyla da aktarılabilir.

Göçmenler ve Emek Gücünün Transferi

Ness, göçü bu perspektiften analiz etmektedir. Emperyalizm sadece mal ticareti yoluyla uluslar arasında değer transferi değildir. Aynı zamanda emek gücü transferi biçimini de alabilir. Sömürgecilikte, köleleştirilmiş insanlar üretim ve hizmet için Afrika’dan Amerika’ya taşınıyordu. Göçmen işçiler yeni bir olgu değil. Marx ve Frederick Engels 19. yüzyılda İngiltere’deki İrlandalı işçiler hakkında yazdılar. Amerika Birleşik Devletleri’nde Çinli ve Hintli taşeron işçiler, beyaz yerleşimcilerin kaçındığı ağır işleri üstlendi. Bugün bu işi düşük ücretli ülkelerden gelen göçmen işçiler yapıyor: “Gerçekte işgücü göçü, gelişmekte olan ülkelerdeki kaynakların çıkarılmasını genişletmenin modern bir yoludur. Dolayısıyla ekonomik emperyalizmin ayrılmaz bir uzantısıdır.” (20).

Neoliberal küreselleşme döneminde, daha yüksek kâr arayışıyla sanayi üretimi düşük ücretli ülkelere taşındı. Ancak, ücretli emeğin tüm işlevleri Küresel Güney’e taşınamadı. Tarımsal üretim, inşaat, bakım ve temizlik, otel ve restoran işlerinden sağlık ve yaşlı bakımına ve seks işçiliğine kadar her türlü hizmet, bulundukları yere bağlıdır. Çözüm, ucuz göçmen işgücünün içeriden tedarik edilmesi olmuştur.

Üretimin düşük ücretli ülkelere taşınması ve düşük ücretli iş gücünün Küresel Kuzey’e iç kaynak olarak getirilmesi, Küresel Kuzey’in Küresel Güney’i sömürmesinin iki yoludur. Önkoşullar ve mekanizma aynıdır: emeğin ve malların küresel değerinin varlığı ile emeğin fiyatındaki farklılık. Emek gücü değer yaratma yeteneğine sahiptir. Dünya pazarında malların değişimi ve dünya sisteminde emeğin göçü yoluyla değer, sermaye için kâr ve emperyalist merkezdeki tüketiciler için ucuz mal ve hizmet fiyatları şeklinde uluslararası düzeyde aktarılır.

Ücretli emeği bireysel düzeyde ele alırsak, ücretlerin ödenmesinden sonra kalan (emek gücünün değerini veya yeniden üretim maliyetini temsil eden) artı değerin çıkarılması yoluyla işçinin sömürülmesi ile işçinin bu ücretleri, ücretli malları tüketmek için kullanması arasında yapısal bir ilişki vardır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bir göçmen işçi ve bir yerli işçinin her ikisi de ücretli işçidir; her ikisi de bir artı değer kaynağıdır. Ancak, tekelci kapitalizm altında bazı işçilerin aldığı nispeten yüksek ücretler göz önüne alındığında, tükettikleri mallara dahil edilen değer, emek gücünün değerini aşabilirken, diğer işçiler emek gücünün değerinden daha az bir karşılık alarak aşırı sömürülebilirler. Bu, her bir ülkedeki işçi sınıfının farklı sektörleri arasında; Küresel Kuzey’deki yüksek ücretli emek aristokrasisi ile düşük ücretli göçmen emek arasında ayrım yapma olanağını ortaya çıkarmaktadır. Emmanuel’in ileri sürdüğü gibi, emek aristokrasisi tanımı gereği ücretlerinin el koymasına izin verdiğinden daha az değer üretir ve böylece kendisine ek değer getiren emperyalizmin doğal müttefiki haline gelir.

Ness şöyle yazıyor: “Bu perspektiften bakıldığında, göçmen işçilerin yerli işçilerin işlerini almaları gibi basit bir durumdan ziyade, aslında ev sahibi ülkelerdeki tüketim malları ve hizmetlerine değer katarak Avrupa, Kuzey Amerika, Doğu Asya, Okyanusya, Arap Körfezi’ndeki (Körfez İş Birliği Konseyi) gelişmekte olan güney ekonomileri ve Güney Doğu Asya’daki yaşam standartlarını iyileştirdikleri ve temel hizmetleri sağladıkları daha kolay kabul edilebilir.” (19)

Kapitalizm, Emmanuel’in 1969’da eşitsiz mübadele tezini formüle etmesinden bu yana son elli yılda üretici güçleri ölçülemeyecek derecede geliştirdi. Küresel Güney’in sanayileşmesiyle birlikte uluslararası iş bölümü değişti. Artık sadece Güney’den gelen hammaddeler ve tarım ürünleri Kuzey’den gelen sanayi mallarına karşı değildir. Güney, “dünyanın fabrikası” haline gelmiştir. Üretimin üretim zincirleri şeklinde küreselleşmesi uluslararası ticaret modelini değiştirmiştir. İletişim ve ulaşımın gelişmesi emeğin hareketliliğini artırmıştır. Bu faktörler eşitsiz mübadelenin biçimini değiştirmiştir. Ancak, birim işgücü maliyetlerindeki küresel farklılık hâlâ değer transferinin kaynağıdır ve hacmi her zamankinden daha büyüktür. Eşitsiz mübadele teorisini ve genel olarak bağımlılık teorisini 21. yüzyıl kapitalizminin özelliklerine göre yeniden canlandırmaya ve güncellemeye ihtiyaç vardır. Ness’in kitabı bu göreve önemli bir katkıdır.

Sermayenin ve malların ulusötesi hareketliliği ve emeğin hareketsizliği, eşitsiz mübadele teorisinin orijinal formülasyonunun bir önkoşuluydu; çünkü bunlar, değer aktarımını yaratan merkez ile çevre arasındaki ücret düzeylerindeki farklılığı sürdürüyordu. Kuşkusuz, 1960’larda ve 70’lerde az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere işçi göçü, elli yıl sonra 2020’lerde olduğundan çok daha sınırlı olma eğilimindeydi. Ancak teorinin formüle edildiği 1960’lardan bu yana artan emek göçü, merkez ve çevre arasındaki ücret düzeyleri farkını önemli ölçüde değiştirmemiştir.

Ana öbeğe giren göçmen işçiler iki türdür: (a) Küresel Kuzey’in işçi aristokrasisine entegre olan bilgisayar uzmanları, mühendisler ve doktorlar gibi eğitimli uzmanlardan oluşan bir azınlık (gurbetçiler olarak adlandırılır); ve (b) hizmet ve ihtiyaç duyulan üretimi gerçekleştiren ve yerli işçilerin ücretlerinin çok altında çalışan büyük çoğunluk. Danimarka’da araçlarında yaşayan Filipinli kamyon şoförleri ve karavanlarda yaşayan Polonyalı inşaat işçileri ve Baltık Devletlerinden gelen tarım işçileri var. Ücret seviyelerindeki bu farklılık yasal ve yasadışı yöntemlerle sürdürülmekte, ırkçılık ve ulusal şovenizmle desteklenmektedir.

Yüksek ücretli emeğin tükettiği mal ve hizmetlerin “düşük ücretli bileşeni”, düşük ücretli emeğin Küresel Güney’de ya da Küresel Kuzey’de yaşamasına bakılmaksızın aynıdır. Ücret farkı sınırlar dışında başka yollarla da korunabileceği için coğrafi konum önemli değildir. Önemli olan ücret düzeyi ile tüketim gücü arasındaki ilişkidir. Filipinli kamyon şoförü ve Kopenhag’da yaşayan çocuk bakıcısı, Danimarka’daki yerleşik işçi sınıfıyla aynı tüketim gücüne sahip değildir.

Emmanuel’in eşitsiz mübadele teorisi, David Ricardo’nun ilgili ülkeler arasındaki karşılaştırmalı maliyet farkına dayanan uluslararası ticaret teorisinin bir eleştirisiydi. Ricardo’ya göre, her birinin karşılaştırmalı üstünlüğü olduğu için tüm taraflar ticaretten fayda sağlayacaktır. Ness’in kitabı bu eleştirinin bir uzantısıdır. Neoliberal teoriye göre düşük ücret, yoksul ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüğüdür:

 Güney’in rekabet avantajı, uluslararası finans sermayesinin artı değer elde edebileceği düşük ücretli işçi fazlasının korunmasından kaynaklanıyor. Bunu, Güney’de platform işçiliği yoluyla mal ve hizmet üretmek için imalat işçilerini istihdam ederek veya yurt dışına düşük ücretli göçmen işçileri görevlendirerek yapıyor. (193).

Neoliberalizme göre bu alışverişten tüm taraflar kazançlı çıkmaktadır. Yüksek ücretli ülkeler ucuz mal ithal etmekte, hizmet ve işgücü açığı olan diğer alanlarda ucuz göçmen işgücü elde etmektedir. Yoksul ülkeler ise göçmen işgücü ülkelerine para gönderdikçe gelir elde etmekte ve göçmen işçiler ülkelerine döndüklerinde kullanabilecekleri beceriler kazanmaktadır.

Ekonomik Emperyalizm Olarak Az Gelişmişlik ve Emek Göçü

“Ekonomik Emperyalizm Olarak Az Gelişmişlik ve Emek Göçü” başlıklı ikinci bölüm, literatürdeki ampirik çalışmalara ve Ness’in Afrika, Asya, Amerika ve Avrupa’daki araştırmalarına dayanan liberal kalkınma teorisinin bir eleştirisidir:

Ortodoks klasik-ekonomik göç literatürü, yerli işçilerin ücretlerinin çok altında çalışan yabancı işçiler tarafından kazanılan paranın, geldikleri yoksul ülkelerde yeni temel altyapı ve hizmetler oluşturmak için gelir yaratabileceğini iddia etmektedir. Ancak kanıtlar, göçmen işçiler tarafından ülkelerine gönderilen ekonomik havalelerin, yoksul ülkelerin temel insani kalkınma hedeflerine ulaşma kapasitelerinde kayda değer bir büyümeye katkıda bulunmadığını ve kesinlikle gelişmiş kapitalist ekonomilere dönüşme kapasitesini sağlamadığını göstermektedir. (16)

Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve çok taraflı kalkınma ajansları, Küresel Güney işçilerinin kazançlarını; altyapıya, iş dünyasına ve sosyal ihtiyaçlara yatırıldığı varsayılan işçi dövizleri aracılığıyla kendi ülkelerinde ekonomik kalkınma için bir model olarak tanımladı. Ancak işçi dövizleri, göçmen işçilerin geride bıraktığı ailelerin yaralarına sadece bir yara bandı olmaktadır. Emek gücü, toplumun özel alanında, örneğin emek gücünün yükselmesi ve yeniden üretilmesi için ödeme yapan ailelerde üretilir:

Eğer göç kalkınmaya faydalı olsaydı, yüksek göç alan ülkeler en yüksek yoksulluk oranlarına sahip olmazlardı ya da en azından göç-kalkınma stratejisi izlemeyen ülkeleri geride bırakan gelişmeler görürlerdi. İşgücü göçü çok sayıda kişisel ve sosyal faktör tarafından tetiklense ve yoksul ülkelerdeki yoksulluğun nedenleri karmaşık olsa da göçün temel dinamiği Küresel Güney’in yoksul bölgelerini ikincilleştiren emperyalizmin ekonomi politiğine dayanmaktadır. (13-14)

İşgücü Göçü ve Kaynak Ülkeler

“İşgücü Göçü ve Kaynak Ülkeler” başlıklı üçüncü bölümde Ness, düşük gelirli kaynak ülkelerden düşük ücretli işgücü göçünün nedenlerini ve sonuçlarını değerlendirmektedir. Ücretler, işçilerin kendi ülkelerinde aynı işi yaparak kazanabileceklerinden kayda değer ölçüde yüksek olsa da işgücü göçü Küresel Güney için ekonomik kalkınmanın katalizörü değildir. Aksine, işgücü göçü, ekonomik ve sosyal kalkınma için planlı stratejiler oluşturmayan devletlerin ekonomisinin durgunlaşmasına katkıda bulunan temel kaynakların çıkarılmasının ek bir biçimidir.

Küresel göç sistemi, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın gelişmiş merkez ülkelerine fayda sağlayan emperyal bir projeye dayanmaktadır. Düşük ücretli işgücünün göçü sadece Güney’den Kuzey’e seyahatle sınırlı değildir. Önemli ölçüde Güney-Güney göçü de vardır, ancak bu göç hâlâ emperyalist merkez-çevre yapısının ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamaktadır. Küresel Güney’in kırsal ve yoksul kesimlerinden Çin, Hindistan, Malezya, Singapur ve Endonezya gibi ülkelerdeki sanayileşmiş merkezlere doğru bir göç söz konusudur. Ness şöyle yazıyor: “Göçmen kaynak ülkeleri, doğal kaynaklar ve ham madde üreten ülkelerden üretim için toplanma noktalarına kadar küresel değer zincirindeki üretim bölgeleri için temel öneme sahiptir. Göçmen kökenli her ülke, Avrupa, Kuzey Amerika, Okyanusya, Körfez İş Birliği Konseyi, Kuzey Doğu Asya ve ötesindeki zengin ülkelere bitmiş parça ve mal üretmek için çok az hak ve yasal korumaya sahip, genellikle güvencesiz emeğin ihracatı için bir hazırlık alanıdır.” (69).

Arap Körfezi’nde göçmen işçilerin kullanımı uç bir örnektir. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi’nin verilerine göre 2020 yılında Körfez İş Birliği Konseyi ülkeleri, Ürdün ve Lübnan’da otuz altı milyon uluslararası göçmen bulunmaktaydı ve bu rakam da bu ülkelerin toplam nüfusunun neredeyse yarısına denk geliyordu. Göçmenler, Körfez İş Birliği Konseyi’nde çalışan nüfusun ortalama yüzde 70’ini, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise özel sektör çalışanlarının yüzde 95’ini oluşturmaktadır. “Arap Körfezi’nde göçmen işçiler inşaat gibi tehlikeli işlerde çalıştırılmakta, tehlikeli şantiyelerde ağır yaralanma ve ölüm riskiyle karşı karşıya kalmakta ve ev işçisi olarak sözleşmeli köleliğe katlanmaktadırlar. Arap Körfezi ülkelerinde halen yürürlükte olan kafala5Kafala ya da sponsorluk sistemi, göçmen işçiler ile işverenleri arasındaki ilişkiyi düzenlemek için oluşturulmuştur. Göçmen işçinin göçmenlik statüsü dahil yasal hakları, işçiyi ülkeye getiren işverene/sponsora bağlıdır. Göçmen işçinin tüm hakları işverene/sponsora bağlı olduğu için, işçiyi sömürüye karşı korumasız bırakır ve bu durum ekonomik emperyalizmin önemli bir göstergesidir. (Ed. N.) sponsorluk sistemi kapsamında göçmen işçiler, kendilerini pasaportlarına el koyan ve hareket özgürlüğü ile ülkelerini terk etme kapasitelerini engelleyen işverenlere bağlayan çalışma izinleri almaktadır.” (124-25).

İşgücü Göçü ve Hedef Ülkeler

“İşgücü Göçü ve Hedef Ülkeler” başlıklı dördüncü bölüm, hedef ülkelerdeki göçmen işçilerin koşullarını incelemektedir. Çok uluslu şirketler, işgücü kıtlığı veya ilgisizlik nedeniyle yerli işçiler tarafından doldurulamayan temel işleri almak için düşük ücretli yabancı işgücüne ihtiyaç duyduğundan, göçmen işgücü küresel neoliberal kapitalizmin önemli bir bileşenidir: “İşgücü kıtlığı, dikkatleri Küresel Kuzey’de ve Hong Kong, Singapur ve Arap Körfezi gibi bölgesel zengin ekonomik merkezlerde tarım, inşaat ve evde bakım alanlarında giderek artan sayıdaki vazgeçilmez işlerin doldurulmasında göçmen emeğinin önemine odaklamıştır.” (116).

Hedef ülkelerdeki işgücü göçünün yönetimi karmaşık bir konudur. Ekonomik ve siyasi güçler, Küresel Kuzey’de sermayenin farklı kesimleri ile işçi sınıfı arasındaki siyasi mücadeleyi yansıtacak şekilde, göçü uygulama ve kontrol etme çabalarında kesişmektedir. Politikalar hem sermayenin işgücü ihtiyacını hem de seçmenlerin önemli bir kısmının daha az göç taleplerini karşılama çabaları nedeniyle genellikle dağınık ve çelişkili görünmektedir: “Hükümet politikaları, neoliberal dönemde artan yabancı düşmanlığına yanıt olarak militarizasyon ve genişletilmiş sınır kontrolleri yoluyla daha büyük engeller oluşturuyor. Bu nedenle, göçmen işçilere olan talep artarken, polislik ve militarizasyon yoluyla yasal mekanizmalar ve sınır kontrolü nedeniyle göçün maliyeti de artmaktadır.” (75).

Sermayenin aynı zamanda göçmen işçileri sömürmede ve yerli işgücü ücretleri üzerinde baskı oluşturmak için emek arzını genişletmede de belirgin bir çıkarı vardır:

Neoliberal kapitalizm, standartların altını oyarak göçmen işçilere büyük ölçüde bağımlı olan kilit sektörlerdeki koşulları kararlı bir şekilde kuralsızlaştırmıştır. 1996’dan bu yana Avrupa’nın çevre bölgelerinden ve Kuzey Afrika’dan gelen işçiler, temel sektörlerde geçerli ücret oranlarını ve çalışma koşullarını baltalamıştır. Örneğin inşaat sektörü, özellikle göçmen işçiler arasında işsizlik arttıkça ve iş güvencesiz ve kayıt dışı hale geldikçe, sendikal korumadan yoksun ve sömürüye maruz kalan geçici göçmen işçilere büyük ölçüde bağımlı hale gelmiştir. (132).

Yerli işçi sınıfı, göçmen işçiyi işgücü piyasasında bir rakip, mülteci ve göçmenleri de devletin sağladığı sosyal faydaları sulandıran unsurlar olarak görmektedir. İşçi hareketinin ilerici azınlık kesimi göçmenlerin örgütlenmesini ve yerli işçilerle aynı ücreti almasını talep ederken, çoğunluk göçü mümkün olduğunca kısıtlamak istiyor. Her iki stratejinin de pratikte uygulanması imkansızdır. Yüz milyonlarca göçmen işçinin ücret düzeyini beş kat arttırmak sermaye birikimiyle bağdaşmaz. İşgücü göçünü engellemek de ucuz işgücüne ihtiyaç duyan sermaye tarafından karşılanacaktır. Her halükârda, göçü tetikleyen yoksulluk, savaşlar ve iklim değişikliği Avrupa ve Kuzey Amerika’nın kurabileceği her türlü bariyeri yıkacaktır.

İşçi hareketlerinin mevcut stratejileri de yanlıştır çünkü göç sorununa ulusal düzeyde çözüm aramaktadırlar. Sorunun nedeni özünde uluslararasıdır: Emek göçünün sefaletini sona erdirmek için küresel bir perspektif ve emperyalizme karşı mücadele gereklidir. Ekonomik krizlerin yoğunlaşacağı, savaşların ve iklim değişikliğinin insanları göçe zorlayacağı bir dünyada göçmen işçilik artacaktır. Ancak göçmen işçiler Küresel Kuzey içinde anti-emperyalist bir Truva Atı olabilirler. Üretim ve hizmet sektöründeki konumları nedeniyle güçsüz değillerdir ve Küresel Güney’deki ailelerine olan bağlılıkları ve anavatanlarının ekonomik kalkınmasına yönelik umutları, kalmalarına zar zor tahammül eden bir devlete olan bağlılıklarından daha güçlü olabilir: “2000’li yıllarda göç alan ülkelerde göçmen işgücüne yönelik ekonomik talep arttıkça, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık bu işçilerin sosyal ve insani haklarını azaltmış, hayatta kalma ve menşe ülkelerdeki ailelerine para gönderme konusundaki ekonomik potansiyellerini düşürmüştür. Bunun yerine, hakları azaldıkça, göçmen işçiler daha yüksek düzeyde ekonomik sömürünün yanı sıra toplumsal hoşgörüsüzlük ve şiddetle karşı karşıya kaldılar.” (124).

Sömürü Düzeni ve “Sınırların Hasarı”

“Sınırların Hasarı” başlıklı beşinci bölümde Ness, BM’nin göçmen işçiler için sosyal ve ekonomik korumalar tesis etme ve “güvenli, düzenli ve tertipli göç” programı aracılığıyla zorla çalıştırma ve insan ticaretini önleme çabalarına rağmen, devletlerin dar ulusal ekonomik ve siyasi çıkarlarının politikalarını değiştirmelerini engellediğini göstermektedir. Ness şöyle devam etmektedir:

Küresel Kuzey’in ileri kapitalist ülkeleri göçmen emeğine ihtiyaç duyarken, politikacılar, hükümet yetkilileri ve medya tarafından körüklenen halk muhalefeti, ulusun sınıfsal karakterini yansıtan ulusal şovenizmin sağlamlaşmasına ve hedef ülkelerdeki ayrıcalıkları pekiştirmek için sınırların inşasına katkıda bulunmaktadır. Sınır kontrolü işçilerin ABD’ye girişini engellemektedir, ancak göçmenlerin önemli bir kısmı hâlâ ülkeye belgesiz olarak girmekte, emperyalist devletin ekonomik çıkarlarına hizmet ederken madun statüsüne düşmektedir. (131)

Kayıt dışı göçmenler sermayenin sömürücü baskısı, devletin baskısı ve popülist sağcı unsurların ırkçılığı altında yaşamaktadır. Avrupalı politikacılar sınır kontrollerini sıkılaştırdıklarında, bunun vicdansız mülteci kaçakçılarıyla mücadele etmek için olduğunu söylüyorlar. Ancak kaçakçıların iş yapmasının nedeni, mülteci ve göçmenlerin normal yollardan seyahat ederek kalma ya da çalışma izni almalarına izin verilmemesidir. Binlerce kişi güvenli olmayan teknelerle Avrupa’ya girmeye çalışırken Akdeniz’de ve Manş Denizi’nde boğulmuştur. Gönüllü kurtarma örgütlerinin bile zor durumdaki mültecilere yardım etmeye çalışmaları suç sayılmaktadır.

İşgücü göçünün başlıca tetikleyicisi…

“Göç-Kalkınma Bağlantısının Parçalanması” başlıklı son bölüm, kitabın küresel ekonomik emperyalizme dayanan temel argümanlarını özetlemektedir. İnsanların kendi toplumlarını, sosyal ve insani ihtiyaçların geliştirilmesi için kullanılabilecek şekilde geliştirebilmelerini sağlamanın neden önemli olduğu tartışılmaktadır: “İşgücü göçünün başlıca tetikleyicisi, tarım, bakım ve inşaat sektörlerindeki işgücü açığını düşük maliyetle kapatmaya çalışan zengin ülkelerde ortaya çıkmaktadır. Buna ek olarak, Küresel Güney’in stratejik ülkelerindeki küresel üretim zincirleri genişledikçe düşük ücretli göç artmakta ve işgücü açığı olan ülkelerde yabancı işgücüne talep yaratmaktadır. Bu nedenle Güney Doğu ve Doğu Asya geçici işgücü göçünün kritik merkezleridir.” (180).

2020’lerde dünya, 1945’ten 80’lere kadar olan bağımsızlık döneminden çok daha eşitsizdir ve ekonomistler, Kuzey ve Güney arasındaki küresel ekonomik düzenin anlamlı bir şekilde yeniden dengelenmemesi halinde önümüzdeki on yıllarda eşitsizliğin daha da artacağını öngörmektedir. Ness’e göre, “Göçmen emeği, olası alternatif modellerin ortaya çıkmasına rağmen, küresel neoliberalizmin egemenliğinde kalmaya devam edecektir. Çin’in Kuşak-Yol Girişimi, neoliberal kapitalizmin yayılmasına karşı potansiyel birçok kutuplu alternatif sunmaktadır ve eğer ülkedeki yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik gerçek çabalar öncelikliyse, göçmen emeğinin sömürülmesine daha az dayanabilir.” (203).

“Batı ve Ötekiler” arasındaki çelişki, bazı açılardan bağımlılık teorisinin zirvede olduğu 1960’larda ABD ve eski Avrupalı sömürgeci güçler ile Üçüncü Dünya arasındaki çelişkiye benzemektedir. Ancak 1960’larda Üçüncü Dünya’nın dönüştürücü gücü “devrimci ruha” ve ekonomik kalkınma üzerinde ideolojik hakimiyet kurma girişimine dayanırken, Küresel Güney’in mevcut dönüştürücü gücü artan ekonomik gücüne dayanmaktadır. Bu, gelecekte emperyalizme karşı mücadele, eşitsiz mübadelenin azaltılması ve dolayısıyla Küresel Güney’in talihsiz emek göçü koşullarını sona erdirme yeteneğinin geliştirilmesi için çok daha iyi bir konumdur.

 

Notlar

(1) Yabancı ülkelerde çalışmaya giden işçilerin ana yurttaki ailelerine gönderdikleri paralar.

(2) Karl Marx, Capital, vol. 1 (Moscow: Progress Publishers, 1962), 53.

(3) Torkil Lauesen, “Marxism, Value Theory, and Imperialism,” in The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism, eds. Immanuel Ness and Zak Cope, 2nd ed. (Cham: Springer International Publishing, 2021), 1751–65.

(4) Marx, Capital, vol. 1, 268.

(5) Kafala ya da sponsorluk sistemi, göçmen işçiler ile işverenleri arasındaki ilişkiyi düzenlemek için oluşturulmuştur. Göçmen işçinin göçmenlik statüsü dahil yasal hakları, işçiyi ülkeye getiren işverene/sponsora bağlıdır. Göçmen işçinin tüm hakları işverene/sponsora bağlı olduğu için, işçiyi sömürüye karşı korumasız bırakır ve bu durum ekonomik emperyalizmin önemli bir göstergesidir. (Ed. N.)

 

Orijinal Başlık:The Political Economy of Migration
Yazar:
Torkil Lauesen
Türkçeye Çeviren:
Melis Şensöz
Editör:
Eren Yılmaz