Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Delilik Nedir?

Felsefe, deliliği insan doğası kavrayışımıza dâhil etmeye yönelik geçici çabalara ne gibi katkılar sunabilir?
Çeviren:
Saniye Temiz
Kaynak:
The Philosopher

Delilik, denetim altına alınması ya da tedavi edilmesi gereken el değmemiş bir kusur mudur? Yalnızca akıl eksikliğinin bir dışavurumu mudur, özgür eylemin önünde bir engel midir yoksa toplumsal katılıma ayak bağı olan bir şey midir? Yahut delilik, bir toplumun iyi ve doğal yaşam olarak kabul ettiği durumu meydana getiren bağımsızlık, irade gücü (mind), kimlik, karakter ve sosyallik ile ilgili kavramlarımıza eşlik edebilmesi anlamında bir değere sahip mi? Pek çok şey bu sorulara vereceğimiz yanıta bağlıdır. Kusurlu bir bakış açısından bakıldığında, delilik, bir şekilde yukarıdaki kavramların ya sınırında ya da büsbütün dışında yer aldığı için insan oluşumuza ilişkin değerli kavramların dışında tutulacaktır. Delilik olarak deliliğin bilgiye hiçbir katkıda bulunamayacağı, dahası deliliğin sosyal normlara ve sağduyuya dayanan inançlara rıza gösterilmesini şart koşan toplumsal yaşama dönük bir tehdit oluşturabileceği anlamına gelecektir bu. Ama delilik bir değere sahip olacaksa eğer, o zaman -karmaşık ve çoğu durumda acı verici olsa da- insani varoluşumuzun olası konfigürasyonlarından biri olarak değer taşıyan kavramlarımız arasına dâhil edilecektir. Öyleyse delilik nedir?

Deliliğin Dışlanması

Felsefe, tarihi boyunca, deliliği dışlama ve onu dosdoğru bir kusurluluk bölgesine yerleştirme eğiliminde olmuştur.

Yaygın kullanımıyla delilik, “akıl hastalığını” belirtmek için kullanılan teknik bir terim değildir. Mantıksızlığa, zayıf muhakeme gücüne ve gerçeklikle bağın kopmasına işaret eder. Bu üç kavramın tamamı, delilerin “aklını yitirdiği”, mantıklı inançlar geliştirmekte başarısız oldukları, halüsinasyonlar karşısında savunmasız oldukları, düşüncelerinin ve eylemlerinin kontrolünden feragat etmeye meyilli oldukları ve uçlarda gezinen duygular tarafından kısıtlandıklarını anlatan konuşma dilinde yansımasını bulmuştur. Bu gündelik bakış açısı, bazı ruh sağlığı aktivistlerinin ve akademisyenlerin deliliği anlama biçimleriyle ters düşer. Mad Matters (Delilik Meseleleri, 2013) isimli derlemede Maria Liegghio, delilikten şu şekilde söz eder:

…“normal olana” karşı ve “hastalıklı” ya da “hasta” olarak tanımlanan akıl sağlığı ile ilgili hâkim konumdaki psikiyatrik yapılara meydan okuyan, direnç gösteren ve onlara uymayan bir dizi deneyim, düşünce, ruh hâli ve davranış. Akıl sağlığı noktasında hâkim konumda olan [psikiyatrik] yapıları değiştirilmesi, kontrol edilmesi veya onarılması gereken negatif bir durum olarak kabul etmek yerine, ben deliliği, kimliklerimizi ve deneyimlerimizi tanımlayan ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve yetenek gibi diğer kategoriler arasında var olan bir toplumsal kategori olarak anlıyorum.

Bu iki bakış açısı da, kıymetli bir delilik anlayışının aleyhinde olan bir noksanlığı yansıtıyor. Bunlar deliliği genel hatlarıyla şizofreni, psikoz ve bipolar bozukluk gibi psikiyatrik kategorilere denk düşen deneyim ve inanış biçimleri olarak tasavvur etse de, her ikisi de en nihayetinde bu deneyim ve inanışlara karşı farklı bir tutum benimserler. Madem öyle, filozoflar deliliği genel anlamda nasıl anlamışlardır?

Felsefe, kendi tarihi boyunca, deliliği dışlama ve onu dosdoğru bir kusurluluk bölgesine yerleştirme eğiliminde olmuştur. Örneğin Platon Timaeus’ta, kişiyi akıl yürütme yeteneğinden yoksun bırakan bir “ruh hastalığı” olarak tarif etmiştir deliliği. René Descartes ise Meditasyonlar’da, deliliği aklın kaybı ve gerçekliği temsil etme başarısızlığı olarak kavramıştır. Immanuel Kant’ın Pragmatik Bir Bakış Açısından Antropoloji eserinde de mevcut olan söz konusu eksiklik teması, (belirli ırksal kategorilerle birlikte) biliş, hissetme ve arzu yetilerindeki kusurlarla ilişkilendirilmiştir. Daha yakın zamanlarda, Ludwig Wittgenstein’ın Kesinlik Üzerine adlı eseri, deliliği felsefi soruşturmanın son noktası, sağduyudan radikal bir sapma olarak takdim etmiştir. Bu felsefi dışlama biçimine “epistemik” dışlama olarak işaret edebiliriz çünkü bunun anlamı, olası bir bilgi kaynağı olarak deliliğin ortadan kaldırılmasıdır.

Bu epistemik dışlamanın yanı sıra, delilik çeşitli normatif ahlaki ve politik teorilerin dışında tutuldu ve tutulmaya da devam ediyor. Normatif teoriler nasıl davranmamız gerektiğiyle ve birbirimize neden mecbur olduğumuza ilişkin temel felsefi sorularla ilgilenirler. Bu teoriler insanlığımıza ve içsel yaşantımıza özgü kapasitelere hitap ederler; Ahlaki ve politik davranışlarımıza kendi öz fikirleri doğrultusunda yön vermeyi amaç edinirler. Örneğin, Kantçı ahlak kuramı, rasyonel özyönetime (özerklik) uygun bir temel olarak akli kapasitemize; Yeni-Aristotelesçilik ve erdem etiği ise erdem, merhamet ve empati geliştirme kapasitemize seslenir. Toplumsal tanınma teorileri ise bir kimlik oluşturup onu muhafaza etme kapasitemize vurgu yaparlar. Söz konusu kapasiteleri karşılayamayacağı varsayımı nedeniyle delilik bu teorilerin hepsinde dışlanmıştır. Akla ve özerkliğe dayalı açıklamalar ise mantıksızlık ve hasara uğramış karar verme kapasitesi nedeniyle; erdeme dayalı açıklamalar, kişilerarası birbirini anlama ve empatinin tahrif olması nedeniyle ve tanınmaya dayalı açıklamalar ise sosyal kimlik oluşumundaki bozukluklar nedeniyle deliliği dışlamaktadır.

Deliliğin normatif ahlaki ve politik teorilerden bu şekilde dışlanması, delilerin ahlaki ve pratik eylemlerinin kısıtlanması anlamına gelir.

Bu dışlamanın başlıca içerimlerinden biri şudur: Ahlaki ve politik teoriler delilik hakkında konuşabilirler ama onu hiçbir zaman bünyelerine dâhil etmezler. Deli kişi teorinin olası bir aktörü olarak değerlendirilmemiştir; kendisine ahlaki ve erdemli şekilde davranılabilir ama deli bu davranışa karşılık veremez. Ahlaki faillerden beklediğimiz ödevler nedeniyle delinin karşısına çıkarılan mazeretlerin temelini oluşturan şey de bu tatsız durumdur. Bu durum deli insanların maruz kaldığı baskılama ve özgürlükten mahrum bırakma biçimlerini meşrulaştırır. Deliliğin normatif ahlaki ve politik teorilerden bu şekilde dışlanması, delilerin ahlaki ve pratik eylemlerinin kısıtlanması anlamına gelir.

Deliliğin epistemik ve normatif gerekçelerle felsefi olarak dışlanması, muadilini hem fiziksel hem de kültürel bir toplumsal dışlamada bulur. Deli ya da kaçık diye değerlendirilmiş insanlar yüzyıllar boyunca kötü muamele ve damgalanmayla karşı karşıya kalmışlardır: Survivor Tarih Grubu’nun 1373’ten başlayan bir zaman çizelgesi sayesinde ortaya koydukları bir noktadır bu. Gelgelelim, 19. yüzyılın ilk on yıllarından 20. yüzyılın ortalarına kadar devam ettiği şekliyle deliliğin toplumsal olarak dışlanması, hem akıl hastanelerinin sayısındaki ve delilerin kitlesindeki hızlı yükseliş hem de deliliği konu edinen uzman anlatılarının giderek hâkimiyet kazanması açısından eşi benzeri görülmemiş bir olaydı.

Deliliğin Tarihi

Epistemik adaletsizliğin yapısı, psikiyatrik tanı konulan hastaların sıklıkla haksız yere güven kaybı yaşadıklarını ortaya koyuyor.

18. yüzyılın ortaları ile 19. yüzyılın sonları arasındaki dönemde, İngiltere’de bulunan akıl hastanelerinin sayısı 3’ten 120’ye çıkmıştı. Daha öncesinde, deli olduğu düşünülen insanların çoğu ya özel akıl hastanelerinde ya da kendi ailelerinde bakılmaktaydı. 1808’de İngiliz Parlamentosu’nun akıl hastaneleriyle ilgili kamu finansmanını onaylayıp bütün vilayetlere birer tane inşa edilmesini zorunlu kılmasıyla bu durum değişecekti. 1954’e gelindiğinde akıl hastanelerinde yatan 150 bin kişi vardı; nüfus farkına göre sistemleştirildiği zaman bu sayı, 1800’de akıl hastanesinde yatan deli kitlesinin yedi katıydı.

Hastaneler dâhilinde verilen bakıma ve bunun insani olup olmadığına bakılmaksızın, akıl hastaneleri dışlamanın güçlü fiziksel işaretlerini yansıtıyordu. Delilik toplumdan tamamen uzaklaştırılmış ve şehir merkezinden uzak kenar mahallelere kaydırılmıştı. Artık ona gündelik yaşamda rastlanmıyor ya da onunla etkileşim kurulmuyordu; gözden uzak, görünmezdi; onu sınıflandırma, teorileştirme ve yönetme sorumluluğunu üstlenen uzmanlar dışında kültürel bakımdan giderek anlaşılmaz bir hâl alıyordu. Deliliğin mekânsal olarak dışlanmasının doruk noktasına ulaştığı sıralarda, kültürel olarak dışlanması da etkisini göstermeye başlamıştı.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, deliliğe yönelik ahlaki ve dini yaklaşımlardan bedensel ve seküler açıklamalara doğru bir kayma gerçekleşti. Öyle ki 20. yüzyılın başında, teşhis-temelli bilimsel psikiyatrinin ve konuşma terapilerinin temelleri hâlihazırda atılıyordu. Delilik bağlamında, zihinsel hastalık, patoloji, rahatsızlık, bozukluk, işlevsizlik ve çeşitli anormal psikolojik mekanizmalar gibi kavramların öncülük ettiği bir dil sayesinde, uzman bir anlatının gelişmesi, bu dönüşümlerin önemli sonuçlarından biriydi.

Bu gelişmeler, Charles Taylor’ın Seküler Çağ (2007) eserinde “terapötik dönüş” olarak adlandırdığı büyük ölçekli kültürel dönüşümün bir parçası olarak görülebilir. Bu dönüşümün bir sonucu olarak, “belirli insani mücadeleler, sorunlar, meseleler, zorluklar ve problemler ahlaki/ruhsal bir düzlemden terapötik bir düzleme … günah, kötülük veya tinsel sapmanın yorumbiliminden hastalık yorumbilimine doğru taşınmaya başlanmıştır.” Deliliğin kültürel olarak dışlanması, ruh sahibi olmak gibi ahlaki, dinsel ve geleneksel yaklaşımların gerilemesinin ve aynı zamanda yeni bir teknik anlatının ortaya çıkmasının sonucuydu. Kamuoyu açısından büyük ölçüde anlaşılmaz kalan delilik yalnızca uzmanların uzmanlık alanı olup çıkmıştı.

1960’lı yıllara gelindiğinde, o dönemde egemen konumda olan toplumsal dışlama biçimlerini hem mekânsal hem de kültürel olarak sorunsallaştıran hâle getiren dönüşümlerin başlangıçlarını görebiliriz. Tımarhanelerin popülaritesi azalmış ve alınan siyasi kararlar onların kademeli olarak kapatılmasını teşvik etmişti. Bu sürece katkıda bulunan şey, delilik semptomlarını ve huzursuzluğu azaltan Fenotiyazinler sınıfına ait ilaçların keşfi olmuştur. Başlangıçta ana yatıştırıcılar (major tranquilizer)1Şizofreni gibi psikotik bozuklukların semptomlarını dindiren ilaçlar. (Çev.) olarak adlandırılan bu ilaçlar daha sonra antipsikotikler olarak bilinmeye başlanmıştır. 1971’de, İngiliz hükümetinin bir raporu, tüm tımarhanelerin kapatılmasını ve bakımın genel hastaneler, ayakta tedavi klinikleri, aile hekimleri ve sosyal hizmetler tarafından sağlanmasını önererek topluluk içi bakımın resmi olarak başlamasını sağlamıştır. Günümüzde, Birleşik Krallık’ta ruh sağlığı hizmetleri, çeşitli güvenlik ve uzman birimleriyle desteklenerek benzer bir şekilde sunulmaya devam etmektedir.

Deliliğin ve normalliğin algılanış biçiminde kültürel bir dönüşüm yaratmak, Mad Pride hareketinin kendisine biçtiği iddialı hedefidir.

1970lerin başlarında, ruh sağlığı alanındaki sivil haklar aktivizmi yeniden canlanmıştır. O dönemin aktivistleri, ruh sağlığı hastalarına tam sivil hakların geri verilmesini ve tımarhanelerde zorla alıkonulmanın ve zorunlu tedavinin sona erdirilmesini talep etmişlerdir. Ayrıca halkın zihinsel ıstırabı anlaması noktasında tıbbi yaklaşımların ve dilin hâkimiyetine son vermek için de kampanya yürütmüşlerdir. Tımarhanelerin kapanmasıyla birlikte, aktivistler kendilerini “eski mahkûmlar” olarak adlandırmaya başlamış ve bakımı ve tedaviyi çağrıştıran “hasta” terimini reddetmişlerdi. 1980’lerde ortaya çıkan “hizmet kullanıcısı” terimi bugün hâlâ kullanılmaktadır ancak bu terim, hastalar ile ruh sağlığı profesyonelleri arasında hatalı bir şekilde eşit bir ilişki olduğunu ileri süren bazı aktivistler tarafından her zaman reddedilmişti. “Kazazede” kimliği kısmen buna bir tepki olarak doğmuştur, ki bu kimlik ruh sağlığı aktivizminde önemli bir değişikliği işaret ediyor. Bu kimlik, güç ve dayanıklılık gibi hayatta kalmanın olumlu özelliklerini vurgulamakta ve kazazedelerin sesine ve onların kendi hikâyelerini anlatma yeteneğini ön planda tutmaktadır.

1990’ların sonları ve 2000’lerin başlarında, akıl hastalığının diline ve onun temelini oluşturan sosyal normlara tabandan radikal bir meydan okuma olan Mad Pride söyleminin ortaya çıkışına tanık olunmuştu; Deliliğin ve normalliğin algılanış biçiminde kültürel bir dönüşüm yaratmak, Mad Pride hareketinin kendisine biçtiği iddialı hedefidir. Aktivistler, akıl hastalıkları ve zihinsel bozuklukların indirgemeci dilini reddedip “deli” kavramını yeniden ileri sürerek deliliğin tıbbileştirilmesine karşı direniyorlar. Psikolojik, duygusal ve davranışsal çeşitliliğin karşı anlatılar veya Delilik anlatıları oluşturarak kültürel delilik kavrayışını zenginleştirmeye çalışıyorlar.

Delilik ve Fenomenoloji

Delilik anlatıları, hem ıstırabı hem de sesler, görüntüler ve artan dikkat ve duyusal farkındalık durumları aracılığıyla sunulan potansiyel değeri eşit ölçüde kaydetmeyi amaçlar. Bu anlatılar arasında, anlamların ve olayların birbirine bağlılığını vurgulayan bilişsel tarzların, sanrıya dayalı zulüm görme sisteminin dolambaçlı yollarına götürebileceği aynı zamanda başka insanların refahı ve ekosistemimizin durumuyla ilgili endişede yol açabileceği kabul edilir; sesler duyması bir kişiyi tehditlerle dolu bir dünyaya hapsedebilir ama değerli bir kendilik bilincine de götürebilir; aşırı yüksek ruh hâlleri, düzensizlik ve umutsuzluğa yol açabileceği gibi aynı zamanda yaratıcılık ve sınırsız enerjiye de yol açabilir. Icarus Project’in deyimiyle, delilik “tehlikeli bir armağan”dır. Delilik anlatıları, insan doğasına ilişkin kavrayışlarımız bağlamında deliliğe yer açmaya ve bunu yaparken de deliliğin toplumsal olarak dışlanmasının kültürel kısmını ele almaya çalışır.

Felsefe, deliliği insan doğası kavrayışımıza dâhil etmeye yönelik bu geçici çabalara ne gibi katkılar sunabilir? Başlangıç olarak felsefenin, deliliğin epistemik ve normatif olarak dışlanmasında oynadığı ve oynamaya devam ettiği rolü hesaba katması gerekir. Bu bağlamda, felsefe sorunun bir parçasıdır ama aynı zamanda çözümün de bir parçası olabilir. 1980’lerden bu yana delilik, psikiyatri ve ruh sağlığı konularına olan felsefi ilgi önemli bir şekilde yeniden canlandı. Bu ilgi, her ne kadar söz konusu canlanmanın başlangıç noktası olmasa da, kesinlikle bu sürecin zeminini hazırlamıştır. Son zamanlara kadar, psikiyatri felsefesi alanı, genellikle delilikle ilgili kusurlu bir bakış açısına bağlı kalmıştır. Felsefeciler, diğer meselelerin yanı sıra, ruhsal bozukluk kavramı, anlam ve nedensellik, sanrılar ve halüsinasyonlar gibi konularda sofistike analizler sunmuşlardır elbette. Ancak bu analizlerin temel varsayımı, deliliğin açıklanması ve yorumlanması gereken bir kusur olduğu yönündeydi ve bu analizlerde kullanılan dil genellikle akıl hastalıkları ve bozuklukların diliydi.

1980’lerden 2000’lere kadar olan psikiyatri felsefesiyle ilgili olarak eşit derecede dikkat çekici olan şey, hizmet kullanıcılarının ve hastaların seslerinin ortada olmayışıydı. Onları sözcükleri görünür olduğunda (çoğunlukla fenomenolojik psikopatoloji alt disiplininde, örneğin Giovanni Stanghellini veya Louis Sass’ın çalışmalarında olduğu gibi), genellikle günlük kavramlar ve anlamlar aracılığıyla anlaşılamayan egzotik psikolojik tuhaflıkların ortaya çıkışına çok benziyordu. Bu çerçevede çalışan felsefeciler ve psikiyatristler için, hala yaygın olan bir yaklaşım, örneğin şizofreni tanısı konmuş hastaların birinci şahıs anlatılarını, fenomenoloji alanındaki Kıta felsefesi geleneğinden gelen felsefi fikirlerin uygulanmasıyla anlaşılabilir hale getirilmesi gereken bulmacalar olarak görmek, hâlâ yaygın olan bir yaklaşımdır. Bireylerin sözcükleri ve deneyimlerine ilişkin anlatımları, Martin Heidegger, Maurice Merleau-Ponty, Edmund Husserl ve diğer Avrupalı fenomenologlar üzerinden jargon yüklü bir incelikle yorumlanabilirler. Sonuç olarak, şizofreni ve diğer durumlara ilişkin bu nihai felsefi açıklamalar, onları meydan okumaya ve zayıflatmaya çalıştıkları indirgemeci biyolojik açıklamalar kadar yabancılaştırıcı olabilir.

Epistemik Adaletsizlik ve Yanlış Tanıma

Psikiyatri felsefesi alanında yapılan son dönem çalışmalarda meydana gelen ümit verici gelişmelerin bu kaygılarla bağlantılı olduğunu görüyoruz. Bu çalışmanın, ne pahasına olursa olsun, deliliği anlama motivasyonunu tökezlettiği düşünülebilir, ki bunun bedeli, kişinin sesinin çoğu durumda radikal biçimde çarpıtılması olmuştur. Bu bağlamda, özellikle iki kavramın sürece yardımı dokunmuştur: epistemik adaletsizlik ve yanlış tanıma. (Miranda Fricker tarafından formüle edilen bir kavram olarak) epistemik adaletsizlik, bilgi üreticileri olarak işgal ettikleri konumun altı oyulduğu zaman kişilerin uğradığı zararlara göndermede bulunur. Akıl sağlığı bağlamında, epistemik adaletsizliğin yapısı, psikiyatrik tanı konulan hastaların sıklıkla haksız yere güven kaybı yaşadıklarını ortaya koyuyor ve kendi deneyimlerini olumlu bir ışıkta anlayabilecekleri kamuya açık bir dilin yokluğu konusunda bizi uyarıyor. Yanlış tanıma ise insanların değersizleştirilmiş ve damgalanmış kimliklere hapsolmasına neden olan kültürel kavrayışları ve toplumsal ilişkilere işaret eder. Deliler toplumsal bakımdan görünmezleşirler ya da toplumsal bakımdan kendilerini görmek istedikleri tarzla uyumsuz biçimde görünürlük kazanırlar. Yanlış tanıma kavramı, ruh sağlığı alanında kullanılan tıbbi dilin sosyal kimlik ve kişilerin kendi deneyimlerinde değer bulma becerileri üzerindeki etkisini aydınlatıyor. Her iki kavram da, bazı aktivistlerin bundan böyle kusurluluk diline dayanmayan yeni akıl sağlığı kimliklerinin kamuoyu tarafından tanınması yönündeki taleplerini destekler.

Akıl sağlığı konusunda, epistemik adaletsizlik ve yanlış tanıma kavramları üzerinden düşünmeye girişmek, yalnızca bir başlangıçtır. Deliliğin insan doğasıyla ilgili kıymetli anlayışlara eşlik etmesinin önünde duran engelleri anlamak için daha yapılacak çok fazla iş var. Sonuçları ne olursa olsun, bu sürecin başarı şansına sahip olması için, tutumumuzda bir değişiklik yapmamız lazım: İnsan doğasına ilişkin kıymetli anlayışlar (kimlik, kişilik, özerklik, toplumsallık ve rasyonellik anlayışlarımız) deliliğin ölçümden geçirildiği ve her zaman kusurlu bulunduğu bir kıstas olarak kabul edilemez. Söz konusu kavramlara ve bunların sınırlarına ilişkin kavrayışımızı sorgulamalı, aynı zamanda bu kavramlarda bilişin ve deneyimin delice formlarına yer olup olmayacağı sorusunu sormalıyız. Yola çıktığımız sorunun cevabını burada bulabiliriz: Delilik el değmemiş bir kusur mudur yoksa bir kıymete sahip olabilir mi?

 

Notlar

(1) Şizofreni gibi psikotik bozuklukların semptomlarını dindiren ilaçlar. (Çev.)

 

Orijinal Başlık: Madness
Yazar:Mohammed Abouelleil Rashed
Türkçeye Çeviren: Saniye Temiz
Editör: Kadir Gülen