Bu yazı, yazı sahibinin zaman zaman Münir Özkul’la ilgili bir şeyler yapmak istemesi nedeniyle yazılmış bir yazıdır. Bir yanıyla mecburi bir yanıyla keyfidir yani. Bunu, hiçbir zaman layığıyla yapabileceğini düşünmediği için sırtını Haldun Taner’e yaslayarak başlayacaktır.
Haldun Taner, Münir Özkul’u anlatmaya Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “insanın çocuklara yaklaştıkça sanatın özüne yaklaşma şansının arttığı” düşüncesinden hareketle başlar. “Münir’in her yaşta, her sınıf çocuğu kavraması bundandır” diyen Haldun Taner, Münir Özkul’a atıfla söylenen “O sekiz yaşında bir çocuktur. Onu öyle kabul edeceksiniz” cümlesinde, sanki Münir Özkul’un eşsiz oyunculuk biçiminin sırrını bulmuştur.
Münir Özkul’un, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunundaki Fasülyeciyan rolüne nasıl girdiğini adım adım izler. Münir Özkul, Haldun Taner’in oyunu yazdığı aylar boyunca Abant’tadır. Taner de sık sık Abant’a gider, metin üzerine konuşurlar. Özkul pek oralı gözükmez, uzun yürüyüşler yapar, dalar gider. Ancak oyunun prömiyerinde sahneye öyle bir şey çıkar ki Haldun Taner “Fasülyeciyan mezarından kalkıp gelse, Münir’in sunduğu bu oyuna bakıp, ‘Ben bunu olmak isteyip de olamamışım’ diye hayıflanabilirdi” diyecektir. Rolü en ince ayrıntılarına kadar tasarlayarak yazdığını düşünmüş ve fakat seyrettiği Fasülyeciyan yorumundan sonra Özkul’un role kattıklarını tarif etmekte müthiş zorlanmıştır.
Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız. Görüyorum hepiniz gardıroba koşmağa hazırlanıyorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamağa başlar.
Münir Özkul, bu tiradı, sanki kendi mezarının başında, kendine ağıt okur gibi oynamıştır. Sanki göçüp gitmiş sanatçıların arasında yerini hazırlamıştır. Sanki oynamıyor, oyunculuk dersi veriyordur. O gece salonda alkışın sonu gelmez, ağlayanlar ve seyir yerinden sahneye atlayarak Özkul’a sarılanlar olur. Haldun Taner meseleyi şöyle özetler:1Haldun Taner, “Sanat Dünyamızdan Portreler: Münir Özkul”, Milliyet Sanat, 10 Eylül 1996, s. 28.
Kendi yazdıklarımı bir daha okumaktan hiç hoşlanmamama karşın, bu tiradı on kere, yirmi kere, yüz kere dinleyebilirim bıkmadan, Münir onu bu kadar güzel yansıtıyor diye.
Biraz geriye gidelim şimdi. 1925 yılında Bakırköy’de doğar Münir Özkul. Derslerini hep pekiyi dereceyle bitiren iyi ve terbiyeli bir talebedir. “Aktörlük mikrobu”nu kanına Bakırköy Miltiyadi Sineması’nın sahibi Miltiyadi Efendi sokar. Sinemasına dönemin en iyi filmlerini getiren Miltiyadi, aynı zamanda çeşitli tiyatro kumpanyalarını da sinemasında konuk eder. Raşit Rıza, Ertuğrul, Sadi Tek, Naşit Bey, İsmail Dümbüllü ve Karakaş kumpanyaları Münir Özkul’un tiyatro illetine tümden yakalanmasına neden olur. Şöyle anlatır o zamanları:2Hamit Topgül, “Münir Özkul ve Sanatı”, AÜ DTCF Tiyatro Kürsüsü, 1979, Yayınlanmamış Lisans Tezi, s. 15.
Meşhur Ermeni aktörü Karakaş bir perde dram, bir perde komedi oynardı. Bir saat içinde, dramda ağlar, komedide gülerdik. Bir gece Karakaş oynuyordu, mevzu icabı tam gece yarısı sat on ikiyi vurunca Fantoma gelecek ve Kont rolündeki Karakaş’ı öldürecek. Salonda çıt yok, sinek uçsa duyulur. Tam bu sırada bir çalar saat ‘dan dan’ diye on ikiyi vurmaya başladı. Karakaş cebinden saati çıkarıp baktı. Bütün Bakırköy halkı da salonda nefeslerini tutmuş, dinliyor. O malum Ermeni şivesiyle ‘Acep saat kaçtır ki?’ diye kendi kendine sorunca, salonun arka tarafından meşhur Lotaryacı Mıgır yerinden kalkıp bağırdı. ‘Tamamı tamamına on bire çeyrek vardır!’ Bütün salon kahkahaları koyverdi. Karakaş Efendi burada rolünü bıraktı, ayağa kalktı, sahnenin önüne geldi: ‘Muhterem Hazirun, biz burada gayet ciddi bir dram oynoruz. Şimdi gülmeyelim. Bu dramın hitamında bir perdelik komedimiz vardır. Orda hep beraber güleriz’ dedi. Ben bütün bu aktörleri seyrettim. Bu kadar büyük insanı bir arada görmek ve seyretmek tiyatro merakımın başlangıcı oldu.
Bu tiyatro aşkı, ailesinin sert ve kesin karşı çıkışına, altı okul değiştirerek liseyi yedi senede bitirmesine ve yarım bırakılmış iki fakülteye mâl olur. On beş senelik okul hayatında sıkılgan mizacı yüzünden hiç derse kalkmayan Özkul, bir daha kimsenin inmesini istemeyeceği tiyatro sahnesine ilk kez 1941 yılında Bakırköy Halkevi’nde, hoş bir rastlantı eseri Mahçuplar isimli bir oyunla çıkar. Kulağına fısıldanan “Tiyatro babanızın evidir, o kadar tabii ve samimi olun!” öğüdünü tüm tiyatro yaşamında ezberde tuttuğu bir oyunculuk üslubuna dönüştürür. Sadık Şendil’in çırağına verdiği bu usta öğüdü Münir Özkul’la anılan bir oyunculuk biçiminin; sahiciliğin, yalınlığın ve süssüzlüğün çıkış noktası olur. Amatör oyunculuk serüvenine Bakırköy Halkevi’ndeki oyunlarla devam eder. Sıkılganlığı, çekingenliği, mahcupluğu bakidir, dolayısıyla profesyonel tiyatro yaşantısına geçişi sancılı olacaktır:3Aynı, s. 8.
Şimdi de nasıl profesyonel olabileceğimin bunalımına düşmüştüm. Bu sıkılganlığımla nasıl iş arayacaktım? Nasıl iş isteyecektim? Tanımadığım insanlarla, yabancı bir çevrede nasıl oynayabilirdim? Bütün bunlar bana göre, benim için imkânsız şeylerdi. Herhalde ben ömür boyu profesyonel bir oyuncu olamayacaktım. Sadık Şendil beni Ses Tiyatrosu’na önermiş, çağırdılar. Zaten çağırmasalar gidemezdim.
Çıraklık dönemini Ses Tiyatrosu’nda tamamlayan Münir Özkul, şeytan tüylü, sempatik ve sahneyi ısıtan sevimli bir oyuncudan çok daha fazlası olduğunu Muhsin Ertuğrul’un Küçük Sahne’sinde çıktığı Karakol oyununda gösterir. Bu dönemdeki en unutulmaz başarısı Arpa Ambarı’ndaki Auguste rolüyle gelir. Heyecan Başaran’la birlikte oynadıkları oyunun, özellikle ikinci perdesi hafızalara kazınan bir tiyatro yaşantısı sunar seyirciye. Daha sonra Şehir Tiyatrosu’na ve Devlet Tiyatrosu’na geçer. Kendi adına kurduğu Bulvar Tiyatrosu batar ve karanlık geçecek beş yıllık bir süreç başlar. Uzun tedavilerden sonra bu toz bulutundan çıkacak, başkası için maraz sayılabilecek sıkıntıları bir aktör için verimli bir alana çevirmeye çabalayacaktır. Yaşadığı sıkıntılı süreçte zedelenen belleğinin ezber yapmayı zorlaştırması, bu dönemde sinemaya kayışının nedenlerinden biri olarak gösterilir.
Sinema, Münir Özkul’a tiyatrodan daha yaygın ve çabuk bir ün getirir. Dönem sinemasındaki rolleriyle unutulmaz kompozisyonlar çizer. Mahmut Hoca’yı ya da Yaşar Usta’yı anmadan sinemamızdan söz açmak hem yazının sahibi hem sinema tarihi hem de bir kuşak için olanaksızdır. Sinemamızda işçi filmlerinin sayıca azlığı ve iyi niyetle çekilen, halktan yana olduğu için sahiplenilen, sevilen birçok filmin de sinema sanatının ölçütlerinden yoksun olduğu meselesi sinema tarihçilerinin hep gündeminde olan bir konudur. Bu ve benzeri saptamalardan, tartışmalardan, sinemasal ölçütlerden azade; Münir Özkul’un, Yaşar Usta karakteriyle sinemamızın en sahici, en inandırıcı işçi profilini çizdiğini düşünüyorum. Bizim Aile çekildiği ve gösterildiği zamandan bu yana geçen neredeyse elli yıl içinde, seyircide yarattığı etkiyi kaybetmek bir tarafa ortak bilinçaltımıza kazınır. Geniş kitlelerce defalarca seyredilen, neredeyse tüm sahneleri ezbere bilinen, tüm replikleri oyunculardan önce söylenen ve dolayısıyla kendi seyredilme biçimini yaratmış buralı bir filmin buralı işçisi, birkaç kuşağı aynı tanıdık bağlarla kucaklamayı başarır. Filmin, bir tür samimiyet çağı masalı olmanın ötesine taşıyan güçlü bir emek vurgusu damarı vardır. Evlilik bağıyla bir arada yaşamak zorunda kalan çocuklar, kardeş olmak için karındaş olmak gerekmediğini ancak karşılıklı emek verdiklerinde öğrenirler. Küçük Tuncay’ın ağzından “anne” sözcüğünü döktüren Melek Hanım’ın emeğidir. Alev ve Ferit’in aşkını “zengin kız fakir oğlan” klişesinden kurtaran da verdikleri emektir. Yaşar Usta’yı Türkiye sinemasının unutulmaz işçisi yapan, patronun karşısında dimdik konuşturan, emeğinden aldığı güçten, yaratmanın gücünden başka bir şey değildir. E filmin 1976 yılında Taşkent Film Festivali’nde Özbekistan İşçi Konfederasyonu’nun özel ödülünü kazanması da tesadüf değildir zaten.4Bizim Aile. Yönetmen: Ergin Orbey, 1975.
Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun? Bir hiç. Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma. Dokunma oğluma. Dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile.
Ben Münir Özkul’un, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyununda Fasülyeciyan karakteriyle tiyatro seyircisine yaptığı şeyin aynısını, Bizim Aile filminde Yaşar Usta karakteriyle yaptığını düşünüyorum. Tiyatro seyircisinin yaptığını yapamıyoruz, yerimizden fırlayıp televizyonun içinden geçip Münir Özkul’a sarılamıyoruz sadece.
En dibe, en öze, en kılçığa inersek Münir Özkul bir halk komiğidir. İsmail Dümbüllü bunu hemen fark eder, onu halefi olarak görür, kavuğunu “Sen kitaplı tiyatrodan geldin. Bu bilmediğin bir tarz. Ne sağır köşe biliyorsun, ne cömert yer. Dal düz giriyorsun da, yine kıvırıp altından kalkabiliyorsun”5Münir Özkul, “Kitapsız Tiyatrodan Kitaplı Tiyatroya”, Tiyatro ’79, sayı: 46, s. 25. diyerek Münir Özkul’a devreder. Yıllar sonra kavuğu devralan Ferhan Şensoy, ustasından öğrendiği oyunbazlığı şöyle aktarır:6Ferhan Şensoy, Eşeğin Fikri, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2005, s. 64.
Münir Özkul’la ilk çalışmamızda, sahneye çıktığımız gün, ona reji vermeye utandığım için, öyle seyrettim sahneyi. Birkaç gün sonra Münir Usta’ya ‘Bu sahneye biraz mizansen yapsak!’ dediğimde bana gülerek; ‘Ne mizanseni yahu, ben böyle geçince, sen şuraya geçicen… Sonra ben öyle geçicem, sen böyle geçicen!’ Öyle kalakalmıştım. Dikkatimi çeken başka bir şey, sen onu nereye sürüklemek istersen iste, Münir Usta sahnenin belirli bir noktasına gidip esprisini orda patlatmak huyunda. Ona başka bir köşeye gitmesi önerildiğinde; ‘Olur mu! Orası sağır köşe! Burası cömert köşe!’ diyor. Ben ondan öğrendim, sahnede neresi cömerttir, hangi noktalar kördür, sağırdır. Ona da Dümbüllü öğretmiş.
Mecburi ve keyfi yazılmış bu yazıyı herkesin bir Münir Özkul’u vardır diyerek bitireyim. Herkesin bir Münir Özkul’u vardır. Kimininki bir efsane aktör, kimininki büyük bir halk komiği, kimininki sekiz yaşında bir çocuktur.
Notlar
(1) Haldun Taner, “Sanat Dünyamızdan Portreler: Münir Özkul”, Milliyet Sanat, 10 Eylül 1996, s. 28.
(2) Hamit Topgül, “Münir Özkul ve Sanatı”, AÜ DTCF Tiyatro Kürsüsü, 1979, Yayınlanmamış Lisans Tezi, s. 15.
(3) Aynı, s. 8.
(4) Bizim Aile. Yönetmen: Ergin Orbey, 1975.
(5) Münir Özkul, “Kitapsız Tiyatrodan Kitaplı Tiyatroya”, Tiyatro ’79, sayı: 46, s. 25.
(6) Ferhan Şensoy, Eşeğin Fikri, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2005, s. 64.
Editör: Bekir Demir