“Yanılgı alanı bundan böyle herhangi bir anlam (ya da yorum) taşımadığında, emin olunabilecek tek şey, o şeyin bilinçdışının alanına ait olduğudur. Tek bilinebilir şey budur.
Ama kişinin kendini bu yanılgı alanının dışında bulabilmesi için yalnızca bilinçdışı gerçeğinin farkında olması gerekir. Orada, bahsedilen yanılgı alanının dışında, bu bilinçdışını destekleyen hiçbir dostluk bağı (friendship) yoktur.
Elimden gelen tek şey hakikati dile getirmektir. Yoo, tam olarak öyle değil; hakikati ıskaladım. Bilinçli düşünülürken yalan söylemeyen hiçbir hakikat yoktur.”1Lacan, J. Preface to the English-Language Edition (1976), Seminar of Jacques Lacan Book XI: The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, 1964. Trans. Alan Sheridan. London: Hogarth Press and Institute of Psycho-Analysis, 1977. p. vii.
Lacanian Rewiev Online2Gilat, Y. If a Tree Were to Fall on an Island Where There Was No Psychoanalyst: On the Ethical Status of Sound. May 25th, 2022. Lacanian Review Online, No. 346. dergisinde daha önce yayımlanmış olan bir yazıda, bilinçdışının etik statüsünün, ses ile kurulacak bir benzetme sayesinde algılanabileceği iddia edilmişti ve temelde ileri sürülen tez şuydu: Ses doğada nesnel olarak var olmaz; daha ziyade, hava dalgalarının kulak zarına çarpması ve bunu takiben beynin işitsel korteksinde neticelenen nörolojik bir dalgadan kaynaklı öznel bir algılama edimidir ses aslında. Evren tam anlamıyla sessiz ve gürültüsüzdür; nitekim hava dolaşımı yoluyla iletilen mesajı işleyecek herhangi bir işitme mekanizması mevcut değilse, tezahür edecek hiçbir ses de olmayacaktır. Yazıda bir benzerlik ortaya konmuştu: Analizanın konuşmasına kulak kabartacak bir psikanalist mevcut değilse, tezahür edecek bir bilinçdışı da olmayacaktır.
Doğanın nesnel bakımdan bütünüyle sessiz olduğu kabulünün ardından, doğanın aynı zamanda bütün yönleriyle tastamam renksiz olduğu konusunda ısrar ederek yol almak akla yatkındır. Evrende nesnel olarak varolan hiçbir renk yoktur. Hiçbir renk hem de! Bilakis görsel bir fenomenin biçimini almış değil, daha ziyade enerji ya da madde ya da her ikisinin biçimini almış bir ışık fenomeni vardır yalnızca. Aslında, seste söz konusu olanla aynı şekilde renkte de olan biten yalnızca görme yeteneği sayesinde algılanan ışığın bir etkisidir. Kendi çağımızda kavradığımız hâliyle ışık, hem parçacık hem de dalga olarak tarif edilebilir. Dalga formundaki ışık, çeşitli dalga boylarını taşır ve böylece farklı dalga boylarına sahip olan ışık gözün retinasında bulunan fotoreseptörlere ulaştığı zaman, ayrıca beynin görsel korteksinde son bulan nörolojik bir dalgayla neticelenmiş olur. Farklı dalga boylarına sahip olan ışık gerçekte farklı türden renklerin öznel bir algısına denk gelir ya da bu algıyla sonuçlanır.
Ne var ki, ses ve renk ya da sessizlik ve renksizlik, bu açıdan benzer bir güçlük doğurmaz. Aslına bakılırsa, sessiz bir ortam deneyimini zihnimizde kolaylıkla kavrayabiliriz. Bunun nedeni, sessizlik deneyiminin hatta mutlak sessizliğin bile bize yabancı olmamasıdır. Gelgelelim, renksiz bir ortam deneyimi, bizim açımızdan kategorik olarak hayal edilebilir değildir. Renksiz bir ortamı düşünmemiz istendiğinde, tıpkı televizyon yayıncılığının renkli ekrana geçişinden önceki bir zamandaki gibi, ilk etapta ancak siyah beyaz bir evren hayal edebiliriz. Gerçi siyah da beyaz da gerçek renklerdir ama renksiz bir evren ne siyah beyazdır ne gridir ne de saydamdır. O hâlde, ne renktir? Sorunun yanıtı şudur: Renksiz bir evren tasavvuru her ne koşulda olursa olsun bizim için tam anlamıyla olanaksızdır. Jacques Lacan’ın evreni kafasında kurguladığı hâliyle gerçeğin kesin tanımı, tam da bu olanaksızlıktır. Gerçek, bizim açımızdan kavranması imkânsız olandır; konuşan varlıklar olarak erişimimizin bütünüyle ötesindedir. Etrafımızı saran nesneler ancak onların dış görünüşlerinden yayılan ışığın retinamıza çarpmasını olanaklı kılan bakışlarımızı kendilerine çevirdiğimiz zaman renklilik kazanırlar. Bakışlarımızı çevirdiğimiz anda aslında nesnelerin gerçek doğasını âdeta gözden kaçırıp onları gerçekten de renklilermiş gibi algılamamıza neden olan ışık bizi kör ediyordur fakat bu yalanın dik alasıdır. Ne zaman nesnelere şöyle bir göz gezdirsek, kendimizi gerçeğin dışında buluruz.
Demek ki ses benzetmesi bilinçdışının etik statüsüne işaret ediyorken, biraz önce tarif edilen renk benzetmesi ise algıdan ve simgeselleştirmeden kaçan, kendisine anlam (ya da yorum) kazandıran gösterenlerden mahrum ve kavranamayan gerçek3Lacan, J. Preface to the English-Language Edition (1976), Seminar of Jacques Lacan Book XI: The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, 1964. Trans. Alan Sheridan. London: Hogarth Press and Institute of Psycho-Analysis, 1977. p. vii. (olanaksızlık olarak gerçek4Lacan, J. The Third. The Lacanian Review, No. 07, 2019, p. 89.) sıfatıyla bilinçdışına göndermede bulunuyordur. Renksiz bir evren, gösterenin bütün anlamından mahrum bırakılıp maddi biçimine terk edilmesine, düşler okyanusuna ve matematikteki √-1’ e karşılık gelen bir hipotezdir. Renksiz bir evren, gerçek bilinçdışına dair herhangi bir kavrayışın, idrakin ve algılama biçiminin olanaksızlığına karşılık gelir. İnsan kendisini her zaman bilinçdışının sınırları ötesinde bulacaktır. Rüyalar, espriler, dil sürçmeleri ve gündelik yaşamdaki diğer psikopatolojiler yalnızca bilinçdışının birer oluşumudur ama bunlar bilinçdışının kendisi değildir. Bu psikopatolojiler basitçe bilinçdışının izleridir; yalnızca onun tevatürleridir; bilinçdışı namına iş gören hayaletlerdir ve bilinçdışının âdeta kendisini görebilelim diye birdenbire bizim için renklere bürünmesi gibi, önümüzde aşikârlık kazanırlar. Aslına bakılırsa gösterenler konuşan varlığın evrenini “renklendirirler” ama yanılgının alanını renklendiren şey esas itibarıyla tam da hiçliğin kendisidir.