Yakın zamanlarda verdiği bir röportajda, Jacques Alain Miller’a şöyle bir soru yöneltilmişti: Psikanalizin aşk hakkında bize öğrettiği bir şeyler var mı? Miller soruya şöyle yanıt vermişti:
Çok şey var, çünkü kökeninde aşkın yattığı bir deneyimdir psikanaliz. Analizanın psikanaliste taşıdığı kendiliğinden ve çoğunlukla bilinçdışı olan aşkla ilgili bir durumdur ve buna aktarım (transference) adı verilir. Sahte bir aşktır bu ama gerçek aşkla aynı kumaştan yapılmıştır. Aşkın tertiplenişine ışık tutan şeydir aktarım: Aşk ise sizin en içteki gerçekliğinizi bildiğini sandığınız kişiye hitap eder (Miller, 2008).
O hâlde ben bu makalede, Lacancı psikanalistin en içteki gerçekliğe dönük bu hitap biçiminin aşkın bizzat kendisi olduğunu ileri süreceğim.
Lacan için “aşk nedir” öyleyse? Ben Lacan açısından aşkın temelde etik bir mesele olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla esas soru şudur: “Etik nedir?” Bu Sokratik soruların gündeme getirilmesi durumunda, etimolojik açıdan koşuşacaksak, bilgi sevgisinin alanı olan felsefenin sahasından uzak durulamaz. Sokrates’e göre gerçek bilgi, Delfi tapınağında yazan şu özdeyişle başlar: “Kendini tanı!” Herhangi bir şeyi bilmek isteyen felsefe, hayreti deneyimleyip sorular soran öznel “Ben”den hareket eder. Felsefenin sorduğu temel sorular ise şunlardır: “Ben kimim?” ve “Kim olduğumu nasıl bilebilirim?”. “Etik nedir?” ve “Aşk nedir?” gibi sorular, klasik olarak, ontolojik ve epistemolojik soruların ardından gelir.
Lacan’a göre etik, Aristoteles ile Freud arasındaki mesafede, rasyonel bilgi ile bilinçdışı arzu arasındaki mesafede ortaya çıkar. Aristoteles etiği, iyi alışkanlıkların geliştirilmesi noktasında, insani aklın yetilerine ayrıcalık tanır. Lacan şuna dikkat çeker: Aristoteles’te etik “alışkanlıklar, eğitim ve öğretim” bilimine dayalı olarak geliştirilir (Lacan, 1992, 314). Aristoteles’in akla yatkın bir etiğin esas zembereği olarak rasyonel tefekküre beslediği güvenin aksine, Lacan Freud’un bilinçdışını keşfine başvurur ve etik bir yaşamın kaynağı olarak arzu alanına imtiyaz tanır. Lacan Ethics of Psychoanalysis’de (Psikanalizin Etiği) şu konuda nettir: “Rasyonel bilgi sorununu önceleyen etik, ruhunuzdaki arzuya uygun biçimde yaşama faaliyetidir” (Lacan 1992: böl. 14).
Lacan’ın psikanalizin etiğiyle ilgili kalem oynattığı dönemde, filozof Emmanuel Levinas da etiğin epistemoloji karşısındaki önceliği konusunda ısrarcıydı. Ben, Levinas’ın etik felsefesini Lacan’ın etik teorisiyle birlikte düşünmenin yararlı olduğunu düşünüyorum. Varlığın bilgisini öncelikli kılmaktansa, etiği insan deneyiminin can evine yerleştirir Levinas. Benzer şekilde, Lacan için de arzuyla ilgili olan etik rütbece bilgiden daha üstündür. Arzunun işleyiş biçimleri konusunda Levinas’tan farklı biçimde akıl yürütse de, her iki filozofun da arzuyu etikle ilişkisi açısından kavramsallaştırması birbirine benzerdir; öyle ki Levinas arzunun Ötekine duyulan arzu olduğu ve ihtiyaçtan farklı olarak arzunun hiçbir zaman tatmin edilemeyeceğini ileri sürer. Üstelik çok daha anlamlı biçimde Levinas, arzunun bizzat arzunun cisimleşmesi olan dil ile kurduğu temel ilişki bünyesinde var olan bölünmüş varlığın tekilliği noktasında nasıl gerçeklik kazandığını gösterir. Açıkçası bu fikir, öznelliğin üretiminin mutlak koşulu olarak arzuyu bireyin dilin simgesel düzenine girişi üzerinden koyutlayan Lacan’ın teorisine yakındır (Lacan 1977: 265).
Kısacası Levinas’a göre etik, sorumluluk arzusuna, yani öznenin “ötekine karşılık verme becerisine” dayanır. Sorumluluk ise ben/öteki ilişkisindeki özdeşlikten (identity) ziyade bir başkalık (alterity) ilişkisi olarak tanımlanmıştır. Etik benlik, diğer insana bir öteki olarak, kendisinden başka biri olarak yaklaşır. Levinas’ın tekillik kavramıyla birleşen başkasından ayrılmış olma fikri, onun etik kavrayışı açısından can alıcıdır. Levinas şunu savunur: Etik ancak “Ben”in ötekilerden ayrıldığı noktaya istinaden ötekinin öteki olmasıyla mümkündür, ki burada “Ben” kendini diğerlerinden farklılaştırabilir ve böylece kendi şahsi tekilliğinde diğerlerinden ayrılabilir (Levinas 1979: 36). Bir başkalık ilişkisinin sürdürülebileceğini ancak bu şekilde tahayyül edebiliriz ki bu sayede öteki benden radikal bir biçimde farklıdır.
Keza Lacan her bir varlığın tikelliğinin zorunlu olduğunu da vurgular. Fakat Lacan’da tikellik, “gerçek” (reel) ile ilgili bir şeyi, öznenin konformizminden paçayı kurtaran bir şeyi dışavurur; hâlihazırda bireysel öznenin her zaman bölünmüş bir özne olarak tartışmaya kapalı olan ayırt edici özelliğini.
Ben Levinas’ın etik fenomenolojisinin felsefeyi alıp Lacan’ın psikanalitik aşk etiği kavrayışına kadar götürebileceğini düşünüyorum. Ama her şeyi hesaba katarsak, aktarım aşkı sayesinde felsefenin ötesine geçip etik pratiğin nihai noktasına ulaşan şey, klinik psikanaliz pratiğidir. Lacan, psikanalizin ortaya çıkışıyla birlikte, yepyeni türde bir aşkın varlık kazandığını ilan etmişti: Aktarım aşkı olarak gerçek aşk (Lacan 1997: 123).
Aktarımın kurucu ilkesi bildiği varsayılan öznedir: analistin öznenin “gerçek hakikatini” bilebileceği ilkesi. Miller’ın aşk hakkında dile getirdiği gibi: “Şu soruya gerçek bir yanıt veren insana âşık oluruz: ‘Ben kimim?’” (Miller 2008). Bununla birlikte psikanaliz bilgi konusu olmayan, bilinçdışı bir bilgiye işaret eder. Lacan, konuşan varlığın jouissance’ı tarafından sınırlandırılmış olduğu kabul edilmeden, bilgi diye bir şeyin gerçekte söz konusu olmadığını ileri sürmüştür. Aslına bakılırsa “bilgi bir gizemdir”; bilinçdışının bize takdim ettiği bir gizem (Lacan 1998: 126).
Lacan’a göre psikanaliz her şeyden önce etiktir, zira aralıksız arzu noktasında tikel varlığın anlaşılması güç arzusuna gerçek bir alan tahsis eder (Lacan 1992: 309). Üstelik Lacan daha sonraki süreçte arzuyla ilişkili olarak çok daha fazlasına işaret eden dürtü, das ding (Şey), gerçek, temel fantezi, sinthome ve jouissance’tan kaynaklı keyfe daha fazla vurgu yapar; öyle ki öznenin kendi içsel yaşantısıyla yüz yüze gelmesi noktasında deneyimlenen (gerçeğin) yarattığı ıstıraplı kedere alan sağlayan şey, psikanalitik pratiktir (Lacan 1992: 304). Bunun nedeni, psikanalizin aktarım aşkı aracılığıyla iş görmesidir. Felsefenin bilgelik aşkı olduğu yerde psikanaliz bu bilgeliği aşkın hizmetine koşuyordur.
Lacan’ın denemelerinde, birbirlerinden ayrılması gereken iki temel aşk biçimi olduğunu düşünüyorum ben: cinsiyetlendirişmiş narsistik aşk ve yüceltilmiş gerçek aşk. Lacan erken dönemli denemelerinde aşkı öncelikli olarak narsistik yapı taşıyan bir işlev olarak idrak etmişti: arzulanma arzusu (Lacan 1977a: 186). Narsistik aşkın doğası hakkında şunları dile getirmişti: “Bütün mesele, aşk nesnesinin arzu nesnesininkine benzer bir rolü hangi yoldan oynayabileceğini keşfetmektir” (Lacan 1977: 186).
Lacan ve kendisinden önce gelen Freud, bütün taleplerin sevgiye dönük talepler olduğunu düşünüyordu. Lacan’ın altını çizdiği şey, talebin ardında yatan şeyin arzu olduğudur. Arzu talebin ötesinde varlığa geldiği için, talebin hedeflediği şey gerçekte Ötekidir. Arzuyu eksikliğini doyurma talebiyle karıştıran özne aynı zamanda gerçek bir ötekiyi büyük harfli Ötekiyle karıştırır. Nitekim Ötekine duyulan arzu ötekilere yöneltilen bir talep olarak yansıtılır. Dolayısıyla Ötekindeki eksikliği görünmez kılan âşık ötekini bir tıkaç olarak kullanır.
Bu açıdan bakıldığında, aşk talebi, “aşkın bir kanıtına dönüştürülerek bahşedilebilecek her şeyin kendine özgülüğünü iptal eder” (Lacan 1977: 286). O hâlde varlık, aşka dönük talebinin bozguna uğrayışına indirgenmiştir ve bu aslında etik dışı bir durumdur. Âşık olduğunu sanan narsist özne gerçekte ötekinden nefret edip onu yok ediyordur. Lacan bu durumu şu şekilde ifade etmişti: “Seni seviyorum ama açıklanamaz biçimde sendeki bir şeyi –objet petit a (küçük a nesnesi)– senden de çok sevdiğim için seni sakatlıyorum” (Lacan, 1977, 263).
Dolayısıyla “aynada yansıyan bir serap olarak” bu biçimiyle aşk “özünde yanıltıcıdır” (Lacan 1977: 253). Aşk yanıltıcıdır çünkü sevilme talebinde bulunan ya da sevgi bahşettiğini sanan özne gerçekte sevgiye dönük talebin boşluğu bünyesinde faaliyet gösteren şeyin arzu olduğunu anlamakta başarısız olur. Bununla birlikte âşık, kendisini nasıl görmek istiyorsa ötekinin de onu öyle görmesi için sever. Dolayısıyla Lacan’a göre, bizim çoğu durumda aşk adını verdiğimiz şey, aslında bir tür bilgisizlik ve aynı zamanda nefrettir (Lacan 1977: 263).
Bence Lacan burada, tıpkı kendisinden önce gelen Freud gibi, saraylı ya da romantik aşka –cinsiyetlendirilmiş aşka– göndermede bulunuyor. Lacan daha sonraki çalışmalarında cinsel ilişki diye bir şeyin olmadığını açıkça ortaya koyar. Daha ziyade romantik aşk, cinsiyetler arasındaki ilişkinin imkânsızlığının yarattığı boşluğu dolduran bir seraptır. Dahası romantik aşkta gerçek biri yoktur; gerçek birine ihtiyaç da yoktur; gerekli olan tek şey yalnızca bir imgenin varlığıdır (Salecl 1994: 19).
Hem romantik aşkın hem de felsefi aşkın ötesine geçen Lacan, aşkın psikolojisinin ancak Freud ile birlikte gerçek anlamda idrak edilebildiği iddiasını ortaya koymuştu. Freud’un aşk incelemesi, kendisinden önce gelenlerin son derece sefil başarısızlıklarının çok çok ötesine geçmişti zira Freud aşkı dürtü düzleminde temellendirmişti (Lacan 1977: 191). Psikanaliz hem aşkın ne kadar etik bir mesele hem de etikten daha kapsamlı bir mesele olduğunu gösterir ve kaynağının dürtüde iş başında olan aktarım sayesinde keşfedilebileceğini açığa vurur.
Freud bireyin psikanaliz özelinde yepyeni bir aşk biçimini keşfettiğini dile getirmişti: ötekiler karşısında kendine duyulan özsaygı. Şunu öne sürmüştü Freud: “Analitik tedavi sürecinde ortaya çıkan âşık olma hâli, hakiki bir aşkın karakteristik yapısına sahiptir” (Freud 2001 [1915]: 168). Freud burada aktarım aşkına göndermede bulunur ki bu aşk sayesinde özne “başka türlü gücünün ötesine geçecek olan şeyleri” başarır (Freud 2001 [1938]: 39). “Gerçek” aşk kavramını ele aldığı “Observations on Transference Love”da (Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler) Freud net bir biçimde narsistik aşkın ötesine geçen bir aşka göndermede bulunur. Aktarım aşkının tutturduğu istikamet gerçek aşktır ve bu aşkın “gerçek yaşamda hiçbir modeli yoktur” (Freud 2001 [1915]: 166).
Freud’un gözlemlerini daha da geliştiren Lacan şunu ileri sürer: Aktarım aşkı olarak gerçek aşk, özneye kendisini sevgiye değer gördüğü durum ile kendisini eksiklik tarafından belirlenmiş olarak görebileceği durum arasına mesafe koyma fırsatı bahşeder. Bu nedenle aktarım, sevgiye dönük talebi arzudan ayırmaya imkân tanıyan şeydir. Lacan’ın da dile getirdiği gibi, ötekinin aşkınlığına imkân tanımayan ve kendini “öteki vasıtasıyla” sevme durumu ile “dürtünün döngüselliği” vasıtasıyla sevme durumu arasında radikal bir ayrım söz konusudur, ki “bu döngüsellikteki geliş gidişin heterojenliği ikisi arasında bir boşluk ortaya koyar” (Lacan 1977: 194).
Lacan ilk etapta aşkı ego idealinin tözünü oluşturan narsistik imge açısından tanımlar ki burası öznenin kendisini arzu edilebilir şekilde görmek istediği yerdir. Öteki, romantik aşkta, ideal egonun pozisyonuna yerleştirilmiştir. Benin kusursuzluğa ulaşma arzusu nedeniyle sevilir öteki (Salecl 1994: 19). Fakat geç dönem Lacan açısından gerçek aşk, idealin ötesine geçip gerçeğe doğru ilerler. Aşk nesnesine yönelen narsistik ilişkinin ötesine geçen Lacan, geç dönem çalışmalarında, öznedeki gerçek, travmatik nesneyle karşılaşmak zorunda olduğumuzu ortaya koyar. Böyle olunca da gerçek aşkın hedefi, gerçeğin çekirdeğidir. Psikanaliz pratiğinde üstesinden gelinen şey de budur.
Çağdaş Lacancı psikanalitik tedavi, her bir öznenin kendi gerçeğini keşfetmesi amacıyla, gerçeğin incelenmesine vakfedilmiştir. Fakat bu keşif ancak aktarım sayesinde gerçekleştirilir yine de. Aktarım, her türlü psikanalitik tedavinin itici gücüdür. Miller’ın da izah ettiği gibi:
Aktarım, tekerrürde iş başında olan gerçeğin işlevi temelinde ortaya çıkar. Tekerrürde gözden kaçırılmaya yazgılı olan şeyin… (daha sonra) aktarımda sahneye koyulduğu görülmektedir (Miller 2008).
Küçük a nesnesi ile karşılaşmanın yarattığı biteviye hayal kırıklığının adıdır tekerrür. Eksiklik “tekerrürün bizzat ıskalayarak ayak uydurduğu gerçeği uyandırdığı” zaman, “ortaya çıkan şey travmatik gerçek olacaktır” (Miller 2008). Bu gerçek jouissance olarak deneyimlenir. Demek ki jouissance’a erişimi mümkün kılan şey, aktarım aşkıdır.
Benim Lacan’ın yapıtı özelinde gönderme yaptığım ilk aşk biçimi, cinsel ilişkinin yarattığı kökensel travmadan kendini koruyarak eksikliği telafi etmeyi amaçlayan bir aşktır. Geç dönem Lacan’da işaret ettiğim ikinci aşk biçimi olarak gerçek aşk ise cinsel ilişkinin yarattığı travmatik eksiklik bünyesinde ortaya çıkan gerçeğin hareketini hedefler. Bununla birlikte, gerçek ile jouissance’ın yarattığı aşırı keyif birbirine bağlıdır (Reinhard 1994: 788). Bir aşk etiğinin zorunluluğunu şekillendiren şey de bu bağdır. Arzu nesnesinin ayırt edici imgesel ve simgesel nitelikleri yok edildiği zaman nesneden geriye kalan şeydir aşk etiği (Salecl 1994: 6). Ötekinin öteki olarak, benden farklı bir etik mizaç olarak –her ne kadar gerçeğin yarattığı jouissance’ı kapsayacak kadar genişletilmiş etik bir mizaç olsa da– var olmasına izin veren bu aşk biçimi, cinsiyetlendirilmiş bir nesne olarak ötekinin bahsi geçen yanıltıcı özelliklerini feda eder.
Lacan “XX. Seminer”de, cinsiyetlendirilmiş ilişki ile ruhsal aşk arasındaki farkın altını çizer. Burada “insan sevdiğinde cinselliğin meseleyle bir alakası yoktur” diye belirtir (Lacan 1998: 25). Bilakis aşk bir varlığa, yani kendi varlığımıza ruhsal aşk olarak hitap eder (Lacan 1998: 84). Âşık ruh, varlıkla yüzleşme cesaretini ve sabrını elinde taşır. Lacan bize şu öğüdü verir: Ötekine gereken bağlılığı gösterebilmek için ilk önce kendi varlığımızı sevmemiz gerekir. “Kendi ruhumuzu sevmek.” “Seks burada hesaba katılmaz” (Lacan 1998: 84).
Kendi ruhumuzu sevmenin ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse kendi bilinçdışımızı sevmenin ötesine geçen Lacan kötü anlamda dillere düştüğü şekliyle aşkı kişinin sahip olduğu şeylerden hiçbirini vermesine bağlı olmayan bir şey olarak tarif eder. Aşk kendi eksikliğinin ayırdına varıp onu bir başkasına vermektir. Dolayısıyla aşk, ötekinin varlığına Hiçliğin bakış açısından yaklaşır. Aşkın bir başkası için neyin iyi olduğuna dair net bir amacı olmayan bir tavır olduğunu ileri sürerek bu iddiayı sınırlandırmak önemlidir; aşk diğerkâmlık ile aynı anlama gelmez. Lacan’a göre aşkını sunmak, ne ahlaki bir iyiyi ne de mal mülk sıfatıyla metaların sunulması demek değildir. Aşkını sunmak daha ziyade sahip olmadığınız, sizi aşan, bir şeye sahip olmanın ya da kendine hâkim olamamanın ötesine geçen bir başka şeyin –yüce bir aşkın– armağan verilmesiyle ilgilidir.
Lacan “XI. Seminer”in sonunda şunu dile getirmişti: “Bazılarına göre benim değerden düşürdüğüm aşk ancak, önce nesnesinden vazgeçtiği bu öte yerde ortaya çıkabilir” (Lacan 1977: 276). Yüceltim, etrafında dönüp durduğu ama hiçbir zaman ele geçiremediği ya da temas etmediği das Ding olarak travmatik nesnenin ötesine geçer. Kendisini gerçek –“eksiklik yaratan bir aşk” (Johnston 2005)– payesi verdiğiniz bir yok-nesne (no-thing) mertebesine yükseltmek dışında kısmi nesne olarak bu kayıp nesneye erişilmesi imkânsızdır.
Göstermiş olduğum gibi, Levinas etiğin bir sorumluluk meselesi olduğu konusunda son derece inatçıdır. Aynı inatçılık Lacan için de geçerlidir. Her iki filozofun da sorumluluğun şartı olarak keyfi (enjoyment) –sorumluluğun verdiği keyif değil, keyif olarak sorumluluk– ortaya koyduğu konusunda Reinhard ile hemfikirim (Reinhard 1994: 803). Yüceltim aşkı jouissance’ın keyfini çıkarır. Gerçekle travmatik biçimde karşılaşmaya bundan böyle kafa tutmayacak şekilde Simgesel düzene karşılık verme yeteneğine sahiptir. Bunun karşılığında joui-sense (anlamlandırmanın keyfi) hâlini alacaktır.
Lacan yüceltim aşkının hiçbir yerde psikanalitik ortamda ortaya çıktığı gibi çıkmadığı konusunda son derece dediğim dediktir. “Sınırsız aşk” mahallinin psikanaliz sayesinde varlığa geldiğini dile getirmiştir Lacan: “Sınırsız bir aşkın anlamı ancak burada ortaya çıkabilir çünkü yaşayabileceği tek yer olan yasanın sınırları dışındadır” (Lacan 1977: 276). Psikanalizde arzu bir Ötekiyle yani analistle kurulan ilişkide bir boşluğun oluşması yoluyla eski konumuna geri döndürülebilir. Analist acısı çekilecek ve keyif alınacak boşluğu armağan ederek sever.
Psikanalizde arzunun arzusuna tahammül etmek bireyin sorumluluğundadır ama gerçek aşkın gerçeklik kazanması bağlamında çok daha önemli olan hasta özneye eksiklikten doğduğu şekliyle kendi şahsi arzusunun deneyimini bahşetmekse analistin sorumluluğundadır (Lacan 1993: 300). Freud psikanalitik tedavinin tüm sorumluluğunun analistte olduğunu savunmuş, etik motivasyonlar ile teknik motivasyonları birleştirmenin analistin sorumluluğunda olduğunu dile getirmişti (Freud 2001 [1915]: 169).
Analiz sürecindeki özne sevgiye dönük talebiyle ilk etapta ancak bu talebi analiste aktararak meşgul olabilir. Fakat öznenin kendi arzusuyla bağlantı kurabilmesi için dürtünün sayesinde ortaya çıktığı boşluğu şevkle ve dikkatli bir biçimde muhafaza etmesi gereken kişi analisttir. Özne kendi şahsi varoluşunu eksiksiz biçimde yaşantıladığı hâliyle özgürce arzulayıp geri alabilsin diye, analist özneyle arasına mesafe koyarak ona aşk armağanını bahşeder.
Lacan analistin psikanalitik analize rehberlik etme arzusu taşıması gerektiği konusunda ısrarcıydı. Russell Grigg’in de açıkça belirttiği gibi, analiz edilen hastanın analiste duyduğu dinamik arzu, analistin etten kemikten kişiliğinden daha çok analistin göstereni olarak Ötekine atfedilir (Grigg 2008: 101). Analistin kendisi analiz sürecindeki özne açısından bir gizem olmayı sürdürür. Buna karşılık, fazlasıyla özgün bir arzu olarak analistin arzusu, analizden geçen kişi açısından analizin sona erişinin de nedenidir. Analizin amacı ayrılıktır (separation). Aktarımın ilk aşamasında öznenin bireysel fantazisi bir uçtan diğerine katedilir ve bildiği varsayılan özne olarak analist de idealleştirilmekten kurtarılır. Ayrılığın ikinci evresinde, öznenin saf dürtüsünü gün yüzüne çıkarmak amacıyla, aşkın imgesel tutarlılık yaratan etkisi ortadan kaldırılır. Bütün bir analiz boyunca, analistin hastası için arzuladığı şey, gerçeğin bu amacına ulaşmasıdır. Analist aktarım süresince, ana gösteren olarak reddedilebilsin ve en nihayetinde özne tarafından yası tutulabilsin diye, üzerinde detaylı biçimde çalıştığı şahsi arzusunu geride bırakmanın bir yolunu yaratır (Grigg 2008: 114).
Anlam alanını ve simgesel düzeni askıya alıp gerçeğin yarattığı travmaya müsamaha gösteren gerçek aşk sıfatıyla psikanalitik aşk, mutlak bir özgürlük eylemini barındırır bünyesinde. Psikanalizden geçen özne son derece özgün bir jouissance’a maruz kalır. Bu maruz kalış ancak öznenin aktarımının analistin arzusuyla buluşması sayesinde olanaklı olabilir. Öznedeki jouissance’tan sorumlu olan şey, ruhsal aşk sıfatıyla analistin arzusudur. Öznenin arzusunun jouissance payesini kazandığı düzeye erişmesini olanaklı kılmayı amaçlayan analistin etik aşka dönük eğilimi, aktarımı gerçeği hedefleyen bir aşk olarak yönlendirmek için, şahsi yanıt verme yeteneğinin ötesinde elinde bulundurduğu hiçbir şeyi sabredip karşı tarafa vermeme arzusunu içerir. Analistin katlandığı şey gerçeğin yarattığı jouissance’tır ve bu katlanış esnasında yüceltilmiş bir aşka tanıklık eder. Bu şekilde özne kendi şahsi varlığına ve kendi ruhuna dönük bir sevgiye maruz kalır.
Bu makaleyi psikanalitik aşkın Lacancı “biçimine” psikanalizin Tao’su olarak gönderme yaparak bitirmek istiyorum. Burada Eric Laurent’in izinden giderek kullanılan Tao sözcüğü, kişinin eşzamanlı olarak yaratıp dile getirebileceği, yani telaffuz edebileceği “yol” anlamına gelir (Laurent 2007: 43). Lacan, gerçeğin yarattığı boşluğun psikanaliz özelinde nasıl dile getirilebileceği meselesiyle ilgilenmişti. Güdümleyici zalim bir güç olarak gerçek bu şekliyle bilinemez elbette ama analistin gösterenin şifresini çözmesiyle birlikte, sözcüklerin anlamını boşaltan ve hastanın bilgiyle ilişkisini değiştiren özne açısından ön plana çıkan şey opak bir jouissance’tır.
Benim buradaki savım şudur: Psikanalizin Tao’sunu psikanalist sayesinde yürürlüğe konulur ve psikanalistin Tao’su “isimsiz olduğu ve var olan her şeye bizzat aynı ismi verebildiği sürece yolun, dolayımlayıcı boşluğun” kendisidir (Laurent, 2007, 42). Sonuçta, psikanalistin Tao’su, analizanın kendisini arzu ettiği yerde sabit tutmasıdır. Orada, arzuların sabit tutulduğu bu yerde ortaya çıkan şey, “bir arada durmayanları bir arada tutma tavrıdır” –gerçek ve anlam, söylemek ve yapmaktır (Laurent, 2007, 51). Bir çatlağın ya da kopukluğun söz konusu olduğu yerde, analist bilgiyi etkin olan dolayımlayıcı bir boşluğa dönüştürebilir. Hastanın bağrında yatan şey bu dolayımlayıcı boşluktur.
Psikanalitik aşkın Lacancı biçiminin yattığı yer işte burasıdır.
Kaynaklar
Freud, S. (2001 [1914]). On narcissism: an introduction. In J. Strachey (Trans.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud. Vol 14. London: Vintage, The Hogarth Press and the Institute of Psychoanalysis.
Freud, S. (2001 [1915]). Observations on transference love. SE. Vol. 12.
Freud, S. (2001 [1915]). Mourning and melancholia. SE. Vol. 14.
Freud, S. (2001 [1938]). An outline of psychoanalysis. SE. Vol. 23.
Grigg, R. (2008). Lacan, language and philosophy. Albany: SUNY Press.
Johnston, A. (2005). Nothing is not always no-one a voiding love. Filoaofski Vestnik. Xxvi. Number 2. 67-81.
Lacan, J. (1977 [1964]). The four fundamental concepts of psychoanalysis. J-A. Miller (Ed.), A. Sheridan (Trans.), Harmondsworth: Penguin.
Lacan, J. (1977). Ecrits: a selection. A. Sheridan (Trans.), London: Tavistock Publications.
Lacan, J. (1992 [1959–1960]. The ethics of psychoanalysis 1959-1960: the seminar of Jacques Lacan. Ed. Jacques Alain Miller. Trans. Dennis Porter. London: Tavistock/Routledge.
Lacan, J. (1998 [1972–1973]). Seminar XX. Encore. On feminine sexuality, the limits of love and knowledge. J-A. Miller (Ed.), B. Fink (Trans.), W.W. Norton, New York.
Laurent, E. (2007). The purloined letter and the tao of the psychoanalyst. in V. Voruz and B. Wolf (Eds.), The later Lacan: an introduction. Albany: SUNY Press.
Levinas, E. (1979). Totality and infinity: an essay on exteriority. A. Lingis (Trans.), The Hague: Martinus Nijhoff.
Miller, J.A. (2008.) On Love: interview with Hanna Wear. A. Price (Trans.), http://www.lacan.com/symptom/?page_id=263. Lacan.dot.com.
Reinhard, K. (1995). Kant with Sade, Lacan with Levinas. MLN, 110 765–808.
Salecl, R. (1994). Love: providence or despair. In Lacan and Love. New Formations. 23. Summer. 13-24.
Orijinal Başlık: Lacan’s Psychoanalytic Way of Love
Yazar: Grace Tarpey
Türkçeye Çeviren: Kadir Gülen
Editör: Bekir Demir