Giriş: Yeşil Vadi Geçildi, Direnenler Tarih Yazıyor
Sevgi Hazır
Feridüddin Attâr Mantıku’t-Tayr’da anlatıyor; kendilerini yönetebilecek bir padişah olarak gördükleri Simurg’u arayan binlerce kuş arasından Hüthüt’ün rehberliğinde yedi vadiyi geçmeyi göze alabilen otuz kuş, sonunda varacakları yere ulaştıklarında karşılarında yalnızca otuz kuşu, kendilerini görmüşlerdi. Simurg otuz kuştu, otuz kuş Simurg. Bugün bir kere daha, kendinden menkul bir kurtarıcıyı, Simurg’u ararken, Simurg’un kendileri olduğunu anlayan yüz binler kendi örgütlü ve kolektif gücünün farkına varmıştır.
Geleneksel siyasi anlatı toplumu, bir kurtarıcıyı, dönüşümü yukarıdan başlatacak bir öncüyü beklemeye itse de yurttaşı edilgen kılmayı, halkı siyasetin dışında bırakmayı hedefleyen bu anlatı; toplumsal itirazı her sansürleme hamlesinde daha kırılgan bir hale gelmiştir. İktidarın, sahibinin sesi medyası, üniversitelere yerleştirdiği ‘akademik’ sözcüleri ve sağın entelektüelleri aracılığıyla dört koldan inşa etmeye çalıştığı makul yurttaş, makul kadın, makul öğrenci tanımlarına sığmayan, meydanları dolduran binlerin mücadelesiyle bu temelsiz inşa girişimi çökmüştür. Yurttaş politik özne olarak siyaset arenasında varlık göstermiş, müdahale alanları açmaya başlamıştır.
Simurg artık aşkın bir hakikat, bir hedef değil, halkın kendi örgütlü varoluşudur.
Bu soruşturma dizisinde, Türkiye’den baktığımız haliyle halkın örgütlü varoluşunun ve geleneksel kurtarıcı mitinin yıkılışını Yunanistan, Sırbistan ve Endonezya örneklerini de inceleyerek bir pencere aralamayı hedefliyoruz. İrem Varol’dan “Barikat Aşıldı, Yol göründü: Ya Sonrası?” başlıklı yazıda Türkiye’de 19 Mart’tan bu yana gelişen olayları, Elifnaz Yüksel’in çevirisi ile Panagiotis Sotiris’ten Yunanistan’daki gençlik hareketini, Bilge Su Aksu’nun çevirisi ile Max Lane’den Endonezya’da yapılan “Karanlık Endonezya” protestolarına ve Elis Berber’in çevirdiği Iskra Krstić, András Juhász’ın yazısıyla Sırbistan’da öğrencilerin öncülüğünü üstlendiği toplumsal hareketleri inceleyeceğiz.
Tarih, Kimin Tarihi?
Tarihin doğru tarafında olmak… Sanki tarih öylece ilerleyen bir tren ve biz de doğru vagona binip içimizi ferahlatıyoruz; adaletin, eşitliğin, özgürlüğün tarafını tutarak ‘doğal’ olarak doğru tarafta oluyoruz. Bugün bu ifadeyi seçim kazanan politikacılardan, uluslararası STK’lardan, liberal yorumculardan, hatta devasa teknoloji şirketlerinden bile duyuyoruz. Herkes tarihin doğru tarafındaysa, yanlış nerede? Öyleyse, bu rahatlatıcı söylemi sorgulamak ve belki de neyi ifade ettiğini bugün sokaktaki direnişin ışığında tekrar ele almak gerekiyor. Eğer herkes kendisini tarihin doğru tarafına yazabiliyorsa, bu tarafın tarihsel, siyasal ve teorik içeriği nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Tarihin doğru tarafı gerçekten neresi ve kimler için? Eğer tarihin doğru tarafı varsa, o taraf kendiliğinden ortaya çıkan salt ahlaki bir konumlanış değil, üretim ilişkilerinin somut zemininde şekillenen sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Bu mücadelede yer almak, yalnızca “hak, hukuk, adalet” gibi değerleri ezberlemenin ötesinde aynı zamanda onları dönüştürmekle de ilgilidir. Çünkü mesele felsefeyi, tarihi, siyaseti anlamaktan öte onu değiştirmeye çalışmaksa; yüzbinlerce insan artık o siyasetin bir öznesi olarak, gerçek anlamıyla “yurttaş” olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Egemen sınıflar kendi meşruiyet hikâyelerini, imparatorluklar kendi zaferlerini, ulus devletler kendi kuruluş mitlerini kendileri yazmıştır. Varlığını meşrulaştıracak siyasal hat ve anlatı her ne ise o doğrultuda bir geçmişin inşa edilmesi denebilir belki buna. Ancak her tarih anlatısı, yazdıklarından ve yer verdiklerinden çok yer vermedikleri ile de değerlendirilmelidir. Tarih yazmak, yalnızca kronolojik bir sıralamayla birbirini takip eden olayları belgelemekten öte, politik bir eylem olarak ele alınmalıdır. Ders kitaplarında anlatılanların aksine; bizler için tarih, öylece geçmişte duran olaylar silsilesi değil; dinamik olarak toplumsal hafızamızda yer edinen, bugünle birlikte alanlarda öğrenilen, mücadeleyle şekillenen bir bütün. Tarihi kazananlar yazıyorsa, verilen mücadeleler de kendi kazanımlarını siyasi özne olan her bir yurttaşta somutlamış, kendi tarihini yazarken egemen ideolojinin ve hâkim sınıfın verdiği kâğıt kalemi değil; kendi halkıyla, sınıfıyla temas ettikleri alanları kullanmışlar demektir.
Yarınlar İçin Direnenler
Yalnızca ahlaki ve söylemsel bir üstünlük değildir doğru tarafta durmak ya da doğru tarafta duruyor olmak kendi başına onurlu yapmaz insanı. Tarihin akışını değiştirmeye aday olma iddiasıyla, yalnızca destekçi ya da desteklenen taraf olarak değil; halkın ihtiyacı olanı onun isteğine dönüştürme öncülüğünü ve sorumluluğunu yüklenen örgütlü politik bir hatla çizilir doğru tarafın çizgisi. Bugün sokakta olduğu gibi, baskılanan hafızayı gün yüzüne çıkaran politik müdahaleyi yapabilmek ve kendi sınıfını örgütlemek, tarihin doğru tarafında olmaktır.
Walter Benjamin tarihi, bir inşa faaliyetinin nesnesi olarak tanımlar; bu yapı ise “şimdi’nin zamanının” (Jetzzeit) doldurduğu alanda yükselir. Bu inşa faaliyetinin ve tarihsel bilginin öznesi ise aynı zamanda mücadelenin öznesidir. Dolayısıyla devrimciler, tarihi de tarihin öznesi olarak sınıfı da anlamak; tarihin çizgisini ise kendi hikayesini yalnızca tekrarlayarak meşrulaştıran burjuvanın ötesinde mücadelenin içinde özneleşmiş milyonlardan aldığı referansla çizmek zorundadır. Fransız İhtilali’nde, Paris Komünü’nde, 1908 Devrimi’nde, Bolşevik Devrimi’nde, 1968 kuşağının örgütlediği grev ve öğrenci direnişlerinde ve daha yakında Gezi’de özneleşen yurttaş, halkın iradesi, kolektif ve örgütlü mücadelenin kendisi tarihin taraflarını çizdi. Bunun sağlamasını şu şekilde yapabiliriz; yan yana direndiğimiz arkadaşlarımızın pek azı, Türkiye’de örgütlü mücadelenin en yaygın olduğu 1970’lerde iktidarda hangi partinin olduğunu biliyor, daha azı ise devrimcilere idam hükmü veren hakimlerin, savcıların ismini hatırlıyor. Kantinlerde, direniş alanlarında, sokaklarda ise hâlâ bu devrimcilerin ve ismini bilmediğimiz nicelerinin mücadelesi anılıyor.
Bugün de yan yana direndiğimiz her bir öğrenci, resmî tarih anlatısının sınırlarından dışarıya, temas ettikleri binlerce insan ile çıkmayı başarmış 68 kuşağından, işçi hareketinin önderlerinden, Gezi’de kaybettiklerimizden ve öte yandan kazandıklarımızdan öğreniyor tarihi. Bizim yazmakta olduğumuz tarih, kamusal mekâna, toplumsal hafızaya ve siyasete müdahale ediyor, buraya nüfuz ediyor ve bugünü dönüştürüyor. Artık Simurg’u arayanlar değiliz, bizler onu bulduk ve şimdi geride kalan herkese tek tek, gözlerini korkutan yedi vadiyi de Simurg’u da anlatacağız.
Geleceğe Bakıp Kendini Göremeyenler ve Arkasına Bakıp Geleceğe Yürüyenler
Son süreçte, mevcut iktidarın ise tanımı gereği en basit haliyle halkın iradesiyle seçilen bir yönetici olmak vasfını taşımadığı, keza artık yönetemediği, son on yılda tasfiye etmeye çalıştığı geniş muhalefet cephesine rağmen topyekûn iktidara el koyma girişiminin kendi kadroları içinde de siyasetsizleşmeye yol açtığı açıktır. Kendi tarihini de bugününü de meşru bir zemine oturtmak, iradesini temsil etmeye aday olduğu Türkiye halkları ile arasındaki ahlaki, politik ve ekonomik açıyı kapatmak için kitleler ile iletişim kurmak, elinde şiddet tekelini tutup bir yandan da yargı sopasını denetlenmeksizin kullanabilen böylesi bir iktidar için fuzulî bir hal almıştır. Dolayısıyla, bugün iktidar tarih yazmamakta, tutarlı olmak zorunda dahi olmayan bir geçmişi yalnızca tekrarlamaktan öteye de geçememektedir.
19 Mart’tan bu yana yaşananlar, bizleri tarih kitaplarından cımbızla ayıklamaya ant içmiş bir rejim tarafından siyasetten tasfiye edilmeye çalışan gençliğin kalemi kendi ellerine aldıklarını gösteriyor. Tarihin kırıldığı dönüm noktalarından birindeyiz; ‘bugünü’ kazanacağından emin olmasa da yarını için direnen –arkalarına bakıp ileriye, gelecek için yürüyen– despot bir iktidara teslim olmayı reddeden milyonlarla, bir memleketin yarınlarını satıp kendi günlerini kurtarmaya çalışanlar karşı karşıya geldiler. Yarını hem yaşayan hem de yaratan gençlik tam da bu sebepten tarihin her uğrağında dinamizminin ötesinde dönüştürücü bir güç olagelmiş; her ne kadar bugün “yarı-aydın” konumu tartışmalı olsa da iktidarın izlediği proleterleştirme politikaları bir açıdan ters tepmiş ve gençlik kendi sınıfıyla yan yan yana gelebilmiştir. Geçmişin nostaljisinden sıyrılmış ancak bunu da geçmişten öğrenmiş bir nesil olarak, gençlik hareketi içinde kampüsleri aşıp bir siyasi iradeyi sınıfıyla buluşturmak için dünden bugüne uzanan ve yarına uzanacak olan bir sürekliliği sağlamayı tarihsel bir sorumluluk olarak üstlenmiş olmamız, toplumsal cinsiyet eşitliği için ısrarımız, geleceksizlik ve güvencesizlik politikalarına karşı başkaldırıyor olmamız yalnızca kendiliğinden gelişen anlık tepkiler değil, bugünün ve yarının hegemonik tahayyülüne yaptığımız bir müdahale olarak yorumlanmalıdır. Gençliğin bu direngen ve müdahaleci hali, geniş halk kitlelerine karşı sorumluluğu olan her alandan aydın, gazeteci, sendika ve akademisyen tarafından da sahiplenildiğinde; kendimizden olan kadar olmayanla da yan yana yürüyebildiğimizde; kestirme yanıtlar ve ezber kalıplarla değil, devrimci bir refleks ile kendimizi anlattığımızda tarihin doğru tarafında daha da kalabalık şekilde yer alacağız. Gençliğin öncülüğünü üstlenip tarihe kendi rengini verdiği ve onu kendi dilince yazdığı bu günlerde, “aydın” sıfatına mazhar olduğunu iddia edenlerin ise söyledikleri kadar söylemedikleri de hafızalarda yerini alacaktır.
Yeni Normal: Örgütlü Mücadele
Mücadelenin yollarını ararken, öğrenciler, siyasetsizliği ve örgütsüzlüğü örgütlemeye çalışan bütün ideolojik ve zor aygıtlarına karşı farklı şekillerde on binlerce sıra arkadaşına ve yüz binlerce yurttaşa kendi ördükleri siyaseti ulaştırmayı başarıyor ve haklılığımız da tam olarak buradan geliyor. Edilgen değil, etkin politik özneler olarak öğrenciler birlikte direndikleri arkadaşları için de dönüştürücü bir rolü üstleniyorlar. Siyaseti seyretmiyor, yeri geldiğinde Hüthüt olup birbirimize rehberlik ediyor, siyaseti kendimiz örüyor ve kendimiz anlatıyoruz. Kampüslerde öğrencilerin öncü olarak verdikleri bu mücadele ise ancak süreklilik haline gelen bir mücadele formunda en somut ve en gerçek haline varabilir. Gençliğin kendisini yakın gördüğü, statükoyu temelinden sarsmayı hedefleyen, bu rejime karşı tek adamla veya üstün akılla değil her üyesinin bir akıl olduğu her türlü sendika, parti, dernek çatısı altında –ama mutlaka bir biçimde– örgütlenmesi, iktidarın korktuğu bu haysiyet mücadelesinin ‘yeni normal’ haline geldiği bir tabloyu yaratacak; öğrencilerin, kampüslerin de ötesinde medya, polis ve iktidarın ablukasını yıkarak sınıfıyla yan yana geldiği mücadele alanlarını genişletecek ve güçlendirecektir. Her toplumsal direnişte, dün Haziran Direnişi’nde, bugün Bahar Direnişi’nde, her emek mücadelesinde, eşitlik ve barış mücadelesinde; meşruiyeti halk nezdinde de geri dönülemez şekilde sarsılmış bir iktidar tarafından siyasetten tasfiye edilmek istenen “sıradan yurttaş” ile aynı yolda yürümek, tarihin doğru tarafında konumlanmaya dair yeterince açıklayıcı olacaktır. Artık Haziran Direnişi’nin üstüne bir de Bahar Direnişi’ni yaşamış bir gençlik hareketi, tarihsel sorumluluğu olarak sıklaştırması gereken safları iyi tanımakta, kampüslerinde siyasetin rotasını tayin ettikleri gibi yurt genelinde de siyasete yön verebilecekleri mücadele formunun yalnızca örgütlenmekle mümkün olduğunu bilmektedir. Sıradan yurttaşın her alanda sözünü ve talebini ortaklaştırdığı binlerle yükseltebilmesi; mücadelenin sürekliliğini sağlayacak, doğrunun referans alınacağı çizgiyi belirginleştirecek, yol ve yönteme dair tartışmaya devam ederken kurtarıcı mitini yıkarak siyasetin öznesinin halk olduğunu da hatırlatmış olacaktır.
Tartışmayı buradan açmış olalım, Simurg’u arayan halkların örgütlü mücadelesi sonucu geleneksel siyasi anlatının farklı birçok coğrafyada da aşınmaya başladığını soruşturmanın devamında Türkiye, Yunanistan, Endonezya ve Sırbistan’a dair yazılanlarla değerlendirebileceğiz.
1 | Barikat Aşıldı, Yol Göründü: Ya Sonrası? (Türkiye)
Öykü Varol
Bilhassa Gezi Direnişi’nden bu yana AKP, halkın siyasetten tasfiyesini ilmek ilmek örebilmek için büyük bir çaba sarf etti. Siyaseti, belki de siyaset felsefesinin temellerine antitez olacak biçimde, erdemsizlikler huzmesi ile eşitledi bilincimizde. Öyle ki bu yolu da bu yurttaşın gözünden memleketin ikinci yüzyılının “erdemli” figürleri olabilme potansiyeli taşıyan siyasi figürleri de siyasetten tasfiye ederek, tutsak ederek döşeme çabasıyla son hamlesini gerçekleştirmiş oldu. Ancak bu memleketin insanları, bunca yıldır biriktirdiği umutsuzluğunu, açlığını, geleceksizliğini, tükenmişliğini kocaman bir kayaya çevirip Saray’ın açmaya çabaladığı bu yeni yolun tam orta yerine koyarak büyük bir engebe oluşturdu. Saray’ın planlarının önündeki engebenin en büyük simgesi de elbette Beyazıt’ta gençliğin yıkıp geçtiği o barikat, dört bir yanda ablukalara sığmayan ODTÜ öğrencileri ve Türkiye’nin dört bir yanında gençliğin yükselttiği ses oldu. 19 Mart’tan bu yana haysiyet savaşı veren en büyük özne, bu zamana kadar “ipe sapa gelmez”, “apolitik”, “beyni sulanmış” olarak kodlanan gençlik oldu.
Peki bu “umutsuzluk vadeden” gençliğin gün yüzüne çıkan direngenliği şaşılası mıydı? AKP’li yılların içine doğan, diploması iptal edilmeyecek olsa da onu layığıyla kullanamayan, anne babasının imkanlarından çok daha azına sahip olan, üniversite hayatına atanmış rektörlerle başlayan, hukukun siyasal iktidarın elinde silahlaşmasını yalnızca üst siyasette değil kendi yaşam kodlarında da hisseden bir genç kuşaktır bahsi geçen. Tüm bu bahsedilen koşullar altında kaybedeceği bir geleceği olmayan, aksine kendi elleriyle kurulmayı bekleyen bir memleketi bulunan gençlik, elbette ki eylemlilik hususunda herkesten cüretkâr davrandı. Ancak AKP’nin yurttaşları siyasetten tasfiye etmesiyle, yıllar içinde bu gençlik de nasibini örgütsüzlükle almıştı. Ayrıca neoliberalizmin göbeğine doğan, sosyal devletin ilkelerinden uzak, hayatın her alanında özelleştirmelerin kurbanı olan bu kuşak, içine doğduğu koşulların lekesini de barındırıyor; belirli bireysellik nüvelerini de beraberinde taşıyor. Ancak karşısında her bir kurumuyla örgütlenmiş kötülüğe karşı çıkan, yanında hiç tanımadığı biriyle barikata karşı kol kola giren, sıkılan gaza karşı tek vücut olan bu irade, sürecin beraberinde taşıdığı bu enerjiyle büyük bir örgütlü güce dönüşme potansiyelini de barındırıyor. Elbette ki bu enerjinin örgütlü güce dönüşmesi kadar, “Kendimi kurtaracağım”dan “Memleketi biz kurtaracağız”a uzanması, geleceğin emekçilerinin memleketin ikinci yüzyılının asıl kurucu unsuru olma iradesini koyması da en büyük saiklerden biri olmalıdır.
Yukarıda anıldığı gibi gerçek sebeplerin mihenk taşı niteliği taşıması, günümüzün parttime öğrencilerinin, geleceğin emekçilerinin öncülüğünde ilerliyor oluşu bu direnişin sınıfsal bir karakter taşıdığının da en büyük göstergesi. Ancak bu iradenin karşısında bir karikatürizasyon tehlikesi bulunuyor. Sürecin taşıdığı genç karakter, yalnızca gençlerin omzuna yüklenen bir görev olarak devam ediyor. Bunun yanında gözaltına alınan ve tutuklanan gençlere “abileri” nasihatlerde bulunuyor, “Memleketi siz mi kurtaracaksınız?” tepkisi yalnızca gençlikten medet ummaya dönüşüyor. Bayram tatili boyunca tutuklu kalan 301 genç ise bir mücadele başlığı olmanın aksine “mağdur gençler” etiketiyle demoralizasyon aracına dönüştürülmeye ve gençliği karikatürleştirmeye alet edildi. Direnişin öznelerini sınıfsal karakterinden sıyırma, etiketleme çabaları bundan evvel 12 Eylül Rejimi’nin enkazı altında da karşımıza çıkmıştı. 80’lerde kuşakların sıfatlaştırılması, kamusal bir söz düzeni içerisinde ayrıştırılması (68 Kuşağı, 80 Öncesi Sol Kuşağı…) ve marjinalleştirilmesi gibi 19 Mart direnişinin özneleri de “mağdur gençler” sıfatıyla bir söz düzeni içerisinde marjinalleştirilip ayrıştırılıyor; ortak bir mücadele hattının inşasını ise zorlaştırıyor.1Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınları, 1992, s.22
Bahse konu eğilimlerden ötürü Bahar Direnişi, potansiyeli itibariyle barındırdığı geniş mücadele hattının çatlaması, renklerin tekdüzeleşmesi riskini beraberinde taşıyor. Sürecin doğal önderlerinin, gençlik hareketinin sınıf mücadelesiyle ortak bir mücadele hattını keskinleştirmesi ve memleketi birlikte kurma iradesinin güçlenmesi direnişin geleceğine düşen en büyük görev olarak karşımıza çıkıyor.
2 | Henüz Doğamayan Yeni (Yunanistan)
Panagiotis Sotiris
Çeviren: Elifnaz Yüksel
28 Şubat’ta Yunanistan, son yılların en kitlesel protestosuna tanıklık etti. Kitlesel katılımın olduğu bir genel grev esnasında, Yunanistan’ın her şehir ve kasabasında büyük mitingler düzenlenirken, yurt dışında da Yunan toplulukların bulunduğu neredeyse tüm şehirlerde protestolar yapıldı. Yalnızca Atina’da, 400.000 ila 800.000 kişinin katıldığı dev bir eylem düzenlendi ve herkes bunun şimdiye kadar düzenlenmiş en büyük eylem olduğu konusunda hemfikirdi. Bu eylem, 26 Ocak Pazar günü Yunanistan’ın dört bir yanında düzenlenen ve 2010’lardan bu yana en görülen en büyük eylemler olarak kayda geçen eylemlerden sonra geldi.
Bu protesto dalgasını anlamak için iki yıl öncesine dönmek gerekiyor. 28 Şubat 2023’te, Selanik’e giden bir yolcu treni ile Atina’ya giden bir yük treni, Tempi vadisinin geniş bölgesinde kafa kafaya çarpıştı. Yolcu treni saatte 150 km, yük treni ise yaklaşık 90 km hızla seyrediyordu. Sonuçta, Yunanistan’ın uzun yıllardır yaşadığı en kötü tren faciasında 57 kişi hayatını kaybetti ve çoğu Selanik’e dönen öğrencilerden oluşan çok sayıda kişi yaralandı. Ölümlerin büyük kısmı çarpışma anında gerçekleşti ancak çarpışmadan sağ kurtulanlardan bazıları, yük treninde kayıt dışı taşındığı tahmin edilen yanıcı hidrokarbonlardan çıkan yangında hayatını kaybetti.
Facianın doğrudan nedeni, Larisa Tren İstasyonu Şefi’nin makası doğru şekilde ayarlamaması nedeniyle iki trenin aynı hattı kullanmasıydı. Asıl neden ise, demiryolu ağı ve altyapısının yıllardır ihmal edilmesi, bütçelerin kesilmesi, bakım personelinin önemli ölçüde azaltılması ve yolcu ve yük taşımacılığı hizmetlerinin özelleştirilmesiydi. Şu anda Yunanistan, Avrupa Birliği’nde ray başına en az bakım ve altyapı personeli bulunan ve en düşük harcama oranına sahip ülke. Kazanın meydana geldiği nokta, trenlerin konumlarına dair gerçek zamanlı bilgi sağlayan uzaktan izleme sistemi bulunmayan bir “kör nokta” idi ve kazayı önleyebilecek ECTS sistemi, yıllardır yapım aşamasında olduğu için çalışmıyordu. O vardiyada görevli istasyon şefi, hat anahtarını normal konfigürasyonuna geri getirmeyerek trajik bir hata yaptı. Tek başına ve baskı altında çalışan istasyon şefi, çok sayıda iletişimle uğraşmak zorundaydı ve göreve yeni atanmıştı. Daha kötüsü, hatta sıklıkla yaşanan sorunlar nedeniyle tren makinistleri karşı hatta gönderilmeye alışıklardı. Bu durum, yolcu treni makinistinin aşağı yönde giden hatta yukarı yönde gitmesinin sorun olmadığını düşünmesinin nedenini açıklayabilir.
Yeni Demokrasi hükûmetinin ilk tepkisi, olayın anlatımını kontrol altına almaya çalışmak ve bu facianın yalnızca “insan hatasına”, özellikle de istasyon şefinin hatasına atfedilmesi gerektiğini öne sürmek oldu. Hükûmet, uzaktan izleme ve acil durum güvenlik sistemleriyle ilgili çalışmalardaki gecikmenin sorumluluğunu üstlenmeyi reddetti. Daha kötüsü, kazanın “insan hatasından” kaynaklandığını göstermek için istasyon şefinin iletişim kayıtlarını basına sızdırdılar ancak bu kayıtların tahrif edilmiş olduğu ortaya çıktı. Yunanistan’ın en büyük siyasi hanedanlarından birine mensup olan Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis, tren kazasından sadece birkaç gün önce, demiryolu sendikalarının demiryollarının işleyişiyle ilgili tehlikeleri defalarca dile getirmesine rağmen demiryolu güvenliğini gündeme getirmenin bir hakaret olduğunu söylemişti. Karamanlis görevinden istifa etti ancak bir sonraki seçimlerde Yeni Demokrasi’nin seçim listesine dahil edildi ve yeniden seçildi.
O dönemde üniversite öğrencileri öncülüğünde yükselen bir kitlesel protesto dalgasına rağmen, Yeni Demokrasi 2023 seçimlerini kazanmayı başardı. Oyların %40,56 alarak Yeni Demokrasi parlamentoda çoğunluğu elde ederken, SYRIZA sadece %17,83 oy aldı. Alexis Tsipras istifa etti ve SYRIZA, Kasselakis fiyaskosu2On Stefanos Kasselakis’s stint as president of SYRIZA see Panagiotis Sotiris, ‘Greece’s Syriza Has Hit the End of the Road’, https://jacobin.com/2025/01/greece-syriza-stefanos-kasselakis-left. ve ardından yaşanan bölünmeyle derin bir krize girdi.
Aynı zamanda, tren kazasına ilişkin yürütülen adli soruşturma adaletin bir karikatürüne dönüştü. Kazanın olduğu yer, vinçlerin çalışabilmesi için zemini sağlamlaştırmak bahanesiyle birkaç gün sonra düzleştirildi ve kanıtlar yok edildi. Otopsiler yüzeysel şekilde yapıldı, ölümlerin kesin nedenleri hakkında kapsamlı bir araştırma yapılmadı ve toplanan biyolojik materyaller kısa sürede imha edildi.
Her şeyden önce, ilk soruşturma, kazadan hemen sonra güvenlik kameralarının görüntülerinde açıkça görülen devasa ateş topunun, elektrikli lokomotiflerin transformatörlerinde bulunan silikon yağlarından kaynaklandığına dair temelsiz bir iddiaya dayanıyordu. Daha da kötüsü, Ulusal Havacılık Soruşturma ve Demiryolu Kazaları ile Ulaşım Güvenliği Kurumu (HARSIA) sadece kâğıt üzerinde var olan bir kurumdu ve aylar sonra çalışmaya başladığında kaza mahallini orijinal haliyle incelemek için gerekli imkanlara sahip değildi.
Ancak aynı zamanda, hayatını kaybedenlerin yakınlarının kurduğu dernek, kazanın gerçek nedenlerini ortaya çıkarmak, hakikat ve adalet talep etmek için büyük bir mücadele başlattı. Mitsotakis hükûmeti, gerçek bir tehdit altında olmadığını hissederek, siyasi sorumluluğu üstlenmeyi ve ilgili bakanlar ve devlet yetkililerine yönelik bir cezai sorumluluğu olduğunu alaycı bir şekilde reddetti. Bu süreçte, kamuoyunda daha fazla soru belirmeye başladı. Topraktan alınan örneklerde, özellikle ksilen gibi hidrokarbonların izine rastlandı. Bu bulgu, yük treninin, yakıt vergisine tabi olmadığı için yasa dışı kâr elde etmek amacıyla bilinmeyen ve belgelenmemiş miktarlarda yanıcı madde taşıyıp taşımadığı sorusunu gündeme getirdi. Yük treninin yüklenme görüntülerinin bulunamaması şüpheleri daha da artırdı. Kazanın olduğu yerin düzleştirilmesi ve ardından delillerin yok edilmesi ile ilgili adli soruşturma ve resmî iddianameler büyük ölçüde gecikti. Yunan Parlamentosu Soruşturma Komisyonu ise parodi gibiydi; Yeni Demokrasi çoğunluğu, önemli tanıkların dinlenmesini reddetti ve hükûmeti aklayan bir karar aldı. Hatta Avrupa Savcılığı bile, AB ortak finansmanıyla yürütülen, Yunan demiryolu ağındaki uzaktan trafik kontrol ve sinyal sistemlerini konu alan kötü şöhretli 717 Numaralı Sözleşme kapsamında yürütülen soruşturmada ilgili suçlardan 18’i kamu görevlisi olmak üzere 23 şüpheli hakkında suçlama yöneltti ve Yunan makamlarının iş birliği yapmamasından şikâyet etti.
Bir bakıma, Yunan hükûmeti dinleme skandalında kullandığı taktiği tekrar kullanıyordu. 2022’de, PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) lideri Nikos Androulakis, gazeteciler, Yeni Demokrasi hükûmetinin bakanları, iş adamları, yüksek rütbeli yargıçlar ve yüksek rütbeli ordu yetkilileri, Ulusal İstihbarat Teşkilatı’nın ‘yasal’ dinleme operasyonlarının hedefi olduktan sonra, İsrail yapımı yasa dışı casus yazılımlar tarafından da hedef alındılar. Dinleme operasyonlarının Başbakanlık tarafından koordine edildiğine dair çok sayıda kanıt vardı ancak hükûmet herhangi bir sorumluluk kabul etmedi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma, hükûmetin herhangi bir suçu olmadığını öne süren bir kararla sonuçlandı.
Tüm bu süre boyunca, Tempi faciası toplumu harekete geçiren bir mesele olmaya devam etti. 11 Ekim 2024’te Atina’da 50.000 kişinin katıldığı ve yüz binlerce kişinin de çevrim içi izlediği büyük bir konser düzenlendi, ancak hükûmet hâlâ sorumluluk üstlenmiyordu.
Dönüm noktası Ocak 2025’te yaşandı. Kurbanların aileleri tarafından görevlendirilen uzmanların soruşturma raporları kapsamında, ateş topunun ve yangının ilerleyişinin kare kare analizi ile iPhone’un acil durum hattı 112’ye otomatik olarak bağlandığında kaydedilen ses kayıtlarının birleştirildiği bir video yayınlandı. Bu kayıtlar, çarpışmadan kurtulanların, yangının oksijeni tüketmesi sonucu öldüklerini ortaya koydu. Kurbanlardan birinin “Oksijen kalmadı” dediği, bir öğrencinin ise arkadaşına “Öleceğiz… Marthi, seni seviyorum” dediği duyuluyor. Bu, faciaya katkıda bulunan yanıcı maddelere işaret edenlerin hükûmet tarafından yapılan “komplo teorileri” ürettikleri yönündeki açıklamalarla çelişiyordu.
Kurbanların yakınlarının kurduğu dernek, 26 Ocak 2025 Pazar günü bir toplantı çağrısı yapmaya karar verdi. 22 Ocak’ta yapılan çağrı, kısa sürede, kamuoyu yoklamalarına göre %70’inden fazlasının bir örtbas girişimi olduğuna inandığı bir toplumda büyük yankı uyandırdı. Sonunda—daha önce de belirtildiği gibi—Atina ve diğer şehirlerdeki mitingler 2010’lardan bu yana en kitlesel eylemler oldu. Bu, gerçek bir dönüm noktasıydı.
Hükûmet, Yunan yargı sistemine güvendiğini vurgulayarak gelişmelere tepki göstermeye çalıştı. Ancak aynı zamanda, kurbanların yakınlarını karalamaya veya “komplo teorileri” suçlamalarını yeniden gündeme getirmeye yönelik girişimlerde bulundu. Sonunda, bu mitinglerin 2011 Meydan Hareketi’ne benzer bir “kaos” ve “istikrarsızlık” ortamı yaratmak için kurulan bir komplonun parçası olduğunu söylemeye çalışan bir retorik benimsendi. Ancak tüm bunlar etkisiz kaldı ve hükûmetin mitingleri önceden sabote etme girişimi başarısız oldu.
HARSIA soruşturmasının resmî sonuçlarının yayınlanması öfkeyi daha da körükledi. Rapor, aşırı yetersiz finansman, personel eksikliği ve güvenlik mekanizmalarının yokluğundan muzdarip bir demiryolu sisteminin resmini çiziyor. Rapor, kanıtların yok edilmesinin kazada neler olduğunu yeniden canlandırmayı çok zorlaştırdığını belirtiyor. Yangın topunun silikon yağından değil, trenlerden birinin taşıdığı hidrokarbonlardan kaynaklandığını açıklıyor.
28 Şubat sabahı, daha önce görülmemiş görüntüler ortaya çıktı. Atina ve Selanik’in merkezinde, Yunanistan’ın her şehir ve kasabasında insanlar sokağa akın etti. Gerçek bir genel grev vardı, çoğu dükkân kapalıydı ve normalde bu tür eylemlerden uzak duran insanlar dahi orada olmanın ahlaki bir görev olduğunu düşünüyordu. Sendikalar, öğrenci birlikleri, okul aile birlikleri, esnaf dernekleri, belediyeler ve spor kulüpleri mitinglere kitlesel katılım çağrısı yapmıştı. Gösterilerin büyüklüğü bir yana, daha da etkileyici olan, insanların mitinglere katılmanın bir görev olduğunu hissetmeleri, “Ben de orada olmalıyım” duygusuydu. Ve tarih bu duyguyla yazıldı.
Ve bu mitingler, şüphesiz hükümet için zarar vericiydi. Evet, bunlar muhalefet tarafından düzenlenen mitingler değildi, hatta “muhalefet yanlısı” bile değildi. Ancak bu mitingler, adalet için, güvenli toplu ulaşım gibi kamusal haklar için, demiryollarının özelleştirilmesine karşı ve toplumun hükûmetin örtbas girişimi olarak algıladığı adımlara karşı düzenlenmişlerdi. Bu, hükûmetin sonunda neden baskı yolunu seçtiğini de açıklayabilir. Sadece baskı imajı vermek için değil, aynı zamanda korkutmak için de.
Ancak bu, Yunanistan’ın dört bir yanından on binlerce insanın sokağa dökülmesinin taşıdığı anlamı geçersiz kılmaz. Gösteriler ve mitingler moda değil, kendimizi kandırmayalım. Yunan toplumu parçalanmış ve bireyselleşmiştir. “Gitme, ortalık karışacak” sözü sık sık duyulur ve birçok insan buna inanır. Ayrıca, hükûmet ve hükûmetin toplumun geniş kesimleri tarafından takip edilen “yandaş medya”, mitinglerin “hükûmeti devirmek yönelik bir komplo planı” olduğunu açıkça belirtti.
Tüm bunlara rağmen, insanlar kitlesel eylemin önündeki tüm engelleri aşarak, daha önce görülmemiş bir kalabalıkla mitinglere katıldı. Katıldılar, çünkü kendilerine sunulan yönetime güvenmiyorlar.
Ve mesele sadece mitinglere gelmeleri değil: mitinglere geldiklerini uzun süre hatırlayacaklar. Bu deneyimin kendilerinde derin bir iz bıraktığını hissedecekler. O gün tarihin bir parçası olduklarını hissedecekler. Ve bu his, bundan sonra farklı düşünmelerini sağlayacak.
Neden Yunanistan’da böyle bir şey oluyor? Görünüşe göre, ülke Avrupa’da neoliberal “istikrarın” bir örneği olarak gösteriliyor. Sonuçta, %40’ın üzerinde oy oranıyla tek partinin parlamentoda güvenilir çoğunluğu, Avrupa’daki çoğu merkez sağ partinin ancak hayal edebileceği bir şey. Özellikle de bu durum, Tempi faciası ve dinleme skandalıyla ilgili ifşaatların ardından değil, aynı zamanda Avrupa’nın pandemi sırasında gösterdiği en kötü performanslardan birinin ardından yaşandı.
Ancak aynı zamanda Yunanistan, daha derin bir toplumsal ve siyasal krizle karşı karşıya. Euro Bölgesi’ndeki birçok ülkeden daha güçlü bir büyüme kaydetmesine rağmen, bu büyüme yüksek katma değerli sektörlere yapılan yatırımlardan çok tüketim, turizm ve gayrimenkul sektörüne dayanıyor. Nominal artışlara rağmen, satın alım gücüne oranla ücretler Avrupa’nın en düşük seviyelerinde ve bu da yaşam maliyeti krizine yol açıyor. Bu maliyet kriziyle birlikte, özellikle Airbnb ve artan emlak spekülasyonlarından muzdarip olan Atina gibi büyük şehirlerde konut krizi derinleşiyor. Buna ek olarak, personel ve bütçe yetersizliği ile boğuşan ve sürekli politik saldırı altında olan kamu sağlık sistemi de krizi derinleştiriyor. Tüm bunlar, son iki ayda yapılan kamuoyu yoklamalarında açıkça görülen ve giderek büyüyen bir güvensizlik ve hoşnutsuzluk hissini daha da belirgin hale getirdi. Ancak, meşruiyet krizinin derinleşmesine rağmen, bu hoşnutsuzluk siyasi bir çıkış yolu veya alternatif bir kanal bulamadı. Sonuç olarak, Yunanistan’ın siyasi manzarasının paradoksu, iktidardaki Yeni Demokrasi partisinin en sağlam tabana sahip olmasına rağmen, bu tabanın azınlıkta olması ve şu anda işlerin doğru gittiğine inanan veya adalet sistemine güvenenlerle sınırlı kalmasıdır. Mitsotakis hükümetinin bugüne kadarki gücü, muhalefetin parçalanmış ve zayıf olmasıydı. Yeni Demokrasi’nin oy oranı %30’un altına düşmüş durumda, PASOK %14, SYRIZA %6-7, Komünist Parti %9 civarında ve aşırı sağ partilerin oy oranı tahminlere göre toplamda %15-20 arasında.
Tempi faciası ve hükûmetin bu felaketi mümkün kılan politikaların yanı sıra örtbas etme çabalarının da sorumlusu da olduğu yönündeki algı, bu toplumsal ve siyasal ortamda bir katalizör işlevi gördü. Aynı zamanda, daha derin bir toplumsal güvensizliğin köklerinde yatan her şeyin bir metaforu hâline geldi. Dahası, on yıllardır süren neoliberal politikalara rağmen, toplumda devletin demiryolu güvenliği gibi bazı temel hizmetleri sunabileceğine dair derin bir inanç hâlâ var. Tren kazası, hükûmetin sorumluluğu üstlenmeyi reddetmesi ve örtbas girişimlerinin kanıtlanmasıyla bu inanç sarsıldı. Dinleme skandalında olduğu gibi, “iktidardakiler zaten böyle davranır” yönündeki yaygın kayıtsızlık bu sefer işe yaramadı. Bu olay, temel bir toplumsal sözleşmenin ihlali olarak görüldü. Bu durum, mücadelenin kurbanların yakınları—özellikle ebeveynleri—tarafından yürütülmesi ve geleneksel siyasal oyunun ötesine geçtiği algısı ile daha da belirginleşti. Dahası, adalet, gerçek ve “oksijen” talebi, insanların gösterilerde bir araya gelmesi için bir mücadele ve özlem alanı yarattı.
Bu süreç, Yeni Demokrasi hükûmetinin aslında azınlık konumunda olduğunu ortaya çıkardı. Çünkü artık ona karşı olan çoğunluk, anketlerdeki istatistiksel bir ortalama değil, hükûmetin hâlâ “ben istikrarı temsil ediyorum” diyebileceği bir soyut veri değil. Bu çoğunluk artık kitlesel mitinglerde somutlaşan bir gerçeklikti.
Başka bir deyişle, Yunan hükûmeti artık kaos ve parçalanmış muhalefete karşı tek alternatif olduğunu söyleyemez. Muhalefet parçalanmış ve etkisiz olduğu için değil, gösteriler ve mitingler çoğunluğun başka bir şey istediğini, bunu açıkça ilan etme ihtiyacı hissettiğini ve bu hükûmeti kesinlikle istemediğini gösterdiği için. Bu, geri dönüşü olmayan bir meşruiyet kaybı anlamına geliyor.
Açıkçası, Mitsotakis hükûmeti parlamentodaki çoğunluğuyla yönetmeye devam edecek. Muhtemelen önümüzdeki hafta yapılacak güvensizlik oylamasından sağ çıkacak. Protestolar devam ederse, baskıyı muhtemelen şiddetlenecek. Muhalefetin dağınık ve etkisiz durumundan yararlanacak. “Tavizler” vermeye çalışacak, nitekim Başbakan 2027 yılına kadar demiryollarının tamamen modernize edilip güvenli hale getirileceğini şimdiden taahhüt etti. Halkın gündelik kaygılarına geri dönmesini umacaklar—ki bu gündelik kaygılar hoşnutsuzluğu bizzat körüklüyor. Muhtemelen, kaza yerinin yıkılmasından sorumlu bakan hakkında cezai soruşturma başlatılması gibi kamuoyuna bazı günah keçileri de sunacaklar.
Ancak bu, gerçek bir meşruiyeti neredeyse kalmamış bir hükûmet olacak. Toplumun bir kısmının, özellikle de gençlerin, giderek daha fazla “benim adıma karar verme hakkınız var mı?” diye soracağı bir toplum olacak. Hükûmetin yasa teklifleri artık sokaklarda çok daha büyük bir muhalefetle karşılaşacak, çünkü mitinglerde insanlar birlikte olduklarında gerçekten güçlü olduklarını hissettiler.
Esasen, asıl tehlike hükûmetin riskli bir “ileriye doğru kaçış” (fuite en avant) hamlesi yapması olacaktır: Toplumdan gelen köklü değişim talebine yanıt vermemek, ancak gerçek meşruiyeti olmayan ve toplumun gözünde tuhaf bir darbe girişimi olarak görünecek bir yönde “hükûmetin çalışmalarını hızlandırmak” için bir girişimde bulunmak. Hükümet bunun zaman kazanmanın bir yolu olduğuna inanabilir, ancak pratikte bu, meşruiyet krizini ve siyasi sistemin itibar kaybını derinleştirecek, toplumun taleplerine cevap verememe—çoğu zaman cevap vermek istememe—halini daha da görünür kılacaktır.
Mevcut siyasi sistem—ana hatları Memoranda döneminde belirlenen ve 2019’dan sonra daha saldırgan biçimde derinleşen yapısıyla—artık sınırlarına ulaşmış durumda. Topluma ilham veremeyen, yaratıcı güçleri harekete geçiremeyen ve bugünün zorla yeniden üretilmesinden farklı bir gelecek öneremeyen bu düzen, çok özel kapitalist çıkarlara hizmet etmekten başka bir şey yapamayacak kadar yetersiz olduğunu kanıtlıyor. Gramsci’nin deyişiyle, bu gerçekten de eskinin ölmesidir.
Bu da bize Gramsci’yi tekrar hatırlatıyor: “Yeni doğamadığı” sürece, mevcut hükûmetin iktidarı elinde tutması çok sayıda “hastalıklı fenomene” yol açacaktır. Sonuçta, hükûmetin trajedinin sorumluluğunu etkili şekilde soruşturmayı fiilen reddetmesi veya kamuya ait her şeye karşı tuhaf bir nefret beslemesi başka neyle açıklanabilir?
Ancak aynı zamanda, gerçekleri değiştiren, yeni bir güç dengesi yaratan parametre, tam da bu çoğunluğun sokaklara dönüşü, adalet ve hakikat, demokrasi “oksijeni” ve korkusuz bir yaşam talebidir. Fakat burada, muhalefete veya geniş anlamda solun durumuna bakıldığında, sorular kesinlikle zorlaşır. SYRIZA ve bir dereceye kadar Yeni Sol3Nea Aristera (New Left) is a political party formed in 2023 by members of SYRIZA that left the party after Stefanos Kasselakis’s election as president of SYRIZA. alt tabakaların önemli bir kısmında güvenilirliğini yitirmiş ve iktidar için alternatif bir strateji sunmaktan çok uzak. Nominal olarak muhalefetin en büyük partisi olan PASOK, gerçek bir alternatif sunamadı ve dahası, seçimler sonuçsuz kalırsa önemli bir kesimi Yeni Demokrasi ile koalisyon yapmakta sakınca görmeyecek kadar esnek bir konumda durmaktadır. Toplumsal mobilizasyonda önemli bir rol oynayan Komünist Parti, “antikapitalist ve tekelcilik karşıtı” bir yönde değişikliklerin gerekli olduğunu belirtiyor, ancak aynı zamanda şu anda iktidara gelmek için bir stratejiye sahip değil. Radikal antikapitalist sol ise çok daha parçalı bir yapıda ve ciddi bir stratejik tartışma yürütülememektedir.
Ancak siyaset her zaman deneysel bir süreçtir. Ve bu adalet ve hakikat talebinin hegemonik bir pratiğe nasıl dönüştürülebileceğini denemek isteyenler için, bu eşi görülmemiş halk seferberliği uygun bir zemin sunuyor. Onu “temsil etmek” için değil, ondan ders almak için.
Ve işte zor kısım da burada başlıyor. Ama değişim ne zaman kolay oldu ki?4Kaynak: https://www.historicalmaterialism.org/article/greece-the-mass-rallies-for-justice-and-truth-the-irreversible-crisis-of-legitimacy-and-the-new-that-cannot-yet-be-born/
3 | Seçkinlerin Tahakkümüne Karşı Öğrenci Mücadelesi (Endonezya)
Max Lane
Çeviren: Bilge Su Aksu
Orduda kayırmacılık, yolsuzluk ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle büyüyen öfke sonucunda ülke genelinde “Indonesia Gelap” (Karanlık Endonezya) pankartı altında kitlesel protestolar baş gösteriyor. Öğrenci hareketleri, sendikalar ve sivil toplum hareketlendikçe otoriter rejime ve seçkinlerin tahakkümüne karşı mücadele de giderek şiddetleniyor.
Son birkaç haftadır, Endonezya genelinde gösteriler patlak veriyor. Medan (Kuzey Samatra), Jakarta, Bandung, Yogyakarta, Solo, Malang, Surabaya, Makassar ve başka birçok şehirde gösteriler gerçekleşti. Bu gösteriler kitlesel boyutlara ulaşmasalar da –birkaç yüz kişi ile bir iki bin kişi arasında– kayda değer ölçüde militan karakter taşıyor. Gösteriler sırasında bir polis noktasının ateşe verilmesi, öğrencilerle polis arasında yaşanan sokak çatışmaları, öğrencilerin devlet binalarının kapısını ve parlemento binasının çevre duvarlarını yıkması ve birkaç molotof kokteyli kullanımının da içinde olduğu olaylar yaşandı. Polis, eylemcileri dağıtmak için tazyikli su kullandı ve fiziksel şiddete başvurdu. Bu sırada, parlemento tarafından oybirliğiyle desteklenen hükûmet, huzursuzluğu önemsiz göstermeye çalışsa da ayaklanmayı göz ardı edemiyor. Mart’ın sonuna yaklaşırken haftalardır devam eden gösteriler hâlâ sürüyor. Protestolar yalnız öğrencilerle sınırlı değil, toplumun daha geniş kesimlerindeki hoşnutsuzluğu da yansıtıyor. Gösteriler, genel olarak ülkenin durumuna karşı hissedilen hayal kırıklığını ve öfkeyi yansıtan “Indonesia Gelap” (Karanlık Endonezya) sloganı altında gerçekleşti. Peki bu gösterileri ne tetikledi? Bu duygunun arkasında ne var?
Gösteriler, Endonezya Ordusu’yla ilgili yeni bir yasanın parlamentodan hızla geçirilmesiyle tetiklendi. Yeni yasanın en çok tepki çeken kısmı, askerî personellerin atanabileceği sivil kurumlar listesinin genişletilmesi oldu. Listede çok büyük oranda artış olmasa da –16 kuruma çıkarıldı– yasa, Cumhurbaşkanı Prabowo’nun yandaşı olan askerî personellerin hem bu yasa kapsamında hem de yasa dışı olarak kritik görevlere getirildiği bir dönemde gerçekleşti. Bazı yandaş askerler ise ticaret ve ekonomiyi ilgilendiren kilit pozisyonlara yerleştirildi. Bu hamleler, protestocular tarafından Endonezya’yı 1965’ten 1998’e kadar yönetmiş olan ordu destekli, kayırmacı kapitalist düzene geri dönüşün ilk adımları olarak algılanıyor. Bu süreç, Endonezya’da komünist ve Sukarnocu solculara yönelik kitlesel katliamla başlamış ve 32 yıl süren neredeyse totaliter bir yönetime yol açmıştı. Böyle bir yönetimin altında, ülke genelinde bir kayırmacı sermaye sınıfı ortaya çıktı ve bu sınıfın da tepesinde büyük holdingler yer aldı. Öğrenciler, sivil toplum örgütleri ve akademisyenler ise iktidardaki seçkinlerin bu yönde geri adım atmasını protesto ediyor.
“Karanlık Endonezya” pankartı yalnızca ülkenin yozlaşmış, militarist, kayırmacı kapitalist döneme döndüğüne inanılmasından doğan öfkeyi yansıtmıyor. Aynı zamanda, “karanlığın” halk ve demokrasi için zaten gelmiş olduğunu ifade ediyor. Son birkaç haftada, birçok dehşet verici yolsuzluk skandalı gün yüzüne çıktı. Bu skandalların boyutu yüz milyonlarca dolara ulaşıyor ve devletin petrol firması Pertamina’nın yanı sıra bankacılık, palm yağı ticareti, ithalat-ihracat ve başka sektörleri de kapsıyor. Bu davalar, aniden Başsavcılık ve Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu tarafından ifşa edildi. Birbiri ardına ortaya saçılan bu skandallar, devlet yetkilileriyle özel sektör arasındaki yolsuzluk ilişkilerinin boyutunu ortaya çıkardı. Aralık ayında, Yolsuzlukla Mücadele Birimi, ticari girişimlerden rüşvet almakla suçlanan bir Yargıtay yetkilisinin evine düzenlediği baskında on milyonlarca dolar değerinde nakit para ve 51 kilogram altın buldu. Yolsuzluklarıyla tanınan Başkan Suharto’nun düşüşünden 25 yıl sonra bu davaların ortaya çıkışı, yolsuzluğun azaldığına dair hiçbir işaret olmadığını gösterirken, giderek kötüleşen “karanlık” hissiyatını da derinleştirdi.
Durumun kötüleşeceğine dair duyulan korku, Cumhurbaşkanı Prabowo’nun doğrudan denetleyeceği Danantara adında yeni bir devlet holdingi kuracağını duyurmasıyla iyice arttı. Bu holdinge Prabowo’nun kardeşine ait bir şirket de dahil olacak, bununla birlikte kabine üyeleri ve yakın iş arkadaşları da Danantara’da önemli pozisyonlarda yer alacak. Eski devlet başkanları Yudhoyono ve Widodo, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, ve eski Tayland Başbakanı Thaksin de şirketin danışmanları olarak atandı. Bu kapsamda, tüm halka açık şirketlerden elde edilen yaklaşık 980 milyar dolar olduğu tahmin edilen temettülerin Danantara’ya aktarılması da planlanıyor. Bu fonların, ham madde üretimi odaklı projelerin finansmanında kullanılması öngörülüyor. Şirketin, Prabowo ve yakın çevresinin doğrudan kontrolünde olacağı göz önünde bulundurulduğunda, bu fikir her ne kadar kâğıt üzerinde vizyoner görünse de, halk bunu asla bitmeyecek bir yolsuzluk ve kayırmacılık örneği olarak görüyor. Üstelik bu karar, önce Widodo sonra Prabowo döneminde hükûmetin siyasi desteklerini garantilemek için dinî oluşumlar ve üniversiteler de dahil olmak üzere çeşitli aktörlere kömür madenciliği ruhsatı dağıtmasının üzerinden yaklaşık bir yıl geçmesinin ardından geldi.Bu sırada Prabowo, emekli veya görev başındaki askerleri büyük bütçeli devlet projelerinin başına getirerek ordunun desteğini kazanıyor. Bu projelerin arasında, öğrencilere öğle yemeği sağlayan sosyal yardım projesi ve Papua’daki büyük ölçekli “Gıda Arazisi” projesi de yer alıyor.
Toplumu saran karanlık hissi, birçok bakanlığın işleyişini etkileyen “verimlilik” adı altındaki ani bütçe kesintileri ile derinleşiyor. Bu kesintiler, günün bazı saatlerinde ışık ve havalandırma imkanı olmadan veya yetersiz ekipmanla çalışmak zorunda kalan kamu personelinin çalışma şartlarını ağırlaştırdı. Bütçe kesintilerinden oluşturulan fonlar ise bakanlıklara sağladıkları hizmetler karşılığında ulaşım sektörü gibi bazı özel sektörlere aktarılıyor. Öte yandan, devlet halkın sırtına daha çok yük bindiriyor. Tüm bu durumlara artan işsizlik de eşlik ediyor. Zarar eden birçok işletmenin kapanmasıyla, özellikle tekstil ve üretim sektörlerinde toplu işten çıkarmalar duyuruldu. Medya raporlarına göre, son birkaç haftada yaklaşık 40.000 kişi işten çıkarıldı.
“Karanlık Endonezya” protestoları, dilekçeler ve bildiriler, umutsuzluğun ve yaygınlaşan karanlık hissinin tek tezahürü değil. Sosyal medyada viral olan bir başka tepki de “Kabur aja dulu” (Önce Buradan Kaç) sloganı oldu, yurt dışına kaçış önerisi. Elbette bu duygu, onlarca yıldır Singapur, Malezya, Hong Kong ve Orta Doğu gibi ülkelerde hizmetçi ya da hamal olarak çalışmaya zorlanan milyonlarca yoksul Endonezyalıda bir karşılık buluyor. Ancak, “Karanlık Endonezya” sloganının umut veren bir tarafı da var. 1990’larda kaybedilen şair Wiji Thukul’un şiirleriyle halk arasında yaygınlaşan bir başka kelime eşlik ediyor: “Lawan!” (Diren). Bir taraf karanlığa kaçışla karşılık verirken diğer taraf cesurca direnmeye çağırıyor.
Son gösterilerde, eylemciler ortak bir çağrıda bulundu: “Ordu Kışlasında Kalmalı.” Dikkat çekici bir şekilde, “Karanlık Endonezya” protestolarının ilk dalgasında herhangi bir somut talep yoktu. Ancak takip eden dalgalarda, şu ana kadar “Karanlık Endonezya” pankartı altında dokuz talep oluşturuldu. Bu talepler arasında şunlar yer alıyor: Cumhurbaşkanı Prabowo’nun bütçe kesintilerinin incelenmesi; madencilik ruhsatının keyfi dağıtımına imkan veren Mineral ve Kömür Maden Yasası’nın değiştirilmesi; sivil işlere ordu müdahalesinin reddedilmesi; kalkınma projeleri, vergiler ve halktan alınan diğer harçlarda şeffaflık sağlanması.
Bu gösterilerin tanımlayıcı özelliklerinden biri, öğrencilerin ve STK’ların oluşturduğu yerel koalisyonlar tarafından örgütlendikleri ve her şehir özgün bir örüntüye sahip olduğu için, büyük ölçüde kendiliğinden gerçekleşen bir karaktere sahip olmasıdır. Slogan ve taleplerde ülke genelinde ortaklaşılmasına rağmen kitlesel direnişi ya da toplumsal muhalefeti ulusal düzeyde örgütleyen bir yapı mevcut değil. Birleşik bir örgütlülük, güçlü bir liderlik veya bir ideolojik perspektife sahip olmayan siyasi muhalefet dağınık halde. Öğrenci grupları, işçi ve köylü sendikaları, hak savunucuları, feministler, siyasi oluşumlar ve diğer gruplar bu konu üzerine yapıcı tartışmalar yürütüyor. Bu tartışmaların odağı ise ilerici güçlerin birliği. Tartışmaların bir kısmı kurumsal şekilde yürütülürken, bir kısmı hâlâ gayriresmî ortamlarda sürüyor. Ulusal bir liderliğin ve örgütlerin ortaya çıkması, mevcut harekete ivme kazandırabilir ve tüm politik çerçeveyi değiştirebilir. Şu an için Endonezya, ilerici bir muhalefet olmadan, yeni bir sıçrama için gereken sarsıcı kıvılcımı bekleyen bir belirsizlik içinde bulunuyor.5
4 | Öğrenci Hareketi Umudu Yeniden Canlandırıyor (Sırbistan)
Iskra Krstić, András Juhász
Çeviren: Elis Berber
Takvim 15 Mart Cumartesi gününü gösterdiğinde yarım milyon insan Belgrad sokaklarının hâkimiyetini eline almıştı. O gün Sırp hükümeti kararlılıkla titreşen direnişin ve mücadelenin ayak sesleriyle uyanmıştı. Aynı günün akşamına doğru ülkenin nüfusunun %5’inden fazlası meclis önünde, şehir merkezinde, sokaklarda ve caddelerde eylem haklarını kullanıyordu. Bu, geçtiğimiz Kasım ayında Novi Sad tren istasyonun çökmesi sonucu yaşamını yitiren 15 kişinin anısına düzenlenen büyük “Ayın 15’inde 15 İçin” mitinginden birkaç gün önce otoriter Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’in korku temelli politikasının vatandaşları korkutmadığını göstermişti.
Saat 19.00 sularında büyük kalabalık ıslık çalmayı, vuvuzela üflemeyi ve slogan atmayı bıraktı. Bu sessizliğin sebebi Kasım 2024’ten beri her gün düzenlenen 15 kurbanın anısına 15 dakika sessiz kalarak yapılan bir anma töreniydi. Fakat bu anma töreni, başlangıçta bilinmeyen bir sebepten eylemcilerin panikle dağılmasıyla kesintiye uğramıştı. Sırp yasaları kullanımını yasaklamış olsa da eylemciler, yaygın adıyla ‘ses topu’ olarak bilinen bir kitle kontrol cihazıyla hedef alındı. Sırp hükûmetinin tepkisi barışçıl bir eylem yapan binlerce yurttaşa karşı bir suç teşkil ediyordu.
Ses bombaları eylemcileri hedef alırken meclis önündeki kalabalıkta da bir kargaşa patlak verdi. Sokak ışıkları kesildi, polise taş fırlatıldı ve yangın etrafı sardı. Öğrenci örgütleri, öncesinde bu ihtimalleri düşünmüştü ve ani bir kararla kendi protestolarını meclis önünden Slavia Meydanı’na taşımaya karar vermişlerdi. O hafta içinde, içlerinde yerel yönetim üyelerinin de olduğu genç ve orta yaşlı vatandaşlar meclis binası önündeki parkı doldurmuştu ve ‘ders çalışmak isteyen öğrenciler’ olarak poz vererek süregelen protestoların artık sona ermesini talep etmişlerdi. Bu topluluğa, kar maskeli eşkıyalar ve paramiliter faaliyetleriyle bilinen, siyasi suikastlara karışmış, lağvedilmiş bir özel harekât birimi olan Kızıl Bereliler’in emekli üyeleri katıldı. Park, çitlerle çevrildi; iktidardaki Sırp İlerleme Partisi destekçileri tarafından bağışlanan, yakıt sızdıran ve yanmaya hazır haldeki traktörlerle dolduruldu ve polis tarafından korundu. Otoriter Cumhurbaşkanı Vučić günler boyunca, normalde barışçıl olan protestoların şiddete dönüşeceğini iddia ettikten sonra, halkın en azından bir kısmı, parktaki eylemcilere hükûmet yanlıları tarafından saldırılacağını varsaydı. Bu da Vučić’e, protestoculara yönelik şiddeti haklı çıkarma ve bu durumu kullanarak olağanüstü hâl ilan etme fırsatı verecekti. Bu sebepten ön safhalarda görev alan öğrenciler saldırıyı ve şiddeti önlemek amacıyla protestoları zamanında sonlandırmak için önceden bazı sinyaller belirledi. Ancak bir soru işareti vardı: Birleşmeyi önlemek doğru mu ve sonrasında neler olacak?
Mücadelenin Zirvesi
15 Mart’taki protesto, Sırbistan genelinde 400’den fazla yerleşim yerinde gerçekleşen dört buçuk aylık toplanmaların, yol kapatmaların ve ablukaların doruk noktası olarak görüldü ve bir kamuoyu yoklamasına göre halkın %80’inin desteğini kazandı.
Diğer yazarların değindiği gibi, Novi Sad trajedisinin kurbanları için adalet talep eden üniversite öğrencileri hareketin asıl omurgasını temsil ediyor. Fakat her kesimden (farklı kuşaklar, farklı sınıflar) katılım göz önüne alırsak, hareket sadece bir öğrenci hareketinden çok daha fazlası.
Hareketin genel olarak belirgin bir liderliği ve örgütlenmesi olmadığı göz önüne alındığında, şiddet başladıktan sonra protestoya son vermek muhtemelen doğru bir adımdı.
Süregelen eylemler, önceki senelerde gerçekleşen en az dört büyük protesto dalgasının zirvesi olarak görülebilir. 2021’de lityum madenciliğine, 2023’te devlet şiddetine, 2023’ün sonlarında seçim yolsuzluğuna ve 2024’te yine lityum madenciliğine karşı yapılan eylemler de bu protesto dalgasına dahildi. Çarpıcı fark, bu seferberliğin hızını, ivmesini kaybetmemiş olması, ancak sokaklardaki sempatizanların sayısının da büyümeye devam etmesidir. Bir yandan, birçok kişinin söylediği gibi, eylemlerin artarak devam etmesi ve şiddetlenmesi sonsuza dek süremez. “Ayın 15’inde 15 İçin” protestosuna karşı beklenti oldukça yüksekti. Novi Sad, Krsgujevac ve Niş şehirlerinde düzenlenen üç büyük ulusal miting de dahil olmak üzere birçok olayın ardından, çoğu kişi 15 Mart’ın hükûmetin geri adım atacağı gün olacağını düşünüyordu. Dolayısıyla öğrenciler protestoları iptal ettiklerini duyurduktan hemen sonra, halkın bir kısmı onları “halkı peşinden sürükleyip ilk zorlukta yüz üstü bırakmakla” suçladı ve radikal bir karar alma fırsatını kaçırdıklarını ileri sürdü.
Ancak eylemlerdeki örgütsüzlük göz önüne alınırsa, mücadeleye şiddet karıştıktan sonra eylemlere son verilmesi çağrısı yapılması muhtemelen en doğru şeydi. Sözde “düşmanla mücadele etmek” daha mı iyi olurdu? Bu senaryo barutun ve silahların icadını hesaba katmıyordu. Protestoların sonrasında ortaya çıktığı üzere, polis onarılmaz hasarlara yol açabilecek 14 Uzun Menzilli Akustik (LRAD) yerleştirmişti ve bunlardan biri de kullanılmıştı. Aslında öğrenciler, geriye dönüp bakıldığında, yapabilecekleri tek şeyi yaptılar.
Yolun İnşası
Öğrenci hareketinin muhalif siyasi figürlere ve sivil toplum aktörlerine karşı takındığı tutumun, kalıcı bir siyasi yapı oluşturamamasında etkili olduğu ileri sürülebilir. En başından itibaren öğrenci komiteleri, neredeyse tüm örgütlerle aralarına mesafe koydular. Bu sayede, siyasetçilere ve muhalefet partilerine karşı şüphe duyan bir toplumda geniş bir halk desteği kazandılar. Ancak aynı zamanda, farkında olmadan sivil toplum kuruluşlarını yabancı etkisinin ajanları olarak gösteren hükûmet anlatısına hizmet ettiler, diğer aktörlerin mücadeleye katılımını zorlaştırdılar ve böylece daha geniş siyasi ittifaklar kurma şanslarını da azaltmış oldular.
Yakın zamana kadar, öğrenci hareketinin söylemleri zaman zaman “siyasete karışmak istemedikleri” yönündeydi. Ancak şimdi, öğrencilerin doğrudan demokratik öz örgütlenmeyi kendi “siyaset” anlayışları olarak benimsedikleri açıkça görülüyor. Öğrenci hareketi, tüm Sırp vatandaşlarını yerel meclisler kurmaya ve doğrudan demokrasiyi sahiplenmeye çağırıyor. Ancak, yıllardır süren ekonomik kaygılar, yolsuzluk ve yaygın karamsarlıkla yıpranmış bir toplumda bu çağrılar karşılık bulacak mı? Bu noktada hem iç hem de dış gelişmelerin belirleyici bir rolü olacak.
Sırp kültüründe “bütün dünya bize karşı” diyen bir klişe vardır. Bu söz, protestolar sırasında sıklıkla şaka olarak dile getirilirdi çünkü en azından şimdiye kadar protestolar uluslararası basında manşetlere çıkmayı başaramadı; ve bunun tek nedeni dünyanın Ukrayna, Gazze ve Donald Trump ile meşgul olması değildi. Aksine, Sırbistan –ve özellikle Vučić’in Sırbistan’ı– birden fazla dünya gücünün gündeminin hayati bir parçası haline geldi. Özellikle Avrupa Birliği, ülkenin lityum rezervlerini kullanmaya hevesliydi, bu nedenle protestolar konusunda bilerek sessiz kaldı. Sokaklarda AB bayraklarının olmaması, yalnızca kitle iletişim araçları tarafından Sırp halkına yedirilen onlarca yıllık saldırgan milliyetçiliğin sonucu değil, aynı zamanda Sırbistan’ın küresel ekonomideki yeni-sömürgeci konumunun toplum tarafından geniş ölçüde fark edildiğinin bir göstergesi. Ancak “Ayın 15’inde 15 İçin” protestosu, yetkililerin ses bombası kullanmasının da etkisiyle görmezden gelinemeyecek kadar büyük oldu. Benzer protestoların komşu ülkeler olan Makedonya ve Türkiye’de de yayıldığı bir dönemde, AB’nin Sırbistan’daki yolsuzluk ve otoriterlik konusunda daha kararlı bir duruş sergileyip sergilemeyeceği henüz belli değil ancak eşitsizlikle mücadelenin gündemlerinde olmadığı apaçık ortada. Vučić’in bölgede istikrar sağlayan bir güç olarak algılanmasının ve her şeyden önce uluslararası yatırımcılar için güvenli bir kumar olmasının sona ermesi durumunda konumu gerçekten çok tehlikeli hale gelebilirdi.
Kültürü Değiştirmek
Ülke içinde süregelen kültürel bir değişim, siyasi gelişmelerin seyrini etkileme potansiyeline sahipti. 2023 protestoları, biri bir ilkokulda yaşanan iki kitlesel silahlı saldırının ardından, “Şiddete Karşı Sırbistan” sloganıyla ortaya çıktı. Bu protestolar, Sırp kitle medyasını saran saldırgan ve şiddet içerikli söylemleri reddetme çağrısına dönüştü. Bugünkü hareket de bu duygular üzerine inşa ediliyor ancak nitelik açısından onlardan farklı. Sırbistan son dört buçuk ayda sergilediği bir dayanışma ve empatiyle 2023 protestolarının boşa olmadığını kanıtladı.
Vatandaşın bu tür bir organizasyon için yeterli kaynağı ve zamanı var mı? Zor bir soru.
Bunu akılda tutarak, öğrencilerin kamuoyuna yönelik çağrıları konusunda anlayışlı olmakta fayda var. Yerel topluluklar artık yerel meclisler düzenlemeye başladı ve önümüzdeki günlerde en az 15 toplantı düzenlenmesi planlanıyor. Meclislere olan “talebin” o kadar büyük olduğu iddia ediliyor ki, Belgrad Üniversitesi Organizasyon Bilimleri Fakültesi öğrencilerinin yakında bu konuda bir kılavuz yayınlayacakları belirtiliyor. Peki, halkın bu tür bir örgütlenmenin yayılması için zamanı ve imkânı var mı? Bu, yanıtı kolay olmayan bir soru. Grevdeki eğitim emekçileri hâlihazırda maaş kesintileriyle karşı karşıya. Dahası, protestoculara yönelik yargı baskısına dair haberler de giderek artıyor. Millî Eğitim Bakanlığı da üniversiteler üzerinde baskı kurmaya çalışıyor, hatta dekanlardan üniversitelerin özerkliğini ihlal edip fakülte binalarını ablukaya alan öğrencilerin polis tarafından tahliye edilmesine izin vermelerini istiyor. Aynı zamanda, bilgi teknoloji çalışanları da sadece birkaç gün içinde öğretmenlerin maaşlarına destek olmak amacıyla bir bağış platformu kurdu ve artan dayanışmayı gösterdi. Öte yandan, 20 Mart’ta “reddedilen” parlamento muhalefeti, öğrencilerin taleplerinin gerçekleşmesi ve adil seçimler için koşulların yaratılması amacıyla dokuz aylık bir süreye sahip geçici bir hükûmet kurulması önerisini sundu. Belgrad Biyoloji Fakültesi Öğrenci Konseyi’nin muhalefetin önerisine yanıtı şu şekilde oldu:
“Taleplerimizin gerçekleşmesinin bir hükûmet değişikliğine veya bir temsilcinin başka bir temsilciyle değiştirilmesine değil, sistemin kökten değişmesine bağlı olduğuna inanıyoruz. Yalnızca gücü merkezden uzaklaştırarak ve mücadeleyi tüm toplumsal gruplara yayarak, hükümetin gerçekten halka hizmet ettiği ve bunun tersinin olmadığı koşulları yaratabiliriz. Tam da bu yüzden fakültelere, işyerlerine ve yerel topluluklara kendilerini örgütlemek için çağrılarda bulunuyoruz. Artık iktidardakilere güvenmemeliyiz. Herkesin bir sesinin ve geleceğine karar verme hakkının olduğu dayanışmaya dayalı bir toplum inşa ediyoruz! Herkes meclislere!”6https://www.rosalux.de/en/news/id/53246