Marksizmin nihai ufkundan başlayalım ve bilgi ya da Lenin’in bir zamanlar dediği gibi “materyalist bilgi teorisinin temeli” hakkında konuşalım. Birçokları kapitalist egemenlik çağında sadece bilen bir özneye değil, aynı zamanda Lacancı bilmesi gereken özneye, yani tüm dönüşüm sürecini başlatan ve somutlaştıran bir özneye ihtiyacımız olduğuna inanıyor. Liberal-kapitalist demokrasi yerine başka bir siyasi eklemlenmeye alan açmak için ne tür bir özneye ihtiyacımız var? Sizce 21. yüzyılda devrim ve transgresyon fikri ile bilinmesi gereken özne arasında bir bağ var mı?
Benim sorunum, her şeyden önce, çok az şey biliyor olmamız. Bildiklerimizi pratiğe dökmekde zordur. Örneğin küresel ısınma ve ekolojik sorunlar hakkında çok şey biliyoruz; ancak yine de bu bilgiyi askıya alıyor ve varoluşsal olarak ciddiye almıyoruz. Bilgi fikrine gelince, giderek daha çok Hegelci oluyorum. Hegelci derken, sadece bilgimize dayanarak hareket edebileceğimizi düşünmüyorum. Bilinmesi gereken bir konu var ama ona göre hareket ettiğimizde her zaman terslik çıkıyor. 20. yüzyılın en büyük dersi de budur. Lenin bu konuda büyük bir örnektir: Devlet ve Devrim eserinde geliştirdiği devrim fikri, daha sonra tamamen farklı bir yöne kaydı. Benim toplumsal değişimin trajikomik boyutu olarak adlandırdığım şeyi tamamen kabul etmeliyiz. Genellikle bazı muğlak değişiklikler talep ediyoruz, ancak aynı zamanda bu önemli boyutu reddediyoruz. Benim Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle sorunum da bu. Bu konuda giderek daha fazla kuşkuya kapılıyorum. Nedenini açıklayayım: Birincisi, gerçekten karışık bir dizi talepleri var aynı zamanda mevcut sistem içinde belirli ayrıcalıklar arıyorlar. Ve sorun şu ki bu değişimler mevcut durumda gerçekleştirilemiyor. Mevcut sistem içinde kalındığı sürece, sadece sınırlı taleplere erişilebiliyor; daha düşük yakıt fiyatları, daha iyi ekoloji, daha düşük vergiler ve daha iyi güvenlik gibi. Bu sol popülizmin en saf hali! Donald Trump gibi aşırı sağcı figürlerin bu hareketi desteklemesi, solun sadece birkaç sözde radikal talebi dile getirmenin tek başına yeterli olmadığını öğrenmesi gerektiğini gösteriyor. Sistemi değiştirmek için düşünmeye başlamalıyız. Söz konusu hareketin göçmen karşıtı ırkçılığı da göz önünde bulundurmalıdır, zira taleplerinden biri göçü durdurmaktır. Bu, ana akım liberal medyada bulamayacağınız bir şey.
Birçokları için Sarı Yelekliler hareketi 1968 Mayıs’ının eski güzel günlerini hatırlatıyor. Bu hareket o anılardan yeni bir yükseliş olarak değerlendirilebilir mi?
Mayıs 68’in sonucu ne oldu? Muhafazakârların zaferi ve muzaffer bir şekilde iktidara dönüşleri! Benim temel sorunum bu; mevcut sistem içinde radikal talepler arayamazsınız! Aynı sorun göçmenler için de geçerli: Durumları tamamen trajik, ancak baskın liberal sol hala kolay erişim çözümleri arıyor; sınırları açmak ve herkesi kabul etmek gibi. Bu eğilimin sonuçlarını bugün bile görüyoruz: Avrupa ülkelerinin hepsinde halkın büyük çoğunluğu göçmenlere karşı! Bu tür sözde faaliyetler yerine, tüm sistemi değiştirmek gerekiyor. Taleplerde bulunmak isteyen ama yeni vizyonlar geliştirmekten aciz bu tür ahlakçı soldan nefret ediyorum. Sorunlar az çok ortada: küresel ısınma, mülteciler, yaklaşan kaos… Peki bu felaketleri durdurmak ve önlemek için sistem nasıl değiştirilebilir? Bu konuda karamsarım. Bana kalırsa, tüm bu kargaşanın sonucu Avrupa’daki milliyetçi, sağcı, ırkçı rejimin daha da güçlenmesi olacaktır. Marine Le Pen ve Fransız aşırı sağının Sarı Yelekliler hareketine nasıl tepki verdiğini fark ettiniz mi? Hepsi destekledi! Sarı Yeleklilerin bununla bir ilgisi olduğunu söylemiyorum ama aynı zamanda onların ulaşılamaz talepleri aşırı sağın desteğini çekmek için böyle bir bağlam oluşturuyor. Onların durumu tipik bir halk hoşnutsuzluğudur. Önceki sorunuza dönecek olursak, bilmesi gereken özne ile toplumu kökten değiştirmeye dair bir tür vizyondan bahsediyoruz. Şu anki durumumuzda böyle bir şey göremiyorum. Benim için bu itirazlar hâlâ efendiye yöneltilmiş taleplerdir!
Sol her zaman milliyetçiliğe eleştirel yaklaşmıştır. Ancak bazen milliyetçilik, özellikle Orta Doğu, Afrika gibi bölgelerde, sömürgecilik karşıtı eğilimi nedeniyle özgürleştirici bir rol oynamıştır. Doğu’da hatta bazı durumlarda Batı’da pek çok devrimci hareket, milliyetçi eğilimlerle harmanlanmıştır. Böyle bir durumda ne yapılmalıdır? Milliyetçilik devrimci eylemin bir parçası olarak kabul edilmeli midir?
Bence, içinde bulunduğumuz durumda milliyetçilik artık işe yaramıyor. Güçlü bir milliyetçi devlet ile küresel kapitalizmi yenmek ya da en azından ona diremek mümkün mü? Doğu’daki sömürge karşıtı milliyetçi hareketlere ilişkin başarılı bir örnek verebilir misiniz? Gerçekten başarılı olan tek ülke Çin’dir. Peki bu gerçekten özgürleştirici mi? Gençliğimde Sol iki şeyden nefret ederdi: neoliberal rekabet ve güçlü otoriter devlet. Çin tam da bu iki unsuru bir araya getirerek büyük bir başarıya imza atıyor. Eğer komünizmden kastımız komünizmin iktidarda olduğu bir devlet ise, bildiğim kadarıyla bu, komünizmin şimdiye kadar işe yaramış tek biçimidir. Hasılı, milliyetçilik belli bir noktaya kadar işe yaradı ama bugün onda küresel anlamda özgürleştirici bir potansiyel bulamayız.
Bugün yaşadığımız sorunlara milliyetçilik üzerinden doğru bir şekilde yaklaşılamaz. Mesela mülteci krizine milliyetçi bir açıdan yaklaşmak ne anlama geliyor? Milliyetçilerin bu meseleye dair tek cevapları onları dışarıda tutmak! Peki ya ekoloji? Bu engele karşı milliyetçi tepki, tehlikeli endüstrileri başka yerlere taşımaktan ibarettir. Uzun zaman önce Norveç’te bir arkadaşımla yaptığım tartışmada, kıyılarını kimya endüstrisinin yarattığı kirlilikten korumak istediklerini söylemişti. Benim tepkim, olağan çözümün kimyasal kirliliği üçüncü dünya ülkelerine taşımak olacağı yönündeydi. Bugün mutlaka yeni bir enternasyonalizme ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Milliyetçiliği desteklediğim tek nokta, Filistinliler gibi kurtuluş hareketleridir. Ancak unutmamalıyız ki bugünün İsrail’i, ırkçılık gibi uygulamaları da beraberinde getiren, hayal edilebilecek en milliyetçi rejimdir. Bir kez daha vurgulamak isterim ki, bugün karşı karşıya olduğumuz sıkıntılar tamamen küresel ve uluslararasıdır. Bu açmazların milliyetçilikle çözülmesi mümkün değildir. Yeni popülist solun, küresel sermayenin etkilerini bir şekilde düzenleyecek güçlü bir ulus devlete ihtiyacımız olduğu yönündeki hayaline inanmıyorum. Böyle yaparak oyunu önceden kaybetmiş olursunuz. Syriza’nın Yunanistan’daki yenilgisinin nedeni de tam olarak buydu. Bunun temel nedeni, uluslararası bir koalisyon kurmaya çalışmaları ancak başarısız olmalarıdır. Diğer seçenek ise Grexit olurdu, ki bu da büyük bir ekonomik felaket ve muhtemelen kaos ve yoksulluk nedeniyle bir tür askeri yönetim olurdu. Sanırım trajik haberle yüzleşmemiz gerekiyor: Hâlâ solcu olmak istiyor muyuz? Ne istediğimize dair bir vizyonumuz var mı? Bence yok!
Bugün solun arzuladığı şey, kör ve politik doğrucu bir ahlakçılık ile mütevazı bir sosyal demokrasi arasında bir yerdir. İşte benim gerçek karamsarlığım: Sıradan insanlar isyan ettiğinde, genellikle ne istediklerini bilmezler! İstekleri çelişkili, karışıktır. Yani gerçek bir liderin, tüm riskleri göze alarak bir program sunması gerekir. Bugün böyle bir şey yok! İspanya’daki Podemos bu konuda mükemmel bir örnektir. İspanya’daki son seçimlerde Podemos’un programı oldukça ılımlı bir refah devletini içeriyordu ve sosyal demokrat bir programdı. Soldan muhalefet etmek kolaydır; protestolar düzenlersiniz vs. Bu türden bir sola duyduğum ilgiyi giderek kaybediyorum. Beni asıl ilgilendiren, diyelim ki sihirli bir şekilde kazandınız, esasen ne yapacağınızdır. Ne yapılması gerektiği konusunda genel bir fikrimiz olduğunu bile sanmıyorum; kapitalizmin sınırları içinde mi kalacağız? Onu kontrol ediyor muyuz? Temel fikir muhtemelen bir tür refah devleti kapitalizmidir. Belki de bugün tek seçenek budur. Adım adım ilerlememiz gerektiğini düşünüyorum. Elbette, ben bir sosyal demokrat değilim! Burada radikal değişikliklere ihtiyaç olduğunu biliyorum. Ama bence işler şu anda olduğu gibi devam ederse, yirmi yıl içerisinde büyük bir kaos içinde olacağız.
Sorun şu ki Marksizm hâlâ teorik içgörünün sıradan insanların deneyimlediklerine bağlanabileceğine ve kök salabileceğine inanıyor. Bence bu bugün giderek daha az mümkün. Benim pozisyonum elitist bir pozisyon olabilir ama bugün bu bağlantının mümkün olduğunu düşünmüyorum Mao’nun sıradan işçi ve çiftçilerin biz entelektüellerin onlardan öğrenmesi gereken bir tür hikmete vakıf olduğu gibi bir fikri vardı.. Elbette entelektüellerin neler olup bittiğini bildiğini söylemiyorum ama sıradan insanların da hiçbir şeyden haberi yok. Daha önce de söylediğim gibi, sıradan insanların arzuları her zaman çelişkilidir. Eğer işler böyle gitmeye devam ederse, yakın gelecekte seçeneklerimiz radikal, popülist ve göçmen karşıtı aşırı sağ veya aynı şeyi yapan ama insani bir yüzü olan daha medeni bir muhafazakâr siyaset biçimi olacaktır. Bu nedenle Fransa’da Macron’un trajik bir konumda olduğunu düşünüyorum; muhtemelen bugünün müesses nizamının sunabileceği en iyi şey o. Ancak burada bir iletişim eksikliği var ve benim korkum bu gerilimin büyümesi ve yeni bir şey ortaya çıkmadan önce, eğer çıkarsa, daha güçlü bir toplumsal huzursuzluk yaşanması.
Nihai ironi olarak bugün insanlar Fransa’daki mevcut protestoları Mayıs 68 ile karşılaştırıyor. Ancak Mayıs 68 benim için her zaman bir muamma olmuştur. O dönemde Fransa’da refah devletinin en yüksek noktasında olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. Burada son derece önemli bir husus var. Bugün toplumsal huzursuzluk, işler gerçekten felaket boyutuna ulaştığında değil, genellikle yaşam düzeyi görece iyi olduğunda ortaya çıkıyor. Bu yüzden, örneğin, bugün Çin’de iktidar partisi işçileri örgütleyen yeni solculardan korkuyor. Ama kabul edelim, Çin’de genel olarak sıradan insanların çoğu hiçbir zaman şimdiki kadar iyi yaşamadı. Elbette ülke genelinde büyük bir yoksulluk var ama gerçekten çaresiz oldukları için asla protesto etmiyorlar. İran da bu konuda bir başka örnektir. Evet, Şah rejimi sırasında durum korkunçtu ama ekonomik durum çok da felaket değildi ve ben hâlâ 1979 İran Devrimi’nde bazı özgürleştirici unsurların var olduğuna inanıyorum.
Arap Baharı’ndan bu yana, kapsamlı toplumsal ve politik değişimlerin ortasında, doğrudan demokrasi fikri bir kez daha mevcut durumdan çıkmanın önemli yollarından biri olarak gündeme getirildi. Doğrudan ve acil eylemin herhangi bir özgürleştirici potansiyeli var mı? Açık kaynaklı bir toplum ve herkes için doğrudan demokratik bir hükümet fikrinin hepimizin ihtiyaç duyduğu panzehir olduğunu düşünüyor musunuz?
“Doğrudan demokrasi” fikrine dair sorunlarımdan biri de bunun gerçek dünyada gerçekten işe yaramamasıdır. Bana bu fikrin gerçekten işe yaradığı birkaç örnek gösterebilir misiniz? Bu kavramın işleyebileceği bir toplum ya da topluluk örneği bulmak mümkün mü? Biraz safça gelebilir ama insanların doğrudan demokrasiden bahsederken neyi kastettiklerinden emin değilim. İnsanlar genellikle Hugo Chavez’in Venezuela’da bunu denediğinden bahseder. Ancak orada bile tüm bunlar son derece güçlü bir yapıya sahip çok güçlü bir lider tarafından destekleniyordu. Hatta bir keresinde Negri’ye Berlin’deki bir komünist konferansında bana doğrudan işletilen bir çokluk örneği verip veremeyeceğini sormuştum. O da Çin Kültür Devrimi dedi. Ama benim cevabım, o zaman bile, Çin’deki tüm Kültür Devrimi’nin son derece güçlü bir liderlik aracılığıyla örgütlendiğiydi. Bugün karşı karşıya olduğumuz küresel sorunlar için -ekoloji, aşırı sağın yükselişi gibi- uluslararası koalisyonlara ihtiyaç duyulacak. Doğrudan demokrasi küçük, yerel topluluklarda işleyebilecek belirli bir modeldir. Ancak orada bile, yakından incelerseniz, çok kesin bir otorite yapısı keşfedersiniz. Dolayısıyla, doğrudan demokrasiyi denememiz gerektiğini savunanlara vereceğim ilk yanıt, bunun ne işe yarayacağını sormak olacaktır. Buradaki fikirlerden biri Dijital Demokrasi, ancak burada bile verilerin kimin kontrol edebileceği ve manipüle edebileceği gibi sorunlar vardır. Doğrudan demokrasinin farklı biçimlerinin her zaman örtük bir iktidar yapısına dayandığını iddia ediyorum.
Toksik erkeklik konusunda da aynı sorunu yaşıyorum. Birincisi, bu aynı zamanda ideolojik bir mesele ve genellikle tıbbileştirilerek ele alınıyor ve bunu gerçekten dehşet verici buluyorum. İkinci olarak, toksik erkeklik özelliği de sorunludur. Bu konuda okuduğum tek mantıklı argüman Guardian‘da yayımlanan bir makaleydi; makaleye göre binlerce erkeğin toksik erkeklik fikrine tepki göstermesi ve bu fikir tarafından tehdit edilmesi, erkekliklerine bile güvenmediklerini kanıtlıyor. Buna göre, erkekler gerçekten erkekliklerine inansalardı, böyle bir paniğe kapılmazlardı. Bu argümana katılıyorum, ama gerçekte ne diyor? Basitçe, kendinize gerçekten güvenmediğiniz kendini beğenmiş erkekliğe, kendini beğenmiş olmayan bir erkeklikle karşı çıkıyor. Burada gerçekten tehlikeli bulduğum şey, toplam ideolojik ayrımları tıbbileştirmek. Bu en kötü totaliter prosedürdür. Bu, bir kişinin sadece ideolojik olarak şovenist olmakla değil, aynı zamanda klinik düzeyde de suçlanabileceği anlamına gelir. 50’li yıllarda eşcinselliğe karşı yürütülen politikaların en kötüsü eşcinselliği tıbbileştirmekti. Yarım yüzyıl önce eşcinselliği tıbbi olarak kategorize eden aynı Amerikan Psikoloji Derneği şimdi aynı şeyi toksik erkeklik gibi konularda yapıyor. Ve bunu gerçekten şüpheli kılan şey, tüm büyük şirketlerin artık bu yaklaşım biçiminin arkasında olması. Gördüğüm şey, baskın bir toplumsal görüşle çelişen herhangi bir duruşun artık potansiyel olarak patolojik olarak reddedildiği yeni bir konformist mantığın girişi.
Çağdaş kapitalist mantık açısından milliyetçilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu nokta özellikle ilginç çünkü Rusya gibi ülkelerde hükümet uluslararası sahnede yarı-sömürgeci bir yaklaşım benimserken, içeride neoliberal ve milliyetçi politikaları acımasızca uyguluyor.
İlginç bir soru. Çin burada iyi bir örnek; uluslararası alanda hâlâ Amerikan emperyalizmini falan eleştiriyorlar ama ülke içinde hayal edebileceğiniz en vahşi kapitalizm mevcut. Bu yüzden Çinli yetkililer şimdi Marksizmi biraz fazla ciddiye alan genç öğrencileri tutukluyorlar. Aynı mantık İran için de geçerli olabilir ama bence İran bu konuda özel bir durum değil; çünkü Asya değerlerine sahip aynı kapitalizm mantığı dünyanın birçok ülkesinde bulunabilir. Bu harika bir paradoks: Uluslararası alanda dayanışma ve ekolojik acil durum dili konuşuyorlar, ancak içeride saf vahşi kapitalizm. Bu yeni bir formül! Bence bu, çelişkili görünse de yine de işleyen kapitalizmin yeni mantığıdır; aynı zalim sistem, bazı dinî veya eski ideolojilerle birleştirilir ve sonuçta sahte bir Marksizm biçimi ortaya çıkar. Bu, radikal bir solcu olarak kişinin sistem tarafından kolayca yeniden içerilebileceğini gösteren üzücü bir gelişmedir. Bu durum Oliver Stone gibi bazı solcu arkadaşlarımın Vladimir Putin gibi bir figüre sempati ile yaklaşmalarında görülebilir. Burada aynı paradoksa tanık oluyoruz: Uluslararası alanda Oliver Stone gibi biri Amerikan emperyalizmini eleştiriyor, ama Rusya’da Putin’i destekliyor! Buradaki olağan mantık, kapitalizme karşı mücadelenin uluslararası boyutunu vurgulamaktır, ki bu da tam bir deliliktir. Ya da bir başka örnek, liberal solun Batılı değerlerin Doğu kültürüne dayatılması olarak görüp reddettiği Müslüman ülkelerin politikalarının eleştirilmesidir. Bu paradoks, çağdaş kapitalizmin dinamiklerinden anlaşılabilir: Küresel kapitalizm, Fukuyama’nın eski modeli olan demokratik liberal düzen gibi işlemiyor. Aksine, küresel kapitalizm bugün belirli bir milliyetçi mantığa dayanan radikal bir bükülme ile kapitalizm olarak işlemektedir. Burada kolay çözümler yoktur, tıpkı Sarı Yelek Hareketi örneğinde olduğu gibi. Bana göre, ana sembolleri Modi, Trump gibi figürler olan milliyetçi kapitalizme dayalı bu yeni dünya eninde sonunda üstünlüğü ele geçirecek.
Cinsellik ve Başarısız Mutlak kitabınızda ‘pasifliğe düşmek değil, belki de en radikal eylem’ olan ‘minimal geri çekilme’den bahsediyorsunuz.1Žižek, Slavoj, Sex and the Failed Absolute, Bloomsbury Academic, 2019, s.1. Hiperaktivite (eylemsiz bir aktivizm) de bu radikal eylemin bir versiyonu olarak nitelendirilebilir mi?
Benim için bazen hiperaktivite, hiçbir şeyin değişmemesini sağlayan rafine bir konformizm biçimi olabiliyor. Burada biraz acımasız olayım: Radikal solun Batı’daki topluma yönelik eleştirilerinin çoğu hiperaktivite işlevi görüyor. Toplumu sürekli eleştiriyorlar ama bu sürekli eleştiriyle düzene karşı bir alternatif sunulmadığının farkında değiller. Bu anlamda, hiçbir şey ifade etmediği gibi mevcut düzende olumlu bir rol oynayan bir hiper-eleştiri biçimi olduğunu düşünüyorum. Batı toplumları ancak bu tür bir radikal eleştiri yoluyla işlev görebilir. Alain Badiou ile anlaşamadığım noktalardan biri de budur. Radikal duruşunun onu basitçe izole ettiğini ve bunun, onun katı siyasi duruşu sürdürmesini ve onun bir parçası olmaktan kaçınmasını sağladığını düşünüyorum. Politikayı herkesin bir parçası olduğu bir illüzyon olarak görüyor. Syriza, Podemos, Chavez ve benzerlerini tartışırken de aynı mantığı kullanıyor. Elbette ona bir dereceye kadar katılıyorum, ancak başarılı olmak için bu tür tekrarlanan başarısızlıkları deneyimlememiz gerektiğini de düşünüyorum. Wall Street’i İşgal Et Hareketini hatırlıyor musunuz? O zamanlar Badiou, tüm bunların sadece üst orta sınıf protestosu olduğunu ve çok ciddiye alınmadığını söylerdi. Tabii ki ortadan kayboldular ama yine de bu hareket Bernie Sanders’ın başkan adaylığı için bir arka plan oluşturdu. Dolayısıyla, her ne kadar karamsar bir bakış açısına sahip olsam da, bu önemli anların takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Cinsellik ve Başarısız Mutlak aynı zamanda Deleuzecü çokluk ve birleşim ontolojilerinden, Badiou’nun varlığın çokluğundan ortaya çıkan dünyalar mantığına kadar çağımızdaki ontolojinin kaderini de ana hatlarıyla çiziyor. Öte yandan, siz “her ontolojinin başarısızlığı”nda, “gerçekliğin kendisinin engellenen karakterini yansıtan bir başarısızlık”ta ısrar ediyorsunuz.2Žižek, Slavoj, Sex and the Failed Absolute, Bloomsbury Academic, 2019, s. 8. Bu ontolojik başarısızlıkları postyapısalcı belirsizlikten nasıl ayırt edeceğiz? Ve bu başarısızlık Hegelci Dünyanın Gecesine bağlanabilir mi?
Kitapta ayrıntılı olarak açıkladığım gibi, bu engellenmiş karakter, ontik ve aşkın boyut arasındaki indirgenemez paralaks boşluğunda ayırt edilebilir: varlığın bütünü olarak gerçeklik kavramı ve gerçekliğe erişimimizi her zaman aracılık eden aşkın ufuk kavramı. Benim için her ontolojinin bu başarısızlığı, radikal olumsuzluğun bir başka adıdır. Bu anlamda, bu başarısızlığın sonucu sadece çoklu evren falan değil, aynı zamanda olumlu bir ontolojik özellik olarak ortaya çıkar. Bunun temelde Hegel’in pozisyonu olduğunu düşünüyorum. Bazı ontolojik karamsarlıkların ve hatta felaketçiliğin radikal Sol politikalarının felsefi temeli olarak hizmet etmesi gerektiğini iddia ettiğiniz bu paradoksal durumu seviyorum.
Hegelci Dünyanın Gecesi bağlamında, bu ikisi bağlantılı olabilir, ancak burada vurgulamak istediğim, bunun mistik bir durumda kalmamız gerektiği anlamına gelmediğidir. Kesinlikle üzerinde durduğum şey, tam bir katılım gibi konulardır. Demek istediğim, tam bir otantik angajmanın ancak bu arka planda mümkün olduğudur. Lacan bunu çok iyi biliyordu ve bir eylemin ancak kaygı arka planında mümkün olduğunu açıklamıştı. Aynı mantığın izlerini Badiou’da bile bulmak mümkündür. “Ontolojik çekimserlik” derken, gerçekliğin bu büyük, olumlu ontolojik görüşlerinin hepsini reddetmemiz gerektiğini kastediyorum. Ve bence postmodernistler bile bir tür çoğulluk ontolojisi sunuyor veya çokluğu dağıtıyor. Bence Deleuze gibi postmodernistler de aynı şekilde işlev görüyor!
Bunu fark etmenin önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü benim pozisyonum nihayetinde burada yalnız kalıyor. Burada kimse benim düşünce çizgimi takip etmiyor! Beni takip edenler bile her zaman mesafelerini koruyor. Örneğin, arkadaşım Adrian Johnston, tam anlamıyla ironiyle kullandığım Diyalektik Materyalizm terimini çok ciddiye alıyor ve bunu yeni bir olumlu ontoloji türü olarak kabul ediyor; çelişki aracılığıyla hareket eden gerçeklik. Benim için bunların hepsi hâlâ ontolojidir.
Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği kitabının yayımlanmasından bu yana, bu fikirle ilgili birçok eleştiri yapılmıştır. Fredric Jameson, Adorno’nun kültür endüstrisi fikrinin tarihsel olarak sınırlı olduğunu belirtti; çünkü 1960’lar ve 1970’lerde yeni medyayla gelişen toplum, 1940’larda mevcut olan kültürel olanakların ötesine geçti. Terry Eagleton’a göre, hem Adorno hem de Marcuse, kapitalist toplumun her yere nüfuz eden şeyleşme pençesinde çürüdüğüne inanarak, egemen ideolojiyi abarttılar.3Eagleton, Terry, Ideology: An introduction, Verso, 1991, s.46. Bugün kültür endüstrisi çerçevesinin ötesine geçmek mümkün mü?
Adorno, saf, Avrupamerkezci ve elitist bir modernistin mükemmel örneğidir. Kültür endüstrisine yönelik eleştirilerini okurken, bu eleştirinin hangi pozisyondan geldiğini her zaman sormak gerek. Adorno benim için modernist avangardın uç noktasıdır. Hiçbir zaman perspektifimizin en azından marjinal bir tasvirini bile çizmiyor ve sadece olumsuz bir tablo sunuyor. Sadece birkaç istisna dışında asla siyasi taraf tutmadı. Diğer bir deyişle, temelde herkese eleştirel bir tutum sergiledi. Adorno’yu bu anlamda da eleştireceğim; çünkü popüler kültürü tamamen kültür endüstrisi olarak reddetti, ki bu bana göre son derece sığ ve yanlış bir analiz. Bence günümüzdeki popüler kültür çok daha belirsiz. Evet, hâlâ kültür endüstrisi ama sadece bu değil. Örneğin rock müziğine bir bakın. Adorno, bunu bir kültür endüstrisi biçimi olarak tamamen reddediyordu. Ve onunla belirli bir noktada hemfikir olsam da, rockın için aynı zamanda, kurtarıcı bir potansiyel anlamında daha fazlası vardır. Öte yandan, sözde avangard sanatın, müziğin ve özellikle görsel sanatların kendilerinin modern kültür endüstrsinin bir parçası olması beni büyülüyor. Burada modern bir örnek ele alalım: Venedik Bienali. Bu bienallerde sermaye, modern sanatı entegre ediyor ve bu son derece etkili. Komik olan, bu bienallerin kendilerini her zaman anti-kapitalist terimlere dayandırması ve hatta kendilerini eleştirmesidir. Ama bu gerçekte neyi değiştirir?
Zaman zaman, Amerikalı sanatçı ve fotoğrafçı Andres Serrano’nun Piss Christ gibi skandal yaratıcı sanat formları ortaya çıkıyor. Böyle provokatif şeylere asla hayranlık duymadım, çünkü bu tür şoklar günümüz piyasasına mükemmel bir şekilde entegre edilmiştir. İngiltere’de Saatchi Gallery gibi yerlerin her zaman siyasi olarak muhafazakâr olması da şaşırtıcı değil. Tüm bu avangard provokasyonlardan yoruldum. Bence bunlar kesinlikle kapitalist sisteme entegre olmuştur.
Adorno’dan Bataille ve Derrida’ya kadar Hegel uzun zamandır eleştirilmekte ve saldırıya uğramaktadır. Buna göre, Hegel diyalektiğin maddi boyutunu dışlar ve tarihi diyalektik egemenlik fikrine dayalı kapalı bir devre oluşturur. Ancak sizin Hegel okumanız farklı bir yol izliyor. Şimdi burada nihai sorumuzu soralım: Sonuçta söylenenler ve yapılanlar göz önüne alındığında, bugün Hegel’i kurtarabilir miyiz?
Hegel’in tahayyül edilebilecek en açık filozof olduğuna inanıyorum. Her zaman onun Hukuk Felsefesinin Prensipleri eserinin önsözünden bir alıntı yaparım; burada gelecekle ilgili hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi ve yapabileceğimiz tek şeyin mevcut olanın rasyonel yapısını tanımlamak olduğunu söyler. Geleceğe bu kadar açık olan başka bir filozof yoktur; geleceği kapsam dışında ve gizemli bırakır. Bu yüzden Hegel’i takdir ediyorum; çünkü onunla birlikte gelecekle ilgili hiçbir hayaliniz yoktur ve bu gerçek bir kapanıştır. Gerçek kapanışlar, toplumu olduğu gibi tanımladığınızda ve ardından geleceğe dair bir vizyon sunduğunuzda gerçekleşir; bu da ufku kapatır. Onun son mesajı nitekim uzlaşma ile ilgili değildir. Esasında siyaset felsefesi olan Hukuk Felsefesi‘nde sonsöz, uzlaşma ile değil savaşla ilgilidir; uluslararası alanda hepimizin savaş halinde olması gerekir. Bu, Hegel’i eleştirebileceğiniz bir noktadır; Hegel’e göre tüm etik anlayışımız savaşa dayanır, yani günlük yaşamımızın ötesine geçmenin ve etik yaşamı bulmanın tek yolu hayatınızı savaş yoluyla riske atmaktır. Bu nedenle, birçok düzeyde Hegel bu nihai karamsarlığı korur. Hegel için uzlaşma, dünyayı barışçıl ve çatışmasız bir yer haline getirmek anlamına gelmez. Uzlaşma, dünya kaosuyla uzlaşmak demektir. Hegel, her şeyin sonunda rasyonelleşeceğine inanmaz. Aksine, tehdit her zaman var olmaya devam eder. Bu yüzden Hegel’i seviyorum; çünkü onda gelecek her zaman açıktır!
Ve bu, bugün ihtiyaç duyduğumuz tutum budur; diğer bir deyişle, geleceğin istediğimiz kadar kesin olmadığını kabul etmek. Hegel’in temel dersi, büyük devrimci eylemler üstlendiğinizde, aynı zamanda işlerin bir şekilde ters gidebileceğine dikkat etmeniz gerektiğidir. Ve benim için bu, bir devrimcinin gerçek görevidir: İşler ters gittiğinde ne yapmalıyız?