Piyasa rasyonalitesi ve bitmek bilmeyen metalaşma ile karakterize edilen bir dünyada, duygular uzun zamandır özgürlük alanı olarak görülüyor. Duygusal yaşamlarımız, sanki kendiliğinden ve anarşiklermiş gibi, üretim alanının dışında, emeğe ait olanın tam tersi bir yerde yapılandırılır.
Ancak pek çok kültür eleştirmeninin de işaret ettiği gibi, duygularımız belirli şekillerde örgütlenmiştir. Raymond Williams’ın ”duygu yapısı” terimi, duyguların öznelerin sahici kişiliğine içkin olmaktan ziyade, son derece toplumsal ve politik olduğu yolları tanımlar.1Raymond Williams, Marxism and literature, Oxford University Press, 1977, 132. Yine de duyguların ideal olarak ekonomik ilişkilerden ayrıştırılması gerektiği yönündeki ısrarcı düşüncede şaşırtıcı bir yan vardır. Özellikle de en çok değer verilen duygu olan aşk söz konusu olduğunda, onun kapitalist ilişkilerin antitezi olduğunu hissederiz.
Günümüz dünyasında aşktan pek çok iş görmesi bekleniyor. Sağlıklı ve mutlu çocuklar yetiştirmek, yorucu ve stresli işleri telafi etmek, aşk olmadan içi boş kalacak yaşamlara anlam katmak gibi. Romantik birlikteliğe dayanan aile, yalnızca bir toplumsallık biçimi değil, aynı zamanda tüm ihtiyaç ve arzularımızı karşılayabileceği varsayılan bir özlemdir. Aşktan çok şey yapması istenir, ancak çoğu zaman vaatlerini yerine getiremez.
Özellikle heteroseksüel kadınlar, fiili birliktelik ve aile ilişkilerinde hayal kırıklığına uğrama eğilimindedirler ve erkek partnerlerinin duygusal olarak içe kapanma eğiliminde olduklarını görürler. Marksist feminist Silvia Federici, 1975 tarihli Wages Against Housework kitapçığında şöyle yazar: “Onların aşk dediğine biz ücretlendirilmemiş emek diyoruz.”2Silvia Federici, Revolution at point zero: Housework, reproduction, and feminist struggle, PM Press, 2012, 15. Aşkı bir emek biçimi olarak kuramsallaştırmak ne anlama gelir? Duygusal bağlılıklarımızı bireysel ve içsel öznelliğin ifadeleri olarak değil de politik terimlerle nasıl düşünebiliriz? Duygusal yeniden üretim kavramını, toplumsal yeniden üretimin duygularla ve samimi duygulanım bağlarıyla nasıl yakından bağlantılı olduğunu ele almanın bir yolu olarak sunmak istiyorum.
Nasıl insanların yiyecek, su ve barınmaya ihtiyacı varsa, hepimizin duygusal ihtiyaçları vardır. İşlevselliğimizi sürdürebilmek ve daha da önemlisi çalışmaya devam edebilmek için bu ihtiyaçların bir şekilde karşılanması gerekir. Ancak bu ihtiyaçların gerçekte ne ölçüde karşılandığı, kişinin çeşitli sosyal ilişkiler ve hiyerarşiler içindeki konumuyla ilgili bir sorundur.
Her zamanki gibi, toplumsal hiyerarşinin en altındakiler genellikle asgari düzeyde yaşamlarını sürdürürken, daha üsttekiler, duygusal konfor ihtiyaçlarını başkaları üzerinden karşılama eğilimindedirler. Çoğumuz sadece duygusal ihtiyaçlarımızın tam olarak karşılandığı –işimizin keyifli ve tatmin edici olduğu, rahatlamak ve eğlenmek için yeterli zamanımızın olduğu ve diğer insanların içtenlik ve duygusal yakınlık arzularımızı tatmin edebildiği– bir hayata sahip olmayı arzulayabiliriz. Ancak hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmeyecek olan duygusal bir ideali arzulamanın kendi içinde önemli bir siyasi işlevi vardır.
Duygusal yeniden üretim terimini, duygusal ihtiyaçların inşa edildiği, normalleştirildiği ve giderildiği süreçleri adlandırmak için kullanıyorum. Duygusal yeniden üretim, duygusal refahın korunması ve egemen ideolojilere yapılan duygusal yatırımın yeniden üretilmesidir. Duygusal ihtiyaçlar ancak bir tür ideolojik form aracılığıyla tatmin edilebildiğinden, bu süreçler genellikle tek ve aynıdır.
Bu dünyada kişi ancak toplumun egemen ideolojik çerçevesine yatırım yaptığında kendini gerçekten konforlu hissedebilir. Duygusal yaşamlarımızın düzenlenmesinde doğal ya da kaçınılmaz hiçbir şey olmadığı noktasından yola çıkarak, belirli ihtiyaç ve arzuların “iyi yaşamın” anahtarı olarak nasıl oluşturulduğuna ve bazı insanların duygusal tatminlerinin nasıl diğerlerinden daha önemli görüldüğüne itiraz etmek istiyorum.
Feministler uzun zamandır kadınların başkalarının –özellikle de kocalarının, çocuklarının ve diğer aile üyelerinin– ihtiyaçlarını karşılamak için kendi arzularını nasıl feda etmek zorunda bırakıldıklarının farkındadır. Ancak aynı zamanda belirli feminenleşmiş duygusal ihtiyaçların nasıl başkalarıyla ilgilenme ihtiyacı olarak inşa edilmiş olduğunu ve kadınların “aşk uzmanları” olmaktan –başkalarıyla ilgilenme ve onların bakımını üstlenme işini yapmaktan– ne gibi duygusal kazançlar elde edebileceklerini de düşünebiliriz. Bu şekilde, duygusal yeniden üretimin gerektirebileceği öznel yatırımların neler olabileceğini ve yeniden üretim emeğinin belirli öznellik biçimlerini nasıl şekillendirip doğallaştırdığını düşünebiliriz.
Duygusal ihtiyaçları kendiliğinden verili ya da otantik öznel bir içselliğin ifadesi olmaktan ziyade tarihsel olarak değişken şeyler olarak ele alırsak, duygusal ihtiyaçların ve bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik ilişkilerin nasıl tarihsel olarak özgül olduğunu kuramsallaştırmaya başlayabiliriz. Kapitalizme geçişte, iş yaşamı ile özel yaşam arasındaki ayrımın giderek belirginleşmesiyle birlikte aile, kalpsiz bir dünyada sığınağımız olan duygusal tatminle güçlü bir şekilde ilişkilendirilmiştir.
19. yüzyıl boyunca, evliliğin ideolojik gerekçesi statü ve bağlantıdan ziyade aşka dayalı hale geldi. Ebeveynlerin ve özellikle de annelerin çocuklarıyla duygusal olarak yoğun bağlar kurmaları giderek daha fazla talep edilmeye başlandı. (Beyaz, burjuva) kadınlık ideali, erkeklerin günün sonunda geri dönebilecekleri bir sevgi alanı yaratmayı gerektirdiğinden, duygular güçlü bir şekilde feminenleşti; kişiliksizleşmiş rekabet ilişkilerinin dış dünyası bu alanda kaybolup gitti ve birey kendisi için değerli bir hal aldı. Bununla birlikte, CB MacPherson’ın yazdığı gibi “esasen kendi kişiliğinin ya da kabiliyetlerinin sahibi olarak görülen ve bunlar için topluma hiçbir şey borçlu olmayan”, dolaylı olarak eril sahiplenici bireyin burjuva inşasında ev ilişkileri silinmiştir. Bu şekilde, bu kabiliyetlerin kadınların ev içi alandaki çalışmalarına bağlı olduğu gerçeği toplumsal olarak silinmiştir.
Burjuva aile normları 20. yüzyılın başlarında daha da genelleştikçe, bu idealler işçi sınıfı ailelerini de etkilemeye başladı. Birçok işçi sınıfı ailesi bu idealleri tam olarak hayata geçirememiş olsa da, yine de duygusal tatminin sağlandığı ”iyi yaşamın” giderek artan bir şekilde yalnızca ev içerisinde yer aldığının düşünüldüğü bir arzu ufku yarattılar.
Böylece aile yaşamına duygusal anlamlar yüklendi ve duygusal ihtiyaçların yegâne mekânı olarak tahayyül edildi. Aynı zamanda, aile dışı ilişkiler daha az önemli hatta zararlı olarak inşa edildi; bunlar çekirdek ailenin kutsallığını ve duygusal bağlarının münhasırlığını tehdit ediyorlardı. Kapitalizm altında, duygusal yeniden üretim, esas olarak mahrem ve münhasır romantik ve aile ilişkilerinin duygusal açıdan tatmin edici bir hayata yol açtığı düşüncesiyle, oldukça özelleştirilmiş bir meseledir.
Duygusal bağlar, duygu yoğunluğunun ilişkinin münhasırlığı tarafından belirlendiği sıfır toplamlı bir oyun olarak inşa edilir. Kişi yalnızca kendi partnerini, kendi çocuklarını sever. Aşk, kendi sahasının dışına taştığında azalan ve değersizleşen sınırlı bir kaynak olarak görünür.
Ev içi alanın bu inşası, kadınların giderek artan bir şekilde “evin meleği” idealine, hem kocasına hem de çocuklarına annelik yapabilecek bir figure talip olmaya zorlandığı Viktorya döneminde kadınlığın yeniden formüle edilmesiyle yakından ilişkilidir. Bu ideal, 20. yüzyıl boyunca önemli ölçüde değişmiş olsa da, unsurları ailenin çağdaş inşasında varlığını sürdürmektedir. Çağdaş kadınlık çelişkilerle doludur, zira kadınlardan giderek hem başkalarının duygusal ihtiyaçlarıyla ilgilenen dişil bakıcılar hem de kendi kapasitelerinin hâkimi olan sahiplenici bireyler olmaları istenmektedir.
Evlilik dışı birlikte yaşama, boşanma, lezbiyen ve gey birlikteliklerinin giderek daha kabul edilebilir hale gelmesi ve kadınların finansal bağımsızlıklarını daha ileri seviyelere taşımaları nedeniyle “aile”yi oluşturan unsurlar son yıllarda bir ölçüde daha esnek hale gelmiştir. Yine de daha fazla insanın boşanıyor olması, insanların evliliğe daha az önem verdiğini değil, evliliğin sonsuza kadar mutlu yaşama vaadini yerine getiremediğini gösteriyor olabilir.
Özellikle kadınlar, evlilikte duygusal mütekabiliyet vaadinin pratikte gerçekleşmesinin zor olduğunun farkına varmaktadır. Aksine, ailenin genel refahından ve yakın duygusal ilişkileri sürdürme görevinden sorumlu tutulma eğilimindedirler. Kapitalizmin iş ve aile hayatını bir araya getirmeyi zorlaştıracak şekilde yapılandırması nedeniyle, çiftlerden biri genellikle ailenin fiziksel ve duygusal refahı için orantısız bir sorumluluk üstlenirken, diğer eş ücretli bir işte daha fazla zaman harcamaktadır.
Birçok çağdaş ilişki eşitlik ve duygusal mütekabiliyet arzusuyla başlasa da, özellikle çocuklar söz konusuysa, eşler cinsiyetçi hatlarda tortulaşma eğilimindedir. Kadınların duygusal yönetim ve ilişkileri sürdürme konusundaki sözde “doğal” yetenekleri, erkeklerin duygular konusunda beceriksiz görünmeleriyle tamamlanmaktadır. Heteroseksüel ilişkilerde erkekler genellikle duygusal açıdan yetersiz, duygusal açıdan olgunlaşmamış ve başkalarının duygusal ihtiyaçlarıyla uyumsuz, ailenin refahı için sorumluluk alamayan kişiler olarak görünürler.
Dolayısıyla toplumsal cinsiyet kimliği, bu şekilde deneyimlenmese bile, vasıflı iş biçimleriyle yakından ilişkilidir. Modern ”aşk” kurgusunun önemli bir yönü, aşkın işin zıttı olarak algılanmasıdır. İnsanların ilişkilerini ve duygusal refahlarını muhafaza etmelerini “iş” olarak adlandırmak, bu ilişkilerin içten olmadığını ima ediyor gibi görünmektedir. Bu nedenle duygusal olarak yeniden üretim işi yapan insanlar, faaliyetlerini iş olarak gizlemek için ek bir çaba sarf etmeli, bunun yerine bunu aşkın doğal olarak var olan duygusal durumu –yapmaktan ziyade olma durumu– olarak sunmalıdır.
Ancak kapitalizmin özel ve kamusal dünyaları arasındaki sınırlar her zaman değişkenlik gösterir. Birçok durumda, dadılar ve çocuk bakıcıları çocuklarla ebeveynlerinden daha fazla zaman geçirmektedir. Yalnız yaşlılara gönüllüler ve bakım görevlileri bakıyor. Ev kadınlığının normatif bir iş rolü olarak gözden düşmesinden sonra, kişinin aile üyeleriyle geçireceği yeterli zaman kalmamıştır; özellikle de yeni ortaya çıkan “yoğun annelik” idealleri çocukların günün 24 saati bir yetişkin tarafından bakılmasını gerektirdiğinden.
Bilhassa duygusal bakım, yoğun emek gerektiren ve daha verimli hale getirilmesi genellikle zor olan bir iştir. Duygusal ihtiyaçlarımızı daha hızlı bir şekilde karşılayamıyoruz ve teknoloji eğlence ihtiyacımızı giderek daha fazla karşılasa da, henüz yüz yüze insan etkileşiminin yerini tam olarak alabilmiş değil. İçinde çalıştığımız ve yaşadığımız genellikle zararlı ve duygusal olarak yıpratıcı koşulların bazı etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmak zaman alır.
Pek çok teorisyen, bakım işi, terapi, seks işçiliği ve müşteri hizmetleri gibi duygusal emek içeren metalaştırılmış hizmetlerin günümüzdeki yaygınlığına dikkat çekmiştir. Kadınlar genellikle başkalarının duygularıyla ilgilenme konusundaki sözde doğal dişil becerilerini metalaştırmak için göreve çağrılan kişilerdir. Bu şekilde, ev içi alandan ücretli iş alanına geçen pek çok kadın, kendilerini daha önce kocaları, çocukları, akrabaları ve arkadaşları için yaptıkları işlerin aynısını müşteriler, patronlar ve iş arkadaşları için yaparken bulmuştur.
Metalaştırılmış duygusal emekte, feminenleştirilmiş işçiler genellikle genel bir nezaket ve duygusal sıcaklık hissi yaratmaya ve herhangi bir öfkeyi veya diğer olumsuz duyguları bastırmaya teşvik edilirler. Bu durum, müşterilerin, meslektaşların, hastaların ve müşterilerin hizmet çalışanlarından beklediği duygusal performans standardını giderek yükseltebilir. Bu tür bir performansın (sık sık gülümseme, sıcak ses tonu, dostane beden dili, yatıştırıcı sözler) yokluğu genellikle kabalık veya öfke olarak yorumlanır.
Şirketler ”doğuştan” arkadaş canlısı kişiliğe sahip işçileri işe almak istemekle birlikte, çalışanlarından ne tür davranışlar beklendiğini düzenleme eğilimindedirler. Müşteri odaklı pozisyonlarda duygusal emek daha yaygın hale geldikçe, bu kapasitelerden yararlanma ihtiyacı da artmakta, dolayısıyla şirketler artık çalışanlarının “gerçek” bir gülümseme ve “gerçek” bir samimiyet sergilemelerini talep etmektedir.
Ancak bu hizmetler, aile ve arkadaşların yaptıklarını tam olarak telafi edemez. Kapitalizmin para ve duygu ikilemi, parasını ödememiz gerekiyorsa bunun gerçek sevgi olmadığını dikte ediyor. Bizi hayal kırıklığına uğratmaya devam etseler bile, cennetlerimizi bulmayı arzulamaya devam ediyoruz. Kadınların ücretsiz emeğinin sömürülmesini kolaylaştıran ilişkilerdeki yoğun duygusal yatırımlar, mevcut duygu yapısına karşı mücadele etmeyi çok daha zor hale getiriyor.
Yani, emek ilişkisinin biçimi ve ona olan bağlılığımız, duygusal yeniden üretim zemininde mücadeleyi engellemektedir. Bu durum, mevcut sistemin güya iyi hisler yaratma amacını gerçekleştirmede pek başarılı olmadığı gerçeğine rağmen böyledir, nitekim birçok insan aslında yalnız ve mutsuzdur. Bununla birlikte, biraz daha çabalasak ya da duygusal ilişkilerimizi daha adil ve karşılıklı bir şekilde düzenlesek hepimizin mutlu olabileceğine dair yaygın bir kanı var.
Bu tür bir duygusal reformizme karşı ben ve diğer pek çok kişi, duygusal yaşamlarımızın merkezi olarak aileyi ortadan kaldırmaya ve böylece ihtiyaçlarımızı tatmin etmenin yeni yollarını ve tamamen yeni ihtiyaçlar yaratma olasılığını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Birçok kişi doğru bir şekilde şu anda aileye mahsus olan ilişkilerin alanını genişletme imkânına işaret etmiş olsa da, mevcut aile ilişkisi anlayışımızın diğer ilişki biçimlerinin hariç tutulması yoluyla oluşturulduğuna dikkat çekmenin de önemli olduğunu düşünüyorum.
Aile ilişkileri basit bir şekilde daha kapsayıcı hale getirilemez. Bildiğimiz şekliyle aile, kendi kurucu dışlamaları –aile dışı olarak gördüğümüz insanlar– aracılığıyla inşa edilmektedir. Sorunun bir kısmı, bazı insanların herhangi bir aile bağının tamamen dışında kalması ve bu nedenle ailenin yerini başka bir toplumsallık biçimi almadığı sürece duygusal olarak tatmin edici ilişkilerden yoksun kalmalarıdır. Ancak şu anda duygusal yaşamın alternatif organizasyonları için çok az maddi, yasal veya ideolojik destek bulunmaktadır.
Aile formuna (kısmen ya da tamamen) dahil olanlar için duygusal ihmal hatta istismar o kadar yaygındır ki, bunları istisna olarak değil, aile formunun doğasında var olan kalıplar olarak anlayabiliriz. Belki de duygusal yeniden üretimin bu kadar derinlemesine feminenleştirilmiş olmasının bu ihmal biçimleriyle bir ilgisi vardır. Bir ailenin mahrem bağlarını sürdürmek ve tüm üyelerinin refahıyla ilgilenmek tek bir kişi için çok zor ve yorucudur. Bu tek bir bireyin, anne-eşin işi haline geldiğinde, ihmal vakalarının yanı sıra istismara yol açan acı ve kızgınlık duygularının ortaya çıkması muhtemeldir.
Aile formundan sadece insanlar dışlanmaz. Ailenin duygu yapısı, belki de burjuva ailenin temel değeri olan “nezaket” üzerine kuruludur. Bu, diğer duyguların bastırıldığı ve ailenin devamını tehdit etmeden açığa çıkarılamayacağı anlamına gelir. Feminenleşmiş duygu işçilerinin aileleri içinde tecrit edilmesi, aile formuna karşı mücadelelerin tamamen bireysel hoşnutsuzluk olarak okunması eğiliminde olduğu anlamına da gelmektedir. Federici’nin de dediği gibi, kadınlar “mücadele eden işçiler olarak değil, dırdırcı kaltaklar olarak görülüyor.” Olumsuz duygular, aile formundan ziyade kişinin kendi ailesinden duyduğu hoşnutsuzluk olarak ortaya çıkıyor. Seri tek eşliliğin normalleştirilmesi, romantik çifte ve aileye karşı bireyselleştirilmiş direncin bir ifadesidir. Yine de duygusal hoşnutsuzluk, ihmal ve istismarla ilgili sorunlar bireysel çiftin ya da çekirdek ailenin kendisinde yatmamaktadır ve bu nedenle bir eş değişikliği bildiğimiz anlamda duygusal yeniden üretimin çelişkilerini çözemez.
Arzu ve gereksinimlerimizin çok büyük bir kısmı şu anda tüm bu gereksinimleri destekleme kapasitesine sahip olmayan ilişkilere harcanmaktadır. Bu da hem aile idealini arzulayanların hem de bu idealin dışında kalanların duygusal refah eksikliğinden ve duygusal açıdan tatmin edici ilişkilerin azlığından muzdarip olacağı bir duruma yol açmaktadır.
Daha geniş anlamda kapitalizm gibi, duygusal yeniden üretimin mevcut örgütlenmesi de, sözde yanıt vermek üzere kurulduğu ihtiyaçları karşılayamamaktadır. Aksine, refah, insanların başkalarının acılarından korunabildiği sosyal hiyerarşilerin tepesinde birikirken, aile ilişkilerinden kalıcı olarak dışlananlar kötü hislerin taşıyıcısı olarak yaftalanıyor.
En normatif ilişkiler dışındaki duygusal tatmin biçimlerine, yani duygusal yatırımı ideolojik, maddi ve hukuki yapılarda eşzamanlı olarak yeniden üreten biçimlerin dışına çoğu zaman bu kadar saldırgan olan bir dünyada birbirimizle ilgilenmeye çalışmaya devam ediyoruz.
Duygusal yeniden üretim kavramı, hepimizin nasıl birbirimize bağımlı olduğumuzu, ancak bu bağımlılıkların şu anda çoğu insana zarar vermeye devam eden yapılara nasıl bağlı olduğunu belirtmeye çalışır. Ancak bu yapıları yeniden oluşturarak, birbirimizle ilgilenme biçimlerimizi yeniden oluşturacak ve ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı yeniden formüle etmemizi sağlayacak bakım sistemlerini kurabiliriz.