Bir kavram ve insani bir gerçeklik olarak ölümün taşıdığı geçmişe dönük anlam, Lacan’ın Louvain Üniversitesi’nde verdiği konferansta ve diğer çalışmalarında, sonsuz bir çizgide yer alan sonsuz yaşamlara dair Pascalcı rüya aracılığıyla vurgulanır.1J. Lacan, Conférence a l’Université Catholique, Louvain, 13 Ekim 1972.
Bugün deneyimlediğimiz şey bu Pascalcı rüyadır, fakat ölümün kendi rolünü oynamaya devam ettiği ölümden sonraki sonsuz bir yaşam düşüncesi olarak değil. Tanrı’nın ölümünden sonra insan, ölümü tek başına öldürür, ki bu da taşıması ağır bir yüktür, çünkü:
- Hadım edilmişlik gün yüzüne çıkmamalıdır zira insan doğasının “eksiksiz olmadığı” (not-whole) gerçeğini deşifre eder. Günümüzde imgelerin baskın olmasının nedeni de budur: Dil ortalıkta olmadığında hadım edilmişlik daha az belirgindir.
- Her şey eksiksizdir ve her şey yeniden doldurulur. Hiçbir eksilti yoktur; bu da bir fantezinin gelişebileceği hiçbir bölge kalmadığı anlamına gelir ki bunun da sonuçları vardır.
- Modern semptomlar her türlü şey açısından çok fazla basmakalıp cevap içerir: hayat, ölüm, aşk, seks vb. Fakat her türlü basmakalıp cevap bünyesinde öznel bir dili ve dolayısıyla benzersizliği barındırmaz. Sonuç olarak simgesel işlevi bir kez daha yitiririz ve imgeler birer semptom olarak ikinci kez ortaya çıkarlar. Eksiksiz ve hadım edilmemiş imgeler günümüzde fazlasıyla hoş karşılanıyorlar. Dilin dolayımına girmeyen imgesel doğrudan gerçeğe yönlendirilir ve bu durumun bedenin diyalektiği özelinde birtakım sonuçları vardır.
Bu sonuçları anlayabilmek için, gelin Lacan’ın ilk öğretilerine kadar geri gidelim. J. A. Miller’ın de belirttiği gibi, “Lacan, ikili ayna sisteminin yerine dört boyutlu Özne sistemini yerleştirir.”2J.-A. Miller, Séminaire “1,2,3,4”, 11 Kasım 1985, inédit.
Peki, dört uzvun ikisi kesilip atıldığında ne olur? Men edilmiş Özne ve (Tanrı özelinde) büyük Öteki’nin yokluğunda, özne istikrarsız bir hâle gelir. Sıradan psikoz söz konusu olduğunda, günümüzde psikozun ya da ilişkisizliğin tetiklenmesini sıklıkla bu yoldan deneyimleriz. Bu durum aynı zamanda beden suiistimali formuna da bürünebilir, fakat Hristiyan kurbanlaştırma formuna değil: Eğer ölüm bundan böyle bir sorun değilse kolayca bastırılabilir hatta unutulabilir. Bedensel gençliğe ve eksiksiz kılınmış narsistik bir imgeye ulaşmak için durmadan gösterilen çabalardan doğan bir çeşit canavardır bunun sonucu. Fakat yaşamayı sürdüren şeye artık insan demek zordur; aslında elimizde bulunan şey Frankenstein’ın canavarına benzer bir sonuçtur. Korkusuz ve güçlü.
Bu nedenle, Nietzscheci bir tarzda ve onun felsefesi çerçevesinde ölümün öldüğünü iddia etmek çok da cüretkâr bir girişim olmayacaktır. Bu iddia gerçek bir ölümü anlatmaz elbette. Kastedilen şey, simgesel açıdan ölümün (ölüm fikrinin) artık öznenin yapısal etmenlerinden biri olarak görülmediğidir.
Psikanaliz bu konuda bize ne söyleyebilir? Birincisi –analitik süreçte jouissance’ı sabitlediği ölçüde– hadımın bu “zombileşme” kaygısını rahatlattığı söylenebilir. Fakat günlük klinik deneyimler durumun bundan daha karmaşık olduğunu kanıtlıyor.
Marie Hélène Brousse, psikoanalitik süreçte neler yaşandığını ve psikanalistin, Ötekini Biricik gösteren olarak nasıl var ettiğini şöyle tarif ediyor:3M-H Brousse, ‘Oh My God(s): Religions – Laughing Under Control or Nothing Funny Here’, LCExpress Volume 3/ Issue 3.
Öteki bir gösteren olarak gerçektir, maddidir ama elbette çok az ruhu vardır. Bu yüzden diyebiliriz ki bizler ateist değil, yalnızca şeytan çıkaran kişileriz.
Belki de, Ötekini bu “şeytan çıkarma” yöntemiyle yeniden oyuna dâhil edebiliriz. Fakat bu koşullar altında, kovmamız gereken şey eski kadim Tanrı değil; modern, kaygı uyandıran ve çoğu zaman beden için ölümcül olan, Ölümü öldüren Tanrı’dır.